Ayasofya ne zaman cami olur?

Halil İbrahim DEDE

“Ağabeyler Anlatıyor” kitabının yazarı Ömer Özcan  “Ağabeyler Anlatıyor-2” kitabında, rahmetli Ali İhsan Tola Ağabeyden şöyle bir hatıra nakleder:

“Bir gün böyle bir ders esnasında adalet hususunda sorular soruldu. Tam o anda kapı çaldı, ben de hilâf-ı âdet geleni içeriye aldım. Baktık adamın kolu kesik. Helâllik isteyerek nasıl olduğunu anlatmasını söyledim. Adam anlattı: “Bir kumaş fabrikasında çalışırdım. Çok kıymetli kumaşlar geçerken mahsus üstlerine yağ damlatır, sonra da özürlü diye onları, çok ucuza satın alırdık. İşte bir gün makine kolumu kaptı ve bu hâle geldim” diye anlattı, sorulan suale de canlı bir cevap gelmiş, kader adalet etmişti… İnsanlar hangi hareketleri ile kadere fetva verdirdiler onu düşünmek lâzım.[1]

Başımıza gelen tüm musibet, bela ve zulümler için şöyle bir dönüp, bu musibet, bela ve zulümlerin bize neden geldiğini, hangi fiilimiz ile buna yol verdiğimizi, kadere fetva verdirdiğimizi düşünmemiz gerek.

Risale-i Nur’da ispat edilmiş ki, insanların ayn-ı zulümleri içinde kader-i İlâhî adalet eder. Yani, insanlar bazı sebeple haksız zulmeder, birisini hapse atar. Fakat kader-i İlâhî aynı hapiste başka sebebe binaen adalet ediyor ki, hakikî bir suça binaen o hapisle onu mahkûm ediyor. [2]

Risâle-i Kader’de ispat etmişiz ki: “Başa gelen zulümlerde iki cihet var ve iki hüküm vardır: Biri insanın, biri kader-i İlâhînin. Aynı hâdisede insan zulmeder, fakat kader âdildir, adâlet eder. Bu meselemizde, insanın zulmünden ziyade, kaderin adâleti ve hikmet-i İlâhiyenin sırrını düşünmeliyiz.[3]

Bu hakikati ifade eden şöyle veciz bir söz var, bileniniz çoktur:

Kuldan bela gelmez Hak yazmadıkça,
Hak’tan bela gelmez kul azmadıkça.

Tüm musibet, bela ve zulümler içindeki kendi kusurumuzu düşünmemiz gerektiğine göre, musibetlerden bir musibet, zulümlerden bir zulüm olan Ayasofya’nın camiden müzeye çevrilmesini de bu minvalde değerlendirmemiz gerekir diye düşünüyorum.

Osmanlı’nın yıkılması akabinde, İngilizlerin istemesi ile Hilafetin katledilmesi. Hilafetin katledilmesiyle tesis edilmek istenilen zeminin tesis edilmesiyle batıcılık ve çağdaşlık kılıfı içerisinde dayatılan, İslam’la bağdaşmayan ve kültürümüze uymayan bir kısım yeniliklerin Müslüman halka istibdatla benimsetilmesi ve Müslüman halk tarafından benimsenmesi ve İslami yaşayıştan uzaklaşması ile Ayasofya’nın camiden müzeye çevrilmesine kadere fetva verdirmiş olduk diye düşünüyorum.

Yozlaşmışlık ve İslam’ı yaşamama deyince Sultan-ül Şuara Necip Fazıl Kısakürek’in halimizi özetleyen, düşündüren ve boynumu büktüren şu haklı ifadeleri zihnimde bir şimşek gibi çakmıyor değil:

Şimdi Fatih kalksa mezarından ne ben onu tanırım ne o beni tanır. Ama İstanbul’u Bizanslılar almış deyip, tekrar savaşır.

Bizans’a yaşayışı ile benzeyenlerin Ayasofya’yı cami olarak görmek istemeleri abes düşüyor değil mi?

Geçenlerde bir durakta Hristiyan bayramı olan “Cadılar Bayramı - Halloween” kutlamaları ile ilgili, rezalet içerikli bir partiye davet eden, rezil bir afiş gördüm.

