Kur’an’ın doğrudan muhatapları olan o ayrıcalıklı nesil, vahyin hayatları dirilten tüm mesajlarını ilk kez duyanlar ve bu mesajları ilk kez hayatlarında uygulayanlardı. Kur’an ile çok canlı ilişkileri olan o nesil her gün: “Bugün Allah bize ne söyleyecek?” heyecanı ile yaşıyorlardı. İşte bu heyecanı en üst düzeyde yaşadıkları bir zaman dilimi olan Hicretin 2. yılında, Ramazan ayının tamamının oruçlu geçirilmesi emrine muhatap oldular. Nübüvvetin geride kalan 15 yılından sonra böyle bir emre muhatap olan sahabe nesli, büyük bir coşku ve heyecan ile öteden beri kutsal saydıkları bu aya, daha da önem vermeye başladılar. Bu bahtiyarlar topluluğunun muallimi olan Efendimiz (s.a.s) oruçla birlikte birçok güzel ibadeti de bu güzide neslin gündemine taşıdı. Önce Ramazan gecelerinin ziyneti teravih namazları ile tanıştılar. Allah Resulü (s.a.s) birkaç gece mescidde kıldığı bu namazları, ümmetinden bazılarının farz gibi algılamamaları için evine taşımasına rağmen, sahabe oruçla birlikte öğrendiği teravih namazlarını hiçbir zaman gündeminden düşürmemiş, Hz. Ömer ile birlikte de yeniden cemaatle eda etmeye başlamışlardı. Oruç ve Ramazan gecelerinin ziyneti olan teravih namazları, Medine’deki bu ilk neslin büyük bir coşku ve heyecan ile ihya etmeye çalıştıkları bir ibadete dönüşmüştü.
RABBİM BANA NE DİYOR?
Oruç ve teravih namazlarının yanında sahabe nesli Bakara Sûresi’nin 185. ayetinden Ramazan’ı on bir aya sultan eden en önemli sebebin ne olduğunu öğrenmişlerdi. Bu sebep, ayetinde açıkça belirttiği gibi Kur’an’ın bu ayda nazil olmaya başlamasıydı. Yani bu ay vahyin doğum ayı idi. Öyle ise bu ay Kur’an’ın şanına yakışır bir biçimde ihya edilmeliydi. Sahabe nesli bunu bildikleri için, bu ay bol bol Kur’an okur, onun ayetleri üzerinde tefekkür eder; “Rabbim bana ne diyor? Ne demek istiyor? Neleri benden istiyor?” sorularına cevaplar bulmaya çalışırlardı. Bizim mukabele dediğimiz, ama sadece yüzünden okuduğumuz Kur’an’ı, onlar yüzünden okumakla kalmaz bir de o ayetler üzerinde anlama, kavrama ve yaşama maksadı ile ciddi bir zihni çaba verirlerdi. Allah’ın ne dediğini Kur’an’ın lafızları ve manasının içerisinde, ne demek istediğini ise maksatta ararlardı.
FITIR SADAKASINI ÖĞRETTİ
Ramazanın bu coşku ve heyecanı son on güne girince zirvelere taşınırdı. Çünkü son on gün Hira günleri; yani itikâf günleriydi. O günler beşerin melekleşme yolunda yürümeye başladığı günlerdi. O günler, içerisinde bin aydan daha hayırlı olan Kadir Gecesi’nin aranması gereken günlerdi. O günler, Allah ile kurbiyetin/yakınlığın en üst düzeyde tesis edilmesi gereken günlerdi. İtikâf ile Allah’ın zimmeti altına giren o güzide nesle, muallimleri olan Efendimiz (s.a.s) bir şeyi daha öğretiyordu; o da Fıtır sadakasıydı. Bu sadaka, zekâttan ayrı olarak her fıtrat sahibinin Allah adına ve O’nun namına vermeyi öğrenmesi ve toplum içerisindeki sosyal dayanışmayı daha da güçlendirmesi için yerine getirilmesi istenilen bir yükümlülüktü.
HEYECANI YAŞAYABİLMEK
O ilk nesil, bu bereketli ayın sonunda bir de ödülün olduğunu öğrenecek ve ilk kez bayram yapmanın heyecanını yaşayacaklardı. Artık bayramla da Ramazan’ı yolcu etmenin hüznünü biraz olsun giderecek ve bir sonraki Ramazan’a kadar, elde edilen güzellikleri muhafaza etme gayreti göstereceklerdi.
EFENDİMİZ VE RAMAZAN
EFENDİMİZ’İN (s.a.s) Ramazan’a nasıl bir anlam yüklediğini şu tablo üzerinden anlayabiliriz. Taberani’nin el-Mu’cemü’l Kebir, adlı hadis kitabında aktarıldığına göre, sahabe diyor ki: Efendimiz (s.a.s) mescidinde hutbe vermek için minberine çıkıyordu. Baktık ki her basamak da birazca duruyor ve yüksek ses ile ‘amin’ diyerek diğer basamağa çıkıyordu. Üç kez böyle yaparak minbere çıktı, hutbesini verdi ve aşağı indi. Biz hemen yanına koştuk. İlk kez Efendimiz’den gördüğümüz bu eylemin hikmetini öğrenmek istedik, dedik ki: ‘Ya Resullulah neden bugün minbere çıkarken böyle davrandınız?’ Dedi ki: Bugün minbere çıkarken Cibril bana eşlik etti. Birinci basamakta geldi ve bana dedi ki: “Ana ve babası yada onlardan biri yanında ihtiyarlar da o adam bu fırsatı iyi değerlendirmez, onlara iyi davranıp mağfireti kazanacağı yerde onlara kötü davranırsa o adama yazıklar olsun, Allah o adamın burnunu yere sürtsün.” Ben de bu söze amin dedim. İkinci basamakta da geldi ve dedi ki: “Bir yerde senin adın anıldığı halde sana saygı göstermeyen salât ve selam ile sana bağlılığını dile getirmeyen adamın Allah burnunu yere sürtsün.” Ben de yine amin dedim. Üçüncü basamakta da geldi ve dedi ki: “Ramazan ayına varmış, ama bu ayı hakkıyla idrak edememiş, mağfiret ve tevbe imkanını kullanamamış adamın Allah burnunu yere sürtsün. Ben de buna da amin dedim.”
İşte Efendimiz (s.a.s) Ramazan ayının ilahî bir fırsat olduğunu böyle beyan ediyor. Kendisi, Sahabe’yi her zaman söz ile teşvik ettiği gibi hayatı ile de temsil ederek hayra teşvik ediyordu. Ramazan için de aynısını yapıyordu. Biraz önce söylediğim gibi teravihlerle, Kur’an mukabeleleri ile, hayır ve sadaka ile ve daha birçok güzellik ile Ramazan’ı ihya ediyordu. Bu konuda Tercümanü’l-Kur’an olan Abdullah b. Abbas’ın şu sözü zannedersem, meseleyi anlamamız açısından yeterlidir” diyor İbn Abbas: “Hz. Peygamber (s.a.s) hayır konusunda insanların en cömerdi idi. Özellikle Ramazan ayında Hz. Cebrail (as) ile görüştüğünde bu cömertliğinin sınırı olmazdı. Hz. Cebrail (as) ile görüşmesi ise, Ramazan ayı boyunca her gün gerçekleşirdi. Onun da hayır-hasenattaki cömertliği esen rüzgâra benzerdi.” (BUHARÎ, SAVM, 7)
Kaynak: Muhammed Emin Yıldırım / YENİ AKİT GAZETESİ