Bahtiyar doktor

Selman IRLAYICI

Risale-i Nurlardaki “Bahtiyar Doktor” ifadesi, bu meslek mensuplarını ne kadar memnun ediyordur. Barla Lahikasında geçen bu ifadeyi okuyunca hayıflanmadım da değil. Risale-i Nurlarda hiç “bahtiyar mühendis” veya “bahtiyar maliyeci, işletmeci” gibi bir ifade duydunuz veya okudunuz mu? Elbette ki okumadınız. Liyakatsizlik midir bilmem. İçimden öyle geçti, ifade ettim. Her neyse..

Bu ifadenin geçtiği mektubun da bir hikayesi, yazılmasına sebep olan bir hadise ve müsebbibi var elbette: Sadullah Nutku.

Bu ismin sahibinin resmini ilk gördüğümde aklımdan geçenleri hala daha unutmadım. Şöyle dedim içimden: “Nur talebesi siması herhalde böyle olur. Mübarek, kutlu, nurlu bir yüz. Ben de böyle bir simaya sahip olmayı çok isterdim.”

Yıllar geçtikçe insandaki simanın, ruh halinin bir yansıması olduğunu öğrenip, insanların iç hallerini yüzlerinden yüzde 50 de olsa seçebilme yetisi kazandıkça, o hafızamdan hiç gitmeyen nur dolu simaya da ulaşma, emanete alma isteğimin hayalden öteye gidemeyeceğini anladım.
Kendini bilen adamın hali başka oluyor tabi…

Kaldığımız yerden devam edelim:
Nur yüzlü insan Sadullah Nutku bir doktordur. Mesleğinde iyi sayılan, bilgili, okumuş, güngörmüş ve emsallerine göre becerili bir doktor. Yüzlerce kitap okumuş, mesleğinde söz sahibi olabilmiş bir görev adamı.

Bir gün küçük bir hastası gelir, görev yaptığı hastaneye. Çok ateşi vardır. Teşhis etmekte çok zorlanır. Okuduğu bütün kitaplardaki bilgilere istinaden değerlendirmeler yapar. Bir türlü teşhis ve tedavi edememektedir. Bilgi yetersiz kalmıştır, aciz kalmıştır. Çok sıkılır, bunalır. Küçük çocuğu tedavi edip, iyi etmek istemekte, mesleğine ve bilgisine de fazlasıyla güvenmektedir. Emsallerine bakıldığında bunda haksız da sayılmaz.

Ancak, olmamaktadır. Bir türlü çocuğun ateşi düşmez. Akşam eve gelir ve o halet-i ruhiye ile abdest alır, namaz kılar, dua eder ve yatar. Rüyasında birisi der ki: “Çocuğa istediğini ver”. Sabah uyanınca, hastaneye zor yetişir. Derhal çocuğun yanına gider ve sorar:
- Çocuğum ne istersin?
- Çala istiyorum, der küçük çocuk.

Olmamıştır şimdi. Olmamıştır, çünkü bu tanılara sahip insanların çala, yani olmamış badem yemesi tıp biliminin öngörülerine göre kişinin vefatına sebep olmaktadır. Yine derin düşüncelere dalar; nasıl yapmalı da bu küçük çocuğu iyi etmelidir. Birkaç gün sonra yine bir gece aynı halet-i ruhiye ile yatar ve aynı ses: “Çocuğa istediğini ver” demektedir. “Olmaz” der içinden, “Olmaz!. Bu hastanın vefatını netice verecek bir duruma yol açar.”  Ertesi gün çocuğa yine sorar; cevap aynıdır: “Çala istiyorum.”

Ne yapmalıdır. Çıldıracak gibi olur, nur yüzlü insan Sadullah Nutku. Aklını kaçıracaktır. Rüyadaki ses bu defa daha şiddetle ikaz etmiştir çünkü. Ama nasıl olur böyle bir şey? Nasıl olur? Hiç mümkün müdür?

Ertesi gece yine aynı halet, yine abdest, namaz ve duanın ardından rüyadaki ses daha şiddetle seslenmiştir: “Çocuğa istediğini ver!...”
Sabah çocuğun yanına gider ve der:
- Söyle bakalım, ne istiyorsun? Çala deme de ne dersen de. Vereceğim. Ama n’olur çala deme.
- Ama ben çala istiyorum.

Sadullah Nutku şaşkın, dağılmış, bilgisi dahilindeki ve tıp biliminin gerektirdiği her türlü tedavi yöntemi çaresiz kalmıştır. Çıldırmamak için kendini zorlar. Odasından çıkar, ne yapacağını bilemez bir halde merdivenlerden inerken hasta çocuğun babasına rastlar ve bitkin, çaresiz bir halde çocuğa yarım kilo kadar çala gönderir. Arkasından da hastaneden hızla uzaklaşır. Çünkü çocuk ölürse hastanede olmak istemez. O an orada olmaktan çekinir.

Aradan birkaç saat geçer. Hastaneye geri döner Doktor Sadullah Nutku. Koridorda çocuğun babasını görür ve şaşkınlıkla sorar “Vefat etti mi? Nasıl oldu?” Sonuçtan emindir. Hasta normal şartlarda vefat etmelidir.

