Acz ve fakr

Mehmet ARSLAN

Acz, Bediüzzaman’ın tespitiyle hakka götüren dört esastan biridir. O’na göre; Allah’a (c.c) karşı acizliğini ve fakirliğini düşünen onun dergâhına sığınır. Çünkü Allah’ın kuvvet ve kudretine dayanınca her şey ona müsahhar olur. Şöyle diyor: 

“Evet, acz dahi, aşk gibi, belki daha eslem bir tarîktir ki, ubûdiyet tarîkıyla mahbubiyete kadar gider.”  Sözler 438

Acizlik insanı ibadetle Allah yaklaştırıyor. Hakkalyakin mertebesine yetişiyor. Rükûa giderek, Allah’ın azameti karşısında tazimle eğiliyor. Bir adım ileriye gidip yere kapanmak olan secdeye varıyor. Rükû ve secdede Cenab-ı Hakkı tazim ederek tesbih ediyor. O hallerde insan şunu söylüyor: ”Bütün ihtiyaçlarımı karşılayan ve bütün düşmanlardan koruyan ancak sensin ya Rabbi”

“Acz, elini nefisten çekse, doğrudan doğruya Kadîr-i Zülcelâle verir.“(Sözler 441)

Elini Allah’a vermek demek, O’nun emri dışına çıkmamak, “Ahlâk-ı İlâhiye ile muttasıf olup Cenâb-ı Hakka mütezellilâne teveccüh edip..” (Sözler 499)  O’nunla hemhal olmaktır. Dünyaya geliş sebebi de budur. Üstad esas maksadı şöyle vurguluyor:

“insanın vazife-i asliyesi, nihayetsiz makàsıda müteveccih vezâifini görüp, acz ve fakr ve kusurunu ubûdiyet sûretinde ilân etmek.”(Sözler 294)

“Rabbü’l-Âlemînin Ulûhiyetinin izhârına karşı, zaaf içinde aczlerini, ihtiyaç içinde fakrlarını ilândan ibâret olan ubûdiyet ile ve ubûdiyetin hulâsası olan namaz ile mukabele ettiler.” (Sözler 116)

Namaz çok önemli olduğu ifade ediliyor. İbadet denince akla önce namaz geliyor. Namaz, fakir-zengin, genç-ihtiyar herkesin her gün hayatının parçasıdır. Hem her gün en az beş defa dergâhına saygıyla el bağlayıp boyun büktüğü için ubudiyetin hulasası denmiştir. Güzel ifade edilmiş, şöyle ki:

“Acz, fakr, kusurunuzu bilip, dergâhına abd olunuz.” Sözler 499

İnsanın mahiyeti, yaratılışı acz ile yoğrulmuştur. Bu mahiyette olan insan kendisini kontrol eder. Şunu daha iyi anlar:

“Çünkü acz ve fakr ve kusurdan başka nefsinde bulmuyor ki, haddinden fazla geçsin.” (Sözler 441)

“İnsaniyetin esâsında münderiç olan acz ve zaaf, fakr ve ihtiyaç, naks ve kusur..” Sözler 499

Kendisinin mahiyetinin böyle olduğunu anlayan insan gururlanabilir mi, haddini aşar mı? Herkesi kendisi gibi yaratılmış varlık olarak bilir. Zillete düşmeyeceği gibi, başkasına da tahakküm etmez. 

Kur’an’ın hakiki bir tefsiri olan Risale-i Nur okuyana tesir eder, kişinin kendisini anlamasını sağlar. Bu zamanın en büyük hastalıklarından olan nefsin Firavunlaşmasını kırar boyun eğdirir. Üstad şöyle açıklıyor: "İnsan, acz ve fakrını anlamakla, tam Müslüman ve abd olur." Sözler 718

İnsana verilen kabiliyetler, güzellikler ve üstün meziyetler de vardır. Bunlar acz ve fakrla nasıl telif edilecektir. Üstad şöyle ifade ediyor.

“Nefsinde yalnız kusuru ve naksı ve aczi ve fakrı görüp, bütün mehâsin ve kemâlâtını, Fâtır-ı Zülcelâl tarafından ona ihsan edilmiş nimetler olduğunu anlayıp, fahr yerinde şükür ve temeddüh yerinde Hamd etmektir.” (Sözler 439)

İnsanda meydana gelen güzellikler Allah’tan bilip, tahdis-i nimet olarak ifade etmekle şükrünü eda etmektir. Onunla gururlanıp, veren Allah’ı unutmakla yanlışa girmemek lazımdır.

Acz ve fakrını gören insan, bütün ihtiyaçlarını karşılayan ve her çeşit düşmanlardan koruyan Allah’a sığınır. Allah’ı bulan, tevekkül eden ve ona sığınan hayatından tam lezzet alır. Her şeye karşı dayanır. Zindanlar onun için saraylar hükmüne geçer. Bediüzzaman şöyle anlatıyor:

“Ey mağrur nefsim, sen o seyyahsın. Şu dünya ise bir çöldür. Aczin ve fakrın hadsizdir. Düşmanın, hâcâtın nihayetsizdir. Mâdem öyledir, şu sahrânın Mâlik-i Ebedîsi ve Hâkim-i Ezelîsinin ismini al. Ta bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hâdisâtın karşısında titremeden kurtulasın.
Evet, bu kelime öyle mübârek bir defînedir ki, senin nihayetsiz aczin ve fakrın, seni nihayetsiz kudrete, rahmete rabt edip, Kadîr-i Rahîmin dergâhında aczi, fakrı en makbul bir şefaatçi yapar. Evet, bu kelime ile hareket eden, o adama benzer ki: Askere kaydolur. Devlet nâmına hareket eder. Hiçbir kimseden pervâsı kalmaz. Kanun nâmına, devlet nâmına der. Her işi yapar, her şeye karşı dayanır. (Sözler 12)

“Gàye-i insaniyet ve vazife-i beşeriyet, ahlâk-ı İlâhiye ile ve secâyâ-i hasene ile tahallûk etmekle beraber aczini bilip kudret-i İlâhiyeye ilticâ, zaafını görüp kuvvet-i İlâhiyeye istinat, fakrını görüp rahmet-i İlâhiyeye itimad, ihtiyacını görüp gınâ-i İlâhiyeden istimdâd, kusurunu görüp afv-ı İlâhîye istiğfar, naksını görüp kemâl-i İlâhîye tesbihhan olmaktır.” (Sözler 498)

Acizlik ve fakirlik bir kıyas ölçüsü olarak kullanılırsa Cenab-ı Hakk’ı anlamaya vesile olur. Şöyle ifade ediliyor:

“Acz ve zaafın, fakr ve ihtiyacın ölçüsüyle, kudret-i İlâhiye ve gınâ-i Rabbâniyenin derecât-ı tecelliyâtını anlamaktır. Nasıl ki açlığın dereceleri nisbetinde ve ihtiyacın envâı miktarınca, taamın lezzeti ve derecâtı ve çeşitleri anlaşılır. Onun gibi, sen de nihayetsiz aczin ve fakrınla, nihayetsiz kudret ve gınâ-i İlâhiyenin derecâtını fehmetmelisin.” (Sözler 118)

“Şimdi, ey nefis! Birkaç sözde katî ispat etmişiz ki, asıl mahiyetin kusur, naks, fakr, aczden yoğrulmuştur ki, zulmet karanlığın derecesi nispetinde nurun parlaklığını gösterdiği gibi, zıddiyet itibâriyle sen onlarla Fâtır-ı Zülcelâlin kemâl, cemâl, kudret ve rahmetine âyinedarlık ediyorsun.” (Sözler 323)

“Gecede zulümât, nasıl nuru gösterir; öyle de, insan zaaf ve acziyle, fakr ve hâcâtıyla, naks ve kusuruyla bir Kadîr-i Zülcelâlin kudretini, kuvvetini, gınâsını, rahmetini bildiriyor ve hâkezâ, pek çok evsâf-ı İlâhiyeye bu sûretle âyinedarlık ediyor. (Sözler 627-28)

Risale-i Nur’da bunun gibi çok hakikatlar var ki, İnsan “ene” ile Halıkını daha iyi bulur ve bilir. Kâinat içinde çok küçük bir zerre olduğunu idrak eder.