Yozlaşmışlığımızın afişiydi o afiş.

İçim burkuldu adeta…

İşte bu yozlaşmışlığımızla kadere fetva verdirdik; Ayasofya’yı küstürerek müze ettirdik.

Bu yozlaşmışlığımız ve İslam’ı yaşamama Ayasofya’nın tekrar cami olması için önümüzde bir engel teşkil ediyor.

Bu yozlaşmışlık ve İslam’ı yaşamama sürdüğü sürece Ayasofya’nın tekrar cami olarak faaliyete girmesini bekleyemeyiz.

Peki, nedir bunun çaresi?

Nasıl tekrar Osmanlı ruhu sarar Âlem-i İslam’ı?

Ne zaman Ayasofya tekrar cami olarak ibadete açılır?

Ayasofya’nın cami olarak tekrar ibadete açılmasını, Âlem-i İslam içindeki ihtilafların son bularak ittihad edip yekvücut olmasını istiyorsak, özümüze dönmeli ve İslam’ı fert fert hakkı ile yaşamalı ve yaşanması için gayret göstermeli ve çaba sarf etmeliyiz.

Bu öze dönüş ve İslami yaşayış dar daireden başlayarak genişlemelidir.

Toplumu oluşturan fertleri yetiştiren ailedir. Toplumun en dar dairesi ve çekirdeği olan aile müessesinin irşadı ile toplum irşat olacaktır.

Burada herkese, hâsseten ebeveynlere, (Üstad Hazretlerinin aşağıdaki ifadelerinden aldığımız derse binaen) hususen validelere çok büyük ve ehemmiyetli bir görev düşmektedir.

“Ben bu seksen sene ömrümde, seksen bin zatlardan ders aldığım halde, kasem ediyorum ki, en esaslı ve sarsılmaz ve her vakit bana dersini tazeler gibi, merhum validemden aldığım telkinat ve mânevî derslerdir ki, o dersler fıtratımda, adeta maddî vücudumda çekirdekler hükmünde yerleşmiş. Sair derslerimin o çekirdekler üzerine bina edildiğini aynen görüyorum. Demek, bir yaşımdaki fıtratıma ve ruhuma merhum validemin ders ve telkinâtını, şimdi bu seksen yaşımdaki gördüğüm büyük hakikatler içinde birer çekirdek-i esasiye müşahede ediyorum.[4]

Hayatın en önemli ve kişinin hayatına yön veren en önemli yılları olan bebeklik ve çocukluk evresinin büyük bir kısmı anne yanında geçtiği için annelerimize büyük bir görev düşmektedir.

Harcamaya endeksli kapitalist sistemin ücretli köleliğinden kurtulmadı tüm annelerimiz. Üç kuruş para kazanmak, daha güzel giyinmek, daha marka akıllı telefonlar almak için yani; neticede boş yere didinip duran anneler, bıraksınlar çalışmayı. Bıraksınlar da gayesi: İttihadı İslam’ı teşkil etmek, Âlem-i İslam’ı dert edinmek, Ayasofya’yı açmak, Mescid-i Aksa’yı kurtarmak olan; ümmetini düşünen, ümmetin her iki cihandaki saadetine hizmet eden, ümmet evlatları liyakatinde bir nesil yetiştirsinler.

Dindar ve vatanperver bir ailede yetişmiş birinin küçükken ailesi yanında yaşadıklarını bir misal olması açısında aktarayım:

“Küçükken kardeşimle beraber, babam uyumaya geçtiği zaman yanına gider bize hikâye anlatmasını isterdik. Her seferinde de babam bizi kırmaz, yatağına alır, birimizi sağına, birimizi soluna alır, bize hikâye anlatırdı. Anlattığı hikâyeler genellikle aksiyon dolu hikâyeler olurdu. Bizi heyecana getirirdi. Hikâyenin içinde, sadaka vermeyi, yardım etmeyi, iyi bir insan olmayı, yardımlaşmayı, merhametli olmayı, korkmamayı öğütlerdi. Bütün bunları anlattığı hikâyedeki kahramanlar üzerinden bize anlatırdı. Babam bu hikâyelerin tamamını da kendi zihninde uydururdu. Bazen de bizi bu hikâyelerdeki kahramanlar yerine koyar “sen şu ol, sen de bu ol” der, bizi hikâyenin içine sokarak anlatmak istediğini bize yaşatırdı. Bu hikâyeler ile hayal gücümüzün gelişmesi yanında güzel meziyetleri de ders alırdık.

Annem ise bize hep nasihatler ederdi. Yanlış, kötü, günah bir iş yaptığımız zaman bize: “oğlum, sen benim hatırımı kırar mısın? Kırmazsın değil mi? Allah seni, benim seni sevdiğimden daha fazla sever. Benim hatırımı kırmak istemezken bu işlerle de Allah’ın hatırını kırma, olur mu?” diyerek hayatımıza tesir edecek böyle tesirli nasihatler ederdi.”

İşte böyle bir anne ve babadan yetişen ihlâslı, dindar ve vatanperver nesillerle ittihad-ı İslam da kurulur, Ayasofya da açılır, Mescid-i Aksa da kurtulur İNŞALLAH.

Hatırlayın! İstanbul’u fethe gitmeden önce Fatih Sultan Mehmed’in henüz Fatih olmadan önce Edirne’de yaptığını. Hepimiz biliyoruz ama tekrar zihinlerde canlanması için tekrar edelim:

Edirne Eski Camide sabah namazını kıldıktan sonra, Eski Caminin hemen karşısındaki Bedesten Çarşısı’na tebdili kıyafetle, çarşısının durumunu, esnafın esnaflığını ve satılan malların kalitesini tecrübe etmek için bir dükkâna selam vererek girmiş ve “yarım batman yağ, yarım batman peynir ve yarım batman da bal” istemiş. Esnaf, selamı aldıktan sonra istenilen yarım batman yağı tartmış ve “Efendim diğer isteklerinizi şu karşı esnaftan alınız, onun malı hem daha kalitelidir hem de daha siftah etmedi” diyerek Padişahı karşı komşuya yönlendirir. Padişah ikinci dükkâna gidip yarım batman peyniri alınca dükkân sahibi “Allah’a şükürler olsun siftahımı ettim. Hem de çocuklarımın nafakasını çıkardım. Bundan sonrası kârdır. Diğer isteklerinizi de komşumdan alınız. O daha siftah etmedi” deyince Fatih Sultan Mehmed Han; “bu milletteki ahlâkî istikamet yok mu, ona dünyaları fethettirir.” der ve arkasından şu bedduayı da eder: “Milletin ahlâk-ı sâfiyetine halel getirenleri Allah kahretsin!”

Dikkat edin!

Fethin, milletteki ahlâkî istikamete mebni olduğu sırrını bize ecdadımız Fatih Sultan Mehmed Han ifade ediliyor.

Milletteki ahlâkî istikamet, İslam’ım emir ve yasaklarını yerine getirmesi ile olur.  Başta kendimiz dinini yaşayan, doğru ve hakiki birer dindar olur; dindar bir nesil yetiştirir isek Ayasofya da açılır, İttihad-ı İslam da kurulur, Mescid-i Aksa ve Kudüs’te kurtulur Allah’ın izniyle.

Hasılıkelam: Ayasofya’yı geri istiyorsak, âlem-i İslam’ın gönüllerde ittihadını arzuluyorsak, başta kendi nefsimizde ciddi, dindar ve ihlâslı birer Müslüman olmalı; ciddi, ihlâslı ve dindar Müslümanlar yetiştirmeliyiz. Bu yolda çalışmalı, bunu dert edinmeli, beş vakit namazın bir vaktinde bile olsa bunun gerçekleşmesi için can-ı gönülden dua etmeliyiz.

Selam, dua ve muhabbetle..

facebook.com/dedehalilibrahim

[1] https://www.risalehaber.com/bediuzzamanin-agacini-keseni-biliyorum-fakat-270497h.htm
[2] Emirdağ Lâhikası - II | ( 78 )
[3] Lem'alar | Yirmi Sekizinci Lem'a On Sekizinci Nükte

[4] Lem'alar | Yirmi Dördüncü Lem'a

İlk yorum yazan siz olun
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.