Firavun'un vezirine meâlen "Ey Hâmân, bana bir kule yap." (Mü'min Sûresi, 40/36) dediği âyetleri ve "Kule" mânâsına gelen صَرْحًا ifadesini şu şekilde izah etmektedir;
«Meselâ:
يَا هَامَانُ ابْنِ لٖى صَرْحًا
Firavun, vezirine emreder ki: "Bana yüksek bir kule yap, semavatın halini rasad edip bakacağım. Semanın gidişatından acaba Musa'nın (as) dava ettiği gibi semada tasarruf eden bir İlah var mıdır?" İşte
صَرْحًا
kelimesiyle ve şu cüz'î hâdise ile, dağsız bir çölde olduğundan dağları arzulayan ve Hâlıkı tanımadığından tabiatperest olup rububiyet dava eden ve âsâr-ı ceberutlarını göstermekle ibka-yı nam eden, şöhretperest olup dağ-misal meşhur ehramları bina eden ve sihir ve tenasühe kail olup cenazelerini mumya edip dağ misillü mezarlarda muhafaza eden Mısır firavunlarının an'anesinde hükümferma bir düstûr-u acîbi ifade eder.» (Sözler, s. 401)
"Bugün senin cesedini kurtaracağız." (Yûnus Sûresi, 10/92) şeklinde meâl verilen Firavun hakkındaki âyet şu şekilde ele alınmıştır;
«Meselâ:
فَالْيَوْمَ نُنَجّٖيكَ بِبَدَنِكَ
Gark olan Firavun'a der: "Bugün senin gark olan cesedine necat vereceğim" ünvanıyla umûm Firavunların tenasüh fikrine binaen cenazelerini mumyalamakla maziden alıp müstakbeldeki ensal-i âtiyenin temaşagâhına göndermek olan mevt-âlûd, ibretnüma bir düstûr-u hayatiyelerini ifade etmekle beraber, şu asr-ı âhirde o gark olan Firavunun aynı cesedi olarak keşfolunan bir beden, o mahall-i gark denizinden sahile atıldığı gibi, zamanın denizinden asırların mevceleri üstünde şu asır sahiline atılacağını, mu'cizane bir işaret-i gaybiyeyi, bir lem'a-yı i'cazı ve bu tek kelime bir mu'cize olduğunu ifade eder.» (Sözler, s. 401 - 402)
Benzer ifadeler Emirdağ Lâhikası 2 eserinde bir hâşiyede geçmekte ve o kısma hâşiyenin hâşiyesi de düşülmüştür;
{(Haşiye): Mu'cizat-ı Kur'âniye'de
َالْيَوْمَ نُنَجّٖيكَ بِبَدَنِكَ
âyetiyle gark olan Firavun'a der: "Bugün gark olan cesedine necat vereceğim" demesiyle umûm Firavunların tenasüh fikrine binaen cenazelerini mumyalamakla maziden alıp müstakbeldeki ensal-i âtiyenin temaşagâhına göndermek olan mevt-âlûd, ibretnüma bir düstûr-u hayatiyelerini ifade etmekle beraber, şu asr-ı âhirde o gark olan Firavun'un aynı cesedi olarak keşfolunan bir beden, o mahall-i gark denizinden sahile atıldığı gibi, zamanın denizinden asırların mevcelerinin üstünde şu asır sahiline atılacağı mu'cizane bir işaret-i gaybiye ifade eder.
(Hâşiyenin hâşiyesi): Bu asırda ecnebiler aynı Firavun'un cesedini bulmuşlar. Müzehanelerine götürdükleri, ceridelerle neşredilmiştir.}» (Emirdağ Lâhikası 2, s. 128)
"Haydi ölümü isteyin." (Bakara Sûresi, 2/94) şeklinde meâl verilen âyete hem meâl verilip hem de şu şekilde tefsîr edilmiştir;
«Meselâ:
فَتَمَنَّوُا الْمَوْتَ
"Eğer doğru iseniz, mevti isteyiniz. Hiç istemeyeceksiniz." İşte meclis-i Nebevîde küçük bir cemaatin cüz'î bir hâdise ünvanıyla, milel-i insaniye içinde hırs-ı hayat ve havf-ı mematla en meşhur olan millet-i Yehud'un tâ kıyamete kadar lisan-ı halleri, mevti istemeyeceğini ve hayat hırsını bırakmayacağını ifade eder.» (Sözler, s. 402 - 403)
Bir başka misâl de şudur;
«Meselâ:
لَمْ يَلِدْ وَلَمْ يُولَدْ وَلَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُوًا اَحَدٌ
Kesretli tabaka olan avam tabakasının şundan hisse-i fehmi: "Cenâb-ı Hak, peder ve veledden ve akrandan ve zevceden münezzehtir."» (Sözler, s. 412)
"O doğurmamış ve doğurulmamıştır. Ve hiçbir şey Onun dengi değildir." (İhlâs Sûresi, 112/3-4) şeklinde lafzen bildiğimiz âyetin mânâsını ve teslis akîdesine nasıl reddiye olduğunu mânâ olarak çok tesirli bir sûrette "Cenâb-ı Hak, peder ve veledden ve akrandan ve zevceden münezzehtir." ifadeleri ile Üstâd Bediüzzaman meâllendirerek gözler önüne sermiştir. Hem teslîs akîdesindeki Hristiyanlığa hem de şirk üzere olan başta Mekke müşrikleri olmak üzere tüm tevhîde aykırı fikirleri İhlâs Sûresi'nin kesip attığını göstermiştir.
Diğer bir misâl;
«Kur'ân, beşerin nazarına san'at-ı İlahiyenin mensucatını açar, gösterir. Sonra fezlekede o mensucatı, esma içinde tayyeder veyahut akla havale eder. Birincinin misallerinden meselâ:
قُلْ مَنْ يَرْزُقُكُمْ مِنَ السَّمَٓاءِ وَالْاَرْضِ اَمَّنْ يَمْلِكُ السَّمْعَ وَالْاَبْصَارَ وَمَنْ يُخْرِجُ الْحَىَّ مِنَ الْمَيِّتِ وَيُخْرِجُ الْمَيِّتَ مِنَ الْحَىِّ وَمَنْ يُدَبِّرُ الْاَمْرَ فَسَيَقُولُونَ اللّٰهُ فَقُلْ اَفَلَا تَتَّقُونَ فَذٰلِكُمُ اللّٰهُ رَبُّكُمُ الْحَقُّ
İşte başta der: "Sema ve zemini, rızkınıza iki hazine gibi müheyya edip oradan yağmuru, buradan hububâtı çıkaran kimdir? Allah'tan başka koca sema ve zemini iki muti' hazinedar hükmüne kimse getirebilir mi? Öyle ise, şükür ona münhasırdır."
İkinci fıkrada der ki: "Sizin a'zâlarınız içinde en kıymetdar göz ve kulaklarınızın mâliki kimdir? Hangi tezgâh ve dükkândan aldınız? Bu latif kıymetdar göz ve kulağı verecek ancak Rabbinizdir. Sizi icad edip terbiye eden odur ki, bunları size vermiştir. Öyle ise yalnız Rab odur, Mabud da o olabilir."
Üçüncü fıkrada der: "Ölmüş yeri ihya edip yüz binler ölmüş taifeleri ihya eden kimdir? Hak'tan başka ve bütün kâinatın Hâlıkından başka şu işi kim yapabilir? Elbette o yapar. O ihya eder. Madem Hak'tır, hukuku zayi' etmeyecektir. Sizi bir mahkeme-i kübraya gönderecektir. Yeri ihya ettiği gibi, sizi de ihya edecektir."
Dördüncü fıkrada der: "Bu azîm kâinatı bir saray gibi, bir şehir gibi kemal-i intizamla idare edip tedbirini gören, Allah'tan başka kim olabilir? Madem Allah'tan başka olamaz; koca kâinatı bütün ecramıyla gayet kolay idare eden kudret o derece kusursuz, nihayetsizdir ki, hiçbir şerik ve iştirake ve muavenet ve yardıma ihtiyacı olamaz. Koca kâinatı idare eden, küçük mahlukatı başka ellere bırakmaz. Demek, ister istemez ‘Allah’ diyeceksiniz."» (Sözler, s. 416 - 417)
Mevzûbahis âyetlerin lafzî meâlleri ise şu şekildedir;
"De ki: Kimdir gökten ve yerden sizi rızıklandıran? Kimdir kulak ve gözler yaratıp size veren? Kimdir ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkaran? Kimdir kâinatı yerli yerince tedbir ve idare eden? Onlar diyecekler ki, ‘Allah'tır.' Öyle ise, ‘Hâlâ Ona ortak koşmaktan korkmaz mısınız?' de. İşte, Hak olan Rabbiniz Allah Odur." (Yûnus Sûresi, 10/31-32)
(Devam Edecek)