Afrika'nın durumu sömürgeci devletlerin eseri

Son yıllarda uluslararası rekabette öne çıkmak isteyen ülkeler Afrika ile yakın ilişkiler kuruyor. Fakat tarih boyunca aynı sömürgeci devletler kıtayı yıkıma götürmüştü.

Afrika kıtası küresel rekabette her geçen gün daha fazla göze çarpıyor. Uluslararası ilişkiler ağı içinde etkili bir aktör olmak isteyen her ülke kıtaya ilgisini arttırıyor ve kıta ülkeleriyle olan ilişkilerini geliştirme yoluna gidiyor. Sömürgecilik yıllarında İngiltere, Fransa, Portekiz gibi ülkelerin doğrudan nüfuz alanı içinde bulunan Afrika kıtası, Soğuk Savaş yıllarında Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) çok yönlü nüfuz mücadelesinden payına düşeni almıştı. SSCB’nin çökmesinin ardından uluslararası siyasette tek süper güç olma vasfını ele geçiren Washington yönetimi, bu vasfı Afrika kıtası söz konusu olduğunda da sürdürmeye devam etti. Gelinen noktada, Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte ABD, kıtadaki nüfuzlu güç olma vasfını elinde bulunduruyordu.

20. yüzyılın son on yılına Afrika’daki tartışmasız en nüfuzlu dış güç olarak giren ABD, 21. yüzyıla gelindiğinde değişen uluslararası siyasi ortam ve yeni ortamda kendilerine daha etkili bir yer edinmek isteyen irili ufaklı birçok devletin dış politikalarında Afrika’ya daha fazla yer vermeleriyle beraber, kendisini ciddi ve nispeten yıpratıcı bir rekabetin ortasında buldu. Yeniden şekillenmeye başlayan ve tek seslilikten hızla arınan uluslararası nizamda Çin, Rusya, Japonya, Hindistan, Brezilya ve Türkiye gibi ülkeler kıtada daha fazla görünür olmaya başladı ve her geçen gün hızla yeni alanlar kazandılar. Ortaya çıkan bu tablo, ABD’nin Afrika’daki menfaatlerini baltalayan bir yapıya sahipti. Zira kıtada yeni aktörlerin alan kazanmaya başlaması, Washington yönetiminin eski gücünü ve nüfuzu altında bulunan alanları kaybetmesi anlamına geliyordu. Geçtiğimiz günlerde ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı John Bolton tarafından Afrika’daki varlıkları olumsuz ifadelerle nitelendirilip eleştiren iki ülke ise Çin ve Rusya oldu.

Afrika’da Rusya endişesi küresel gerginliğin ürünü mü?
Rusya’nın Afrika’daki varlığının ABD tarafından olduğundan çok daha fazla abartıldığı söylenebilir. Hatırlanacağı üzere, Soğuk Savaş döneminde siyasi, askeri ve ekonomik anlamda kıtada yer yer Washington’dan bile daha fazla ağırlığı olan Moskova yönetimi, Soğuk Savaş’ın ardından, içine düştüğü siyasi ve ekonomik buhran nedeniyle Afrika’dan hızla uzaklaşmıştı. 21. yüzyıla sayılı günler kala, birçok devletin Afrika’ya olan ilgisini arttırması ve Rusya’nın da Soğuk Savaş’ın ardından yöneldiği Avrupa’da umduğunu bulamayarak dış politika alternatiflerini “yeniden” çeşitlendirme yoluna gitmesi, Moskova yönetiminin yüzünü yeniden Afrika’ya dönmesine yol açmıştı. Putin’in liderliği altında Rusya, silah satışı, doğal kaynaklara erişim ve çeşitli yatırımlarla ticari ilişkilerin geliştirilmesi gibi alanlar üzerinden Afrika’da etkili olmaya çalıştı. Rusya her ne kadar 20 yıl öncesine kıyasla Afrika’da kendisine çok daha iyi bir pozisyon edinmiş olsa da, bu ülkenin kıtadaki varlığı, Afrika’nın eski sömürgecisi olan Fransa gibi ülkelerin Afrika’daki varlığından çok da fazla değil. Rusya’nın Afrika’da doğal kaynakları sömürdüğü, ülkelerin ekonomik gelişiminin altını oyduğu ve anti-demokratik hükümetlerle iş yaptığı yönündeki ABD eleştirileri büyük oranda haklılık payı taşısa da, bunlardaki ana motivasyon Afrika’nın ve Afrikalıların kısa, orta ve uzun vadeli çıkarları değil; mevcut uluslararası konjonktürde Washington ile Moskova’nın ilişkilerinin gergin olması ve artık çatırdamaya başlayan Atlantik bloğuna karşı Avrasya bloğunun eskiye kıyasla daha derli toplu bir görünüme kavuşması.

Öte yandan, her ne kadar Afrika’daki varlığı şimdilik sınırlı olsa da, ABD’nin Rusya’nın Afrika’daki faaliyetlerine dair endişesinin tamamen yersiz olmadığı da bir gerçek. Şimdilik kıtadaki etki alanı kendi geçmişine ya da rakiplerine kıyasla sınırlı olsa da, Rusya’nın yakın gelecekte kıtada giderek daha fazla güç kazanabilmesi ihtimali kuvvetli. Özetle, Afrika’daki mevcut Rus “tehdidi”, küresel siyasetin etkisiyle, olduğundan “biraz fazla” abartılmış bir gerçeklik durumunda.

Pekin-Washington sarmalında Washington öne çıkıyor
Rusya ile var olan siyasi gerginliği ve Rusya’nın yakın gelecekte kıtada daha da güçleneceği kaygısı -şimdilik- bir yana bırakılacak olursa, ABD’nin Afrika’da esas odaklandığı ve halihazırda kıtada karşısında alan kaybettiği ülke olarak Çin Halk Cumhuriyeti karşımıza çıkıyor. Çin’in Afrika’da etkili olma arayışlarının -ve bunu başarmasının- Clinton döneminde kıpırdanmaya başladığı, W. Bush döneminde ivme kazandığı ve Barack Obama döneminde doruk noktasına eriştiği ifade edilebilir. ABD karşısında Çin’i ön plana çıkaran en önemli etken ise bu ülkenin Washington yönetiminin ya da Batılıların aksine, ilişki kurduğu Afrikalı devletlere ya da devlet adamlarına başlangıçta herhangi bir ön koşul dayatmayan bir ülke görüntüsü çizmesi. Gerçekten de Pekin yönetimi, Afrikalılar ile ticari ilişkilerini yürütürken “şeffaflık”, “hesap verebilirlik”, “iyi yönetişim”, “demokrasi” gibi kriterlere dikkat etmiyor. Bunlar “siyasi kriter” olarak nitelendiriyor, siyasetle ticaretin birbirinden ayrılması gerektiğini söylüyor ve hatta bu gibi koşulları öne sürmeyi kıta devletlerinin egemenlik haklarına saldırı olarak yorumluyor. Bu durum bir yandan Çin’i Afrika’da ABD’ye ve Avrupalılara karşı ciddi bir alternatif olarak ön plana çıkarırken diğer yandan borç arayışındaki bazı Afrikalı ülkeleri ve devlet adamlarını sevindiriyor. Ne yazık ki Çin bu tavrıyla “sağ gösterip sol vuruyor” ve kıtadaki devletlerin -geri ödenemeyecek şekilde- borçlanmalarına ciddi manada imkân sağlıyor.

Çin’in kıtadaki etkisi ve yükselen aykırı sesler
Afrika’da her geçen gün yenileri keşfedilen zengin enerji kaynakları, Batı’nın Tiananmen meydanındaki olaylarda Pekin yönetiminin aleyhine tavır almasının Çin tarafında meydana getirdiği huzursuzluk, hızla kapitalistleşen Çin’in hammadde ve yeni pazar arayışları ve Afrikalıların BM Genel Kurulu’nda sahip olduğu oy gücü -toplamda 194 oyun 54’ü- Çinlilerin ilgisini hızla bu kıtaya yöneltmişti. Geçtiğimiz yirmi yıl içinde kıtada yeni iş ve yatırım imkanları sunması, kıta ülkelerinin altyapı ve üstyapı faaliyetlerini çeşitlendirmesi, ülkelerin ekonomik büyümelerine nispeten katkı sağlaması ve Batılıların uzak durduğu yerlere ve sektörlere girmekten imtina etmemesi, kıtadaki Çin imajının olumlu yönde seyretmesine neden olmuş ve bu ülke ABD’ye karşı Afrika’da her geçen gün daha fazla alan kazanmıştı. Çin’in kıtaya yönelik derinleşen ilgisi ve Washington’a karşı atağa geçme çabaları, bu ülkeyle kıta ülkeleri arasındaki ticaret verilerinde de ortaya çıkıyor. Her iki ülkenin de Afrika ile olan ticaretinde her ne kadar enerji ürünlerinin ithalatı ön plana çıksa da, 2013 yılında ABD’nin Afrika ile olan toplam ticaret hacmi 100 milyar doların altına düşerken, Çin’in kıta ülkeleriyle olan toplam ticaret hacmi 200 milyar doların üstüne çıktı. Ayrıca (ilki 2000 yılında düzenlenen) Çin-Afrika İş Birliği Forumu’nun (FOCAC) elde ettiği ticari ve siyasi başarı, ABD başta olmak üzere birçok ülkeyi Çin’in bu girişimini taklit etmeye yöneltti.

Pekin yönetiminin Afrika’ya yönelik uygulamaları, ABD ve diğer bazı aktörler tarafından sıklıkla eleştiriliyor. Bu bağlamda Çin (örneğin Sudan Devlet Başkanı Ömer el-Beşir ile kurulan ilişkide olduğu gibi) demokratik olmayan rejimlere meşruiyet kazandırdığı iddiasıyla yeriliyor. Buna karşılık Pekin “siyaset ile ticareti birbirinden ayırma” söylemini bu hususta da dayanak noktası olarak kullanıyor. Öte yandan Çin, Afrika’daki faaliyetlerinin kıtanın ekonomik kaynaklarını sömürme odaklı olduğu, kıtada eğitimsiz işgücüne olan ihtiyacı teşvik ettiği, Çin ürünleriyle rekabet edemeyen yerli üreticilerin iflasına neden olduğu gibi gerekçeler üzerinden de eleştiriliyor.

Çin’in Afrika’da en dikkat çeken ve belki de en çok eleştirilen dış politika stratejisi ise “borçlandırma siyaseti”. Bu kapsamda, sağladığı ön koşulsuz ve neredeyse sınırsız kredi ve yatırımlarla Afrika ülkelerini borç batağına sürükleyen ve bir anlamda bu ülkelerin yöneticilerinin ekonomik olarak kötü kararlar almasını teşvik eden Pekin yönetimi, borçlar geri ödenemediğinde, borçlu ülkelerin birtakım stratejik varlıklarına el koyuyor. Bolton’ın konuşmasında yer verdiği Cibuti örneğinde olduğu gibi, zaman zaman ABD ile Çin’i karşı karşıya getirme ihtimali olan bu durum, büyük oranda ekonomik temelli olan yeni sömürgecilik anlayışının en tehlikeli örneklerinden biri olarak ortaya çıkıyor.

Küresel rekabet önlenemezse kaybeden Afrika olur
Nihai olarak varılan noktada, her ne kadar kıtada Rus etkisi yeniden canlanmaya başlamışsa da, özellikle Çin’in 21. yüzyılda Afrika’daki siyasi ve bilhassa ekonomik faaliyetlerinin ABD’yi kıtada gerilettiği ve önüne geçme fırsatını doğurduğu açıktır. Ne var ki Çin modelinin de, geçmişte kıta üzerinde büyük tahribatlara neden olan sömürgeci modellerin ya da ABD ile SSCB rekabetinin ortaya koyduğu Soğuk Savaş zemininin -ya da sonrasının- olumlu bir alternatifi olmadığı ilk bakışta görülüyor. Pekin yönetiminin Afrika politikası kısa vadeli olarak kıtaya yarar sağlıyor gibi görünse de, bir yandan orta ve uzun vadede kıtanın siyasi ve ekonomik istikrarının altını oyarken diğer yandan ABD ile Çin arasında patlak veren Afrika’daki nüfuz mücadelesi kıtayı yeni tehdit ve tehlikelerle karşı karşıya bırakıyor. Her ne kadar Çin yakın gelecekte Afrika’da ABD karşısında alan kazanacakmış gibi bir görüntü verse de, bu rekabette asıl kaybedenin Afrika kıtası olacağı aşikardır. Ancak Afrika’daki devletlerin ve halkların yükselen tehdidin farkına varması ve (ister Doğu’dan, isterse Batı’dan gelsin) emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı dayanışma hali içinde olması bu durumu tersine çevirebilir.

Afrikalılar için mevcut atmosferdeki kara bulutları dağıtabilecek en önemli alternatif -ya da dayanak- ise kıtayla tarihi ilişkileri ve dostluk bağı bulunan Türkiye gibi ülkelerin bölgeyle daha fazla ilişkilenmesi olabilir. Kıtada her geçen gün daha fazla görünür hale gelen ve son alınan kararlarla bölgedeki büyükelçiliklerinde revizyona giden ve bu süreci sıkı kontrol altında tutarak devam ettirmesi gereken Türkiye, Afrikalılar ile birlikte küresel adaletsizliğe karşı ortak duruş sağlayabilirse, kıta üzerindeki yeni sömürgeci küresel rekabetin neticesinde patlak veren ve kıtayı sarması beklenen olası tahribatlar engellenebilir ya da daha az zararla atlatılabilir. Bunun gerçekleşmesi ise özelde her iki tarafın, genelde ise yeni ve farklı bir uluslararası nizam arayışında olanların kazanması anlamına gelecektir.

[Din ve milliyetçilik, sömürgecilik ve Afrika’da ABD dış politikası hakkında çalışmaları bulunan Hasan Aydın Afrika Araştırmacıları Derneği'nde (AFAM) görev yapmaktadır]

AA

İlk yorum yazan siz olun
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.

Analiz Haberleri