Noksanlık Sanılanlar

Alaaddin BAŞAR

Kitap okurken sadece yazılara bakarız, aradaki boşlukları hiçe sayar ve üzerinde düşünmeye değer bulmayız. Aslında yazıyı okutturan o boş kısımlardır. Kitaplar, o siyah harflerle beyaz boşlukların belli bir sıra dahilinde dizilmeleriyle ortaya çıkarlar.

Bir bilim adamından şu ilginç sözleri dinlemiştim:

“Parmakların teşekkülü sırasında bir kısım hücreler intihar ediyorlar, böylece elimiz yekpare bir et parçası olmaktan kurtuluyor ve parmaklar teşekkül ediyor.”

İntihar kelimesini, istemeyerek kullandığı, acı tebessümünden açıkça okunuyordu. Ama bu tarz bir ifade, benim için ayrı bir ufuk açtı:

Yazıyı okutturan, harfler arasındaki boşluklar olduğu gibi, eli çalışır hale getiren de parmaklar arası boşluklardı.

Hücrelerin bu intiharı(!) çok düşündürücü: Başkasının görev yapabilmesi için kendi hayatına son verme fedakârlığı.

Aklı ve iradesi bulunmayan bir varlık için bu kelime kullanılmaz ama kullanıyorlar işte. Aslında o hücreler intihar etmiyorlar, öldürülüyorlar. Parmak hücrelerine hayat veren kim ise, onları öldürmekle o hikmetli boşlukları meydana getiren de O.

Öyleyse, biz bu yersiz tabiri bir kenara bırakalım da şu ayet-i kerimeyi ibretle okuyalım:

“Sizin hanginizin en güzel ameli yapacağını” imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratan O'dur. Ve O; Aziz'dir, Gafûr'dur.” (Mülk Sûresi, 2)

Demek ki, hayatı kim yaratıyorsa, ölümü de O yaratıyor. Bu ayette ölümün hayattan önce gelmesi, konumuz açısından çok manidardır. İntihar hücrelerinin hayatına son verilecektir ki, elimiz hayat bulsun ve görevlerini yapabilsin. Bu son vermek, onlarda “ölümün yaratılmasıyla” gerçekleşir.

Öldürme de hayat verme gibi bir ilâhî fiildir ve bu iki farklı fiilden iki ayrı isim tecelli eder: Mümit ve Muhyi.

Risale-i Nur Külliyatında “nevmin büyük kardeşi olan mevt” ibaresi geçer. Buna göre, uyku ölümün küçük kardeşidir. Uykuyu yaratmak başlı başına bir ilahî icraattır.

Uyanıklığın son bulmasıyla uyku meydana gelmiyor, aksine uykunun yaratılmasıyla uyanıklık son buluyor.

İşte uykuyu ve uyanmayı yaratan Allah, ölümü ve hayatı da yaratmaktadır.

Bu manaya kuvvet veren bir başka ayet-i kerime: “Ölüden diri çıkarır, diriden de ölü çıkarırsın.” (Âl-i İmran Sûresi, 27)

Burada da yine birbirinden farklı iki yaratma fiili görülüyor. Önce ölü hükmünde olan bir şey yaratılıyor, sonra ondan hayatlı bir şey çıkarılıyor. Daha sonra bunun aksi sergileniyor ve o diriden tekrar ölü yaratılıyor. Demek ki, sebeplerin hiçbir tesiri yok. Dirinin yaratılışına ölü şeylerin sebep olması gösteriyor ki, diriden ölünün yaratılmasında da o dirinin bir tesiri, bir hükmü söz konusu değil. Olsaydı, o diriden, ölü değil, daha mükemmel bir diri çıkardı.

***

Ölü elementlerden diri canlılar yaratılıyor, sonra bu dirilere ölüm tattırılıyor ve onlar yeniden ölü maddeler haline getiriliyor.

Ağacın başında meyve, koyunun sırtında yün biterken insanın başında da saç bitmesi gösteriyor ki, insan kafasının ve aklının saçın yapılmasında hiçbir rolü yok.

Aynı şekilde, ölü yumurtalardan canlı civcivlerin çıkması ve onların büyüyüp tavuk olduklarında onlardan tekrar yumurta yaratılması da gösteriyor ki, ne civcivi yapan yumurtadır, ne de yumurtayı yapan tavuk. Her ikisinin de yaratıcısı olan Allah, “ölüden diri, diriden ölü çıkarma sanatının” bir misalini de bunlarda sergilemiş bulunuyor.

