Düşünce, Kültür, Fikir ve Edebiyat Hayatımızda -Yunus’tan Mehmet Akif’e- İnsan-ı Kamil ve Anadolu Ariflik Bilinci Yansımaları
Modern insanın önüne kendi gelişimi, mutluluğu anlamında hep farklı reçeteler konuldu, Sonu “izmler”le biten görüşler, fikri, edebi, sosyal düşünceler, akımlar… Yaşam döngüsü içinde kıvranan, modernitenin kıskacında sancı çeken, bir nefese muhtaç insanlığa hangisi kurtuluş çaresi olabilirdi ve oldu ki?
Ve diğer yanda, hep göz ardı ettiğimiz, görmezden gelmek istediğimiz, yüzlerce yıllık edebi birikimimiz ve asırlardan asırlara uzayıp gelen ter ü taze duygu ve fikirlerden süzülmüş Anadolu irfanımız…
Kurtuluşumuz bize yıllarca Batı tarafından dayatılan yapay beslenme metotlarında mıydı yoksa asırlardır insanımızın aklının, gönlünün, ruhunun beslendiği ancak son dönemlerde bakmaya bile ar ettiğimiz hemen arka cebinde duran Anadolu’nun ilim ü irfanı mıydı? Veyahut kütüphane raflarında tozlandırılmış edebi, fikri, deruni eskimez yazılı kitap sayfalarında mıydı?
Öyle ya insan neden gelmişti dünyaya? Bir batılı aktristin deyimiyle “İnsan bu dünyaya sadece aldığı eşyaların taksitini ödemek gibi” saçma bir nedenden dolayı gelmiş olamazdı.
Oysa din, kültür, yaşam felsefemizle yoğrulan Yunus’tan hatta Ahmed Yesevilerden günümüze uzanan Anadolu irfanımız bize bu dünyada ancak bir misafir olduğumuzu ve bu misafirliğin gereklerini yapmamız gerektiğini ifade ediyordu. Zengin olmak, makam, mevki kazanmak, şöhret olmak, tanınmak, alkış toplamak, beğeni toplamak değildi bu irfandaki amaç… İnsan olmak, Adem olmak ötesi adam olmak, kul olmak, kula hizmet edebildikçe yüceltmek, özüne döndükçe arınmak hayattaki mutluluğa hatta Allah’a böyle ulaşmak…
O arifler; ilimde, ahlakta, fazilette birbirleriyle değil kendi özleriyle yarıştılar. Öyle bir ahlak ve tarihti ki artlarında bıraktıkları, bizler o büyük âbide karşısında ancak hürmetle önümüzü düğmeledik. Dünyanın dört bir yanına adalet, insaniyet, hoşgörü götürmekle kalmadılar, en ince duygular terennüm ettiler, en güzel dizelerle. Duyguları, âdil kılıçları kadar keskindi. Bir kasideye en heyecanlı aşk romanlarını, bir gazele en acıklı aşk hikayelerini, bir beyte yüzlerce duygu, onlarca san’atla beraber kanlı gözyaşını ancak o ustalar bu denli hoş dökebilirlerdi. Kelimeleri bir kuyumcu titizliğiyle işleyen sanatkarların mısraları, kafiyelerle raks edecek kadar kıvraktı.
Yüzyıllardır peşine düştüğümüz, yandığımız, uğruna çöllere düştüğümüz “Leylâmız”; can evimizdeki, şirâzeli kitaplarımızdaydı, oysa. Maalesef Batılı, “temcid pilavı” misali eski aşımızı ısıtıp önümüze bazen “Simyacı”, bazen “Yüzüklerin Efendisi” olarak koydu da gaflet içindeki biz aç çaylaklar, daha bir iştahla yer olduk, özde biz, şekilde Avrupa kokan “nânımızı”.
Yıllardır ardından koşturduğumuz mutluluk, hayatın gayesi, yaşamdaki amaç ve insanı, insanlığı mesut, bahtiyar edecek fikir, görüş, tarz daha düne kadar babaannelerimizden, dedelerimizden öğrendiğimiz Anadolu irfanımızdaki basit kurallarda, ufacık hal ve etvarda, ecdadımızın hayatın özünden süzüp kaleme aldığı o edebi, ahlaki, estetik nadide, bir mısrada bir kitap hacminde bilgi, beceri, hayat görüşü veren eserlerinde olmasın...