Acizlik ve fakirlik Allah’ a karşı olmalıdır. İnsanlar karşısında el avuç açmak, zillet göstermek değildir. Bunu Bediüzzaman şöyle ifade ediyor:

“Yanlış anlaşılmasın; acz ve fakr ve kusurunu Cenâb-ı Hakka karşı görmek demektir. Yoksa onları yapmak veya halka göstermek demek değildir. . “ Sözler 438

Dünyada gerekli olan rızık ve başarı, sonsuz kudret sahibi olan Allah’ a karşı acizlik ve fakirliği nisbetinde elde edilir. Böyle olduğunu Üstad misallerle anlatıyor:

“Eğer insan zaafını anlayıp, kàlen, halen, tavren duâ etse ve aczini bilip istimdâd eylese, o teshîrin şükrünü edâ ile beraber, matlûbuna öyle muvaffak olur ve maksadları ona öyle musahhar olur ki, iktidar-ı zâtîsiyle onun aşr-ı mîşârına muvaffak olamaz.  (Sözler 296)

 Ve mâdem bu mahiyetteki nev-i benî Adem, mizaç ve hilkat itibâriyle gayet zayıf ve âciz ve gayet acz ve fakrıyla beraber, hadsiz ihtiyacâtı ve teellümâtı olduğu halde, bütün bütün kuvvetinin ve ihtiyârının fevkınde olarak, koca küre-i arzı o nev-i insana lüzumu bulunan her nevi mâdenlere mahzen ve her nevi taamlara ambar ve nev-i insanın hoşuna gidecek her çeşit mallara bir dükkân sûretine getiren, gayet kuvvetli ve hikmetli ve şefkatli bir Mutasarrıf var ki, böyle nev-i insana bakıyor, besliyor, istediğini veriyor.” (Sözler 97)

“Yalnız, bâzı vakit, lisân-ı hal duâsıyla hâsıl olan bir matlûbunu, yanlış olarak kendi iktidarına hamleder. Meselâ, tavuğun yavrusunun zaafındaki kuvvet, tavuğu arslana saldırtır. Yeni dünyaya gelen arslanın yavrusu, o canavar ve aç arslanı kendine musahhar edip, onu aç bırakıp kendi tok oluyor. İşte, cây-ı dikkat, zaaftaki bir kuvvet ve şâyân-ı temâşâ bir cilve-i rahmet!..
Nasıl ki, nazdar bir çocuk, ağlamasıyla, ya istemesiyle, ya hazin haliyle, matlûblarına öyle muvaffak olur ve öyle kavîler ona musahhar olurlar ki, o matlûblardan binden birisine, bin defa kuvvetciğiyle yetişemez. Demek zaaf ve acz, onun hakkında şefkat ve himâyeti tahrik ettikleri için, küçücük parmağıyla kahramanları kendine musahhar eder. Şimdi, böyle bir çocuk, o şefkati inkâr etmek ve o himâyeti ittiham etmek sûretiyle, ahmakàne bir gururla, "Ben kuvvetimle bunları teshîr ediyorum" dese, elbette bir tokat yiyecektir.
İşte, insan dahi, Hàlıkının rahmetini inkâr ve hikmetini ittiham edecek bir tarzda küfrân-ı ni’met sûretinde, Kàrun gibi  "Ben kendi ilmimle, kendi iktidarımla kazandım" dese, elbette sille-i azaba kendini müstehak eder.

Demek şu meşhud saltanat-ı insaniyet ve terakkiyât-ı beşeriye ve kemâlât-ı medeniyet, celb ile değil, galebe ile değil, cidâl ile değil; belki ona, onun zaafı için teshîr edilmiş, onun aczi için ona muâvenet edilmiş, onun fakrı için ona ihsan edilmiş, onun cehli için ona ilham edilmiş, onun ihtiyacı için ona ikram edilmiş. Ve o saltanatın sebebi, kuvvet ve iktidar-ı ilmî değil, belki şefkat ve re’fet-i Rabbâniye ve rahmet ve hikmet-i İlâhiyedir ki, eşyayı ona teshîr etmiştir.
Evet, bir gözsüz akrep ve ayaksız bir yılan gibi haşerâta mağlûp olan insana bir küçük kurttan ipeği giydiren ve zehirli bir böcekten balı yediren, onun iktidarı değil, belki onun zaafının semeresi olan teshîr-i Rabbâniye ve ikram-ı Rahmânîdir.

Ey insan! Mâdem hakikat böyledir; gururu ve enâniyeti bırak. Ulûhiyetin dergâhında acz ve zaafını istimdâd lisâniyle, fakr ve hâcâtını tazarrû ve duâ lisâniyle ilân et ve abd olduğunu göster. (Sözler 296)

Mahlûkatın en şereflisi olan insana, acz ve fakirliği için bütün kâinat emrine verilmiş ve ona hizmetkar kılınmıştır. Onun için insandan çok büyük ve geniş bir şükür isteniyor.

mehmetarslan@risalehaber.com

İlk yorum yazan siz olun
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.