24 Kasım ve öğretmenlik mesleği

Mehmet Ali KAYA

Bediüzzaman Said Nursi ile görüşen değerli ve rahmetli öğretmen ağabeyimiz Konya’lı Mustafa Özsoy “Son Şahitler”deki hatıralarında Bediüzzaman’ın kendisine şöyle dediğini nakleder: “Nazarımda iki sınıf çok ehemmiyetlidir. Biri öğretmen, diğeri subaylardır. Bir öğreten yüz vaiz kadar bu memlekete faydalıdır. Subay ise Türk ordusunun temelidir.” (Necmettin Şahiner, Son Şahitler, 3:327-329)

Kelimeler bir milletin kültürünü ve ilmî seviyesini gösterir. Eskiden “öğretmen” kelimesi kullanılmaz; “Muallim” denirdi. Öğrenciye de “Talebe” ifadesi ile hitap edilirdi. Öğretmen ilim yanında irfan da öğretirdi. Çünkü adı “Muallim” yani ilim öğretendi. “İlim” kelimesinde “ilim ve irfan” yani “bilgi ve kültür” manaları vardır. “Talebe” ise ilme ve irfana yönelen ve muallimden bunu talep eden kimse demektir.

Günümüzde “Maarif” yerine “Öğretim” ve “İlim ve İrfan” yerine “Eğitim ve Öğretim” kelimeleri eğitim ve öğretime hâkim olmuştur. Hatta “Din Eğitimi” dahi “Din Öğretimi” haline getirildi. Bunlar basit gibi görünse de altında çok derin bir değişimi yansıtmaktadır.

Bilgi insanın elde ettiği duyumları ve duyular vasıtası ile kazanımlarıdır. Bilginin “ilim” olabilmesi için gerçeğe dayanması, hipotezden çıkıp ispat edilebilir olması gerekir. Gerçeğe dayanmayan duyumlar ve ispat edilemeyen hipotezler ve varsayımlar malumat yığınından öte bir anlam ifade etmez. Bir bilgide “ilim” vasfı yoksa o bilgi sahibinde “irfan” aranmaz ve beklenmez. İrfan ise ilmin kişiye kazandırdığı olgunluk, vakar ve ahlâki özelliktir. Bunun ötesi ise “feraset” ve hakkaniyettir. Bu da ilim sahibine “tevazu” “mahviyet” ve “enaniyetsiz büyüklük” kazandırır.

İlimden uzak bir öğreti ise irfan yerine şımarıklık, bilgiçlik ve bundan kaynaklanan küstahlık vasfını kazandırdığı gibi, bilgisi arttıkça bilgi sahibinin “enaniyeti” kuvvet bulur. Bilgi sahibinin bilgisi, makamı ve kariyeri yükseldikçe enaniyeti ve bencilliği artar. En yüksek makama geldiği zaman da iyi bir firavun olur. Çünkü onun bilgisi hakka ve hakikate, gerçeğe ve hakkaniyete değil, boş iddialara ve yasaların kendisine verdiği statüye dayanmaktadır. Gücünü ilminden değil, mansıbından ve statüsünden kaynaklanır. Bunun için isminin önüne mansıbını ve makamını koyar. Çünkü gücünü kendi isminden ve o isme değer katan ilminden değil, aldığı unvanından ve makamından almaