Balkan şehirlerinde geçerken çocukluğumuz

Sadık YALSIZUÇANLAR

Mukaddes Mut'un TRT için hazırladığı Anadolu Mayası adlı belgeselin çekimleri için Edirne'den Bulgaristan'ın köylerine doğru bozuk karayolunda, geceleyin ilerlerken, Yahya Kemal'in dizeleri dolaşıyor dilimde: "Balkan şehirlerinde geçerken çocukluğum / Her lahzâ bir alev gibi hasretti duyduğum" Osmanlı coğrafyasını mayalayan bilgelerin izini sürmek üzere yollardayız. 
 
Bulgaristan, Romanya, Macaristan ve Avusturya'da iki haftadır dolaşıyoruz. Uğradığımız her şehirde Osmanlı'dan kalan cami, medrese, türbe, dergah, hamam, köprü ve çeşmeler karşılıyor bizi. Sarı Baba, Demir Baba, Akyazılı Baba, Sarı Saltık, Gülbaba gibi bilgelerin türbelerinde, Allah'ın gayret kubbesinde gizlediği bu büyük velilerin hatırası canlanıyor, bu hatıraya aşina olanların, Balkan coğrafyasında son yüz elli-iki yüz yıldır yaşanan hicrana dayanmalarının çok güç olduğunu hissediyorum. Bugün, Fethi Gemuhluoğlu'nun ifadesiyle 'Anadolu Beylerbeyliği'ne sıkışmış olan bizler açısından, dünya, sadece gömüldüğümüz bu minik alan değil, ezanın okunduğu, bir bilgenin aziz bedeninin dinlendiği her yerdir. Şimdi hangi 'devlet'in sınırları içinde olursa olsun, bizim tarihi hafızamızın canlı birer parçası olan her eserin bulunduğu köy, kasaba veya şehir bize, yani insanlığa aittir.

Dış politikamızın geleneksel paradigmasının yetmediği, ek bir paradigmaya ihtiyaç duyulduğu aşikar. Biz, düşmanlık, kuşku ve çıkar ilişkisi üzerine kurulu, içe dönük bu diplomasi geleneğini bir tarafa bırakmadıkça, Yahya Kemal'in, hüzünle anlattığı Üsküp'ü, Dobric'i, Şumnu'yu, Viyana'yı, Budapeşte'yi, orada, şehrin yamaçlarında uyuyan Yeniçerileri, Demir Baba'ları, Sarı Saltık'ları ve onların inşa ettiği medeniyeti, onun yeniden inşasını hayal dahi edemeyeceğiz. Oysa, mülkün gerçek Sahibi'nin bize emanet ettiği bütün arz bizimdir, bütün insanlığındır, Osmanlı, Selçuklu, Çin, Mısır, Mezopotamya, Afrika veya Endülüs olmuş ne fark eder; toprağın kendisi değil, onda ikamet edenlerin adalet ve hikmetidir aslolan, orada kurulan insanlıktır. Balkanlar, milliyetçilik rüzgârıyla zehirlenip dağıldıktan sonra, Yahya Kemal'in

"Üsküp ki Yıldırım Bayazıd Han diyârıdır/Evlâd-ı Fâtihân'a onun yâdigârıdır. / Firûze kubbelerle bizim şehrimizdi o/Yalnız bizimdi, çehre ve rûhiyle biz'di o. / Üsküp ki Şar-dağ'ında devâmıydı Bursa'nın/Bir lâle bahçesiydi dökülmüş temiz kanın. / Üç şanlı harbin arş'a asılmış silâhları/Parlardı yaşlı gözlere bayram sabahları. / Ben girmeden hayatı şafaklandıran çağa/Bir sonbaharda annemi gömdük o toprağa. / İsâ Bey'in fetihte açılmış mezarlığı/Hulyâma âhiret gibi nakşetti varlığı. / Vaktiyle öz vatanda bizimken, bugün niçin/Üsküp bizim değil? Bunu duydum için için. / Kalbimde bir hayâli kalıp kaybolan şehir/Ayrılmanın bıraktığı hicran derindedir! / Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok sene/Biz sende olmasak bile, sen bizdesin gene." dizeleriyle anlattığı hüzne gömüldü. Şimdi, Anadolu Mayası'nın izini sürerken adım başı rastladığımız her Osmanlı yapısı, duyduğumuz her Türkçe kelime bu hüznü koyulaştırıyor.

Belgrat'ta söyleşi yaptığımız Balkan tarihçisi profesöre, 'İstanbul, bugün hâlâ Balkan toplumlarının bilinçaltında kültürel bir merkez midir?' diye sorduğumuzda aynı cevabı alıyoruz: 'Kesinlikle!' Kaydı yapan Sezai Baba'nın gözleri nemleniyor. Biz, bugün sıkıştığımız bu coğrafyada, etnik ve dini milliyetçiliğin kıskacında Ergenekon urları üretir ve bunu vatanseverlik olarak görürken, kadim coğrafyamızla ilişkilerimizi daha da kadük hale getiren kör bir diplomasiye saplanmakta ısrar ediyoruz. Oysa Budapeşte'nin bir köyünde, Filibe ve Şumnu'nun bir mahallesinde, Viyana'nın bir caddesini kesen sokakta rastladığımız bir Seyyit Nizam ilahisi, bir Çerkes Dayı heykeli, bir Sarı Saltık türbesi, bir Aziziye Camii, bir Yunus Emre nefesi ile bambaşka bir tarihsel hafızamız olduğu, bunun hareketlenmesi halinde yeni ve zengin ilişkiler geliştirebileceğimizi kısacık bir gezide defalarca görebiliyoruz. Sofya'nın ücra bir köyünde yanık sesinden Kur'an ve Yunus ilahisi dinlediğimiz Hafize Teyze'nin, bize nasıl bir tarih sunduğunun farkında bile değiliz. Prof. Dr. İbrahim Tatarlı ve İbrahim Yalımov'un anlattığı Balkanlar'la, dış işlerimizin algıladığı arasında adeta bir uçurum var. Gülbaba, Sarı Saltık, Demir Baba, sadece Bektaşi ve Halveti'lerin değil, Hıristiyan, Musevi, Budist hemen herkesin ziyaret ettiği bilgelik mekanları.

Bugün, bu coğrafya ile ilişkilerimizi Gülbaba, Şeyh Bedreddin gibi bilgeler üzerinden yeniden düşünmemiz, kurmamız gerektiği açık. Sofya'da Şeyh Bedreddin hayranı bir diş hekimi ile yaptığımız söyleşi bize gösteriyor ki, bilgeliğin kozmik dili içinden çok daha derin ve insani bir iletişim biçimi geliştirmek, bizim tarihsel deneyimlerimize ve hafızamıza daha yatkın. Şeyh Bedreddin'in dolaştığı, yaşadığı ve dinlendiği varsayılan güzergaha her yıl, belirli günlerde turlar düzenleyen grubun öncüsü bu adamla Hacı Bektaş-ı Veli, İbn Arabi, Mevlânâ, Sarı Saltık söz konusu olunca çok farklı bir dilin içinden konuşabiliyorsunuz. Çünkü, Altay Suroy'un, "Birkaç bin yıl önceden güneşle yoldaş/Tarihin binlerce yıl öncesinden göklerle yoldaş/Gökyüzü gümüşlü/Çayı gümüşlü/Bülbüldere kapısı Uzun kavak/Atsız Kale, Şeytansız, Kara Potok, kestaneli İpek Dağı/Kargalar otağı Karaağaç, ağaçkakan diyarı Renime/Ey ne kadar güzeldir/Verimli ovaların/Prizren..." Dizelerindeki gibi bir hatıra bu. Osman Baymak'ın anlattığı bir hafıza, bir hicran bu: "Tan ağardı Filibe'de/eski bir evin duvarında/sokak kaldırımlarından/bir at arabası geçer/geçer Rumeli'm/bir minare önünde durur/Filibe sızlar/Meriç kıyısından bir özlem büyür mü büyür..."

Bizim coğrafyamız, Endülüs, Şam, Bağdat, Kahire, Erbil, Belh, Konya, İstanbul, Fergana, Kosova, Budin, Budapeşte, Mekke, Bursa, Limni, Mardin, Diyarbakır, Kurtuba ve Tunus'tur... Bizim insanlık coğrafyamız, hatırasına aşina olduğumuz dört iklimdir. Bugün, bırakınız bu coğrafyayı, komşularımızla dahi düşmanlık veya çıkar eksenli ilişkiler peşindeyiz. Bu kör kuyudan çıkmamız, bir bölümünü Reşit Salim'in çizdiği bu iklimle bağlarımızı yeniden kurmamız gerekir: "Balkan şehirleri, Balkan rüyası/Gümülcineli Nedîm-i Sânî/Üsküplü Yahya Kemâl/Diye gelmişler, göç var, göç/Asırlardır bitmeyen göç/Nicedir ateşi sönmeyen göç./Balkan şehirleri/Tütün fenerlerinin isli ışığında serin sabah rüzgârları eser/İskeçe, Koşukavak, Silistre sırtlarında/Balkan şehirleri/Üsküp, Gümülcine, Deliorman.../Coşkun Tuna, Osmanlı'nın zafer günleri/ Sırp diyarı, Bulgar ülkesi, Rumelleri..."
 
Zaman

 

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (1)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.