***

Bazen hiç düşünmediğimiz halde, hayalimizde bazı acayip şeyler canlanır. Çok güzel sesiyle ezan okuyan bir müezzini dinlediğimizde “dünün nutfesi bugün ezan okuyor” gibi bir hayalle birlikte içimizi bir hayret hissi kaplar.

Yine bazen, uçuşan kuşları gördüğümüzde, sanki yumurtalar kanatlanmışlar da uçuyorlar gibi gelir...

Bu hayalimizi akılla bir araya getirir ve yumurtaları üç kategoriye ayırırız: yürüyen, yüzen ve uçan yumurtalar diye.

Uçan güvercin mükemmel olduğu gibi, uçamayan tavuk da kendi mahiyetine ve görevine göre yine mükemmeldir. Diğer kuşlar gibi tavuklar da uçsalardı, onların da etlerinden ve yumurtalarından istifade edemezdik.

***

Demek ki, varlık âlemindeki ilim ve hikmet tecellilerini seyrederken acele etmeyeceğiz ve noksan sandığımız şeylerin arkalarında nice mükemmellikler bulunabileceğini düşünerek kararımızda biraz daha temkinli ve sabırlı olacağız.

Çevremizi bu nazarla şöyle bir süzelim:

“Büyümek mi iyidir, büyümemek mi?” sorusuna, acele ile, “Elbette ki büyümek” deriz. Ama bu her zaman böyle olmaz, taşın büyümesi değil, büyümemesi iyidir. Aynı şekilde, ağacın görmemesi, hayvanın da anlamaması iyidir.

İlk bakışta, “büyümemek, görmemek ve anlamamak” birer noksanlık, birer mahrumiyet gibi görülürler. Halbuki, bunlar yazının boşlukları gibidirler ve o varlıklar bunlarla mükemmellik kazanırlar.

Örnekleri artırabiliriz:

Başımızda saç bitmesi güzeldir, alnımızın ise çıplak olması.

Gözümüzün görmesi güzeldir, midemizin ise görmemesi.

Alt damağın hareketli olması güzeldir, üst damağın ise sabit olması.

Gündüzün ışığı güzeldir, gecenin ise karanlığı.

***

Bediüzzaman Saşd Nursi Hazretleri “Nisyan da bir nimettir” diyor ve çoğu zaman şikâyetçi olduğumuz “unutmanın” da bir nimet olduğunu ders veriyor.

Gerçekten de, hatırlanması gerekenlerin hıfzedilmesi kadar, unutulması gerekenlerin hatırlanmaması da büyük bir nimet. Çocukluktan beri başımıza gelen bütün üzücü halleri, çektiğimiz hastalıkları, yaptığımız kavgaları hiç unutmasaydık hayatımız acı hatıralarla dolup taşardı ve acılaşırdı.

***

Bu konuyla yakın komşuluğu olan bir başka konuya da kısaca değinmek isterim:

“Daire-i imkânda daha ahsen yoktur.”

Yani, gördüğümüz her şey, olması gereken en güzel ve en mükemmel şekilde yaratılmıştır.

Bu konuda bazen şöyle bir soru ile karşılaşıyoruz: Cennette bu bildiklerimizin çok ötesinde ve bunlardan çok daha mükemmel varlıklar olacağına göre bu hükmü nasıl anlayacağız?

Cevap olarak diyoruz ki, cennet de imkân âlemindendir. Yani, bu hüküm hem dünya için geçerlidir, hem de ahiret için. Dünyada, şu bildiğimiz sütten daha ileri bir süt düşünülemeyeceği gibi, cennette de oradaki süt nehrinden daha mükemmel bir süt nehri düşünülemez.

Dünyada her varlık kendi mahiyetine ve göreceği vazifelere en uygun bir yapıya sahip kılınmıştır. Şu güneşimizden daha büyük bir güneş hayal etsek bile, o güneş bunun yaptığı görevleri yapmaya uygun olmayacağından, bizim için büyük bir ateş parçası olmaktan ileri gidemez.

Bir de insan gözüne nazar edelim. Şu gözümüzden daha güzel ve daha mükemmel bir göz düşünebilir miyiz? Toprağa baktığında ondaki bütün bakterileri gören bir göz, yahut konuştuğu insanın yüzündeki bütün mikropları gören bir göz mükemmel sayılabilir mi? En mükemmel göz, görmesi gerekenleri gören, gerekmeyenleri de görmeyen gözdür.

Kısacası, zahirden hakikate geçemeyen akılların noksan sandıkları nice şeyler vardır ki, onlar hep kemale hizmet ederler ve mükemmelliğin yardımcılarıdırlar.

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (5)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.