Ama beklenen olmamıştır. Çocuğun babası duymamıştır bile Sadullah hocayı: “Allah razı olsun hocam, ateşi de düştü, kendine de geldi. Neredeyse ayaklanacak. Kalkıp yürüyecek.”
İşte o an her türlü mesleki bilginin, daha doğrusu mesleki enaniyetin bittiği andır. Bilgi ve ilim, hakikat karşısında yetmemiştir, aciz kalmıştır. Aslında aciz kalan, Cenab-ı Hakk’ın haricindeki tüm sebeplerdir.

İşte açıkça görünen odur ki, her şey sebeptir. İşi yapan ve yaptıran dahi O’dur.
Bu hadiseden sonra, bütün tıp kitaplarını bir araya toplar Doktor Sadullah Nutku. Ateşe verir, yani hepsini yakar. Sebeplere müracaat etmek ile, sebeplerden medet ummak arasındaki ince fark kendini perdesiz göstermiştir.

Bu hadise sonrasında, Üstadımız Bediüzzaman hazretlerinin yazmış olduğu mektup kaleme alınır:

YİRMİ YEDİNCİ MEKTUBUN ÜÇÜNCÜ ZEYLİ
(Said’in bir fıkrasıdır.)

(Nur Risalelerine çok müştak ve onların mütalâasından intibaha düşen bir doktora yazılan mektuptur. Bu üçüncü zeyle çendan münasebeti azdır; fakat kardeşlerimin fıkraları içinde bu da benim bir fıkram olsun.)

Merhaba ey kendi hastalığını teşhis edebilen bahtiyar doktor, samimî ve aziz dostum,
Senin hararetli mektubunun gösterdiği intibah-ı ruhî şâyân-ı tebriktir. Biliniz ki, mevcudat içinde en kıymettar, hayattır. Ve vazifeler içinde en kıymettar, hayata hizmettir. Ve hidemat-ı hayatiye içinde en kıymettarı, hayat-ı fâniyenin hayat-ı bâkiyeye inkılâp etmesi için sa’y etmektir. Şu hayatın bütün kıymeti ve ehemmiyeti ise, hayat-ı bâkiyeye çekirdek ve mebde ve menşe olması cihetindendir. Yoksa, hayat-ı ebediyeyi zehirleyecek ve bozacak bir tarzda şu hayat-ı fâniyeye hasr-ı nazar etmek, ânî bir şimşeği sermedî bir güneşe tercih etmek gibi bir divaneliktir.

Hakikat nazarında herkesten ziyade hasta olan, maddî ve gâfil doktorlardır. Eğer eczahane-i kudsiye-i Kur’âniyeden tiryâk-misâl imanî ilâçları alabilseler, hem kendi hastalıklarını, hem beşeriyetin yaralarını tedavi ederler, inşaallah. Senin şu intibahın senin yarana bir merhem olduğu gibi, seni dahi doktorların marazına bir ilâç yapar.

Hem bilirsin, meyus ve ümitsiz bir hastaya manevî bir tesellî, bazan bin ilâçtan daha ziyade nâfidir. Halbuki, tabiat bataklığında boğulmuş bir tabip, o biçare marîzin elîm ye’sine bir zulmet daha katar. İnşaallah bu intibahın seni öyle biçarelere medar-ı tesellî eder, nurlu bir tabip yapar. Bilirsin ki, ömür kısadır, lüzumlu işler pek çoktur. Acaba benim gibi sen dahi kafanı teftiş etsen, malûmatın içinde ne kadar lüzumsuz, faydasız, ehemmiyetsiz, odun yığınları gibi câmid şeyleri bulursun. Çünkü ben teftiş ettim, çok lüzumsuz şeyleri buldum. İşte o fennî malûmatı, o felsefî maarifi faydalı, nurlu, ruhlu yapmak çaresini aramak lâzımdır. Sen dahi Cenab-ı Haktan bir intibah iste ki, senin fikrini Hakîm-i Zülcelâlin hesabına çevirsin, tâ o odunlara bir ateş verip nurlandırsın. Lüzumsuz maarif-i fenniyen, kıymettar maarif-i İlâhiye hükmüne geçsin. Zeki dostum, kalb çok arzu ederdi, ehl-i fenden envâr-ı imaniyeye ve esrar-ı Kur’âniyeye iştiyak derecesinde ihtiyacını hissetmek cihetinde Hulûsi Beye benzeyecek adamlar ileri atılsın.

Hem madem Sözler senin vicdanınla konuşabilirler. Herbir Sözü, şahsımdan değil, belki Kur’ân’ın dellâlından sana bir mektuptur ve eczahane-i kudsiye-i Kur’âniye’den birer reçetedir farz et. Gaybûbet içinde hâzırâne bir musâhabe dairesini onlarla aç. Hem arzu ettiğin vakit bana mektup yaz. Ben cevap yazmasam da gücenme. Çünkü eskiden beri mektupları pek az yazarım. Hattâ üç senedir kardeşimin çok mektuplarına karşı bir tek yazdım. Said Nursî. (Barla Lahikası, Sayfa:57)
 
selman@risalehaber.com

 

İlk yorum yazan siz olun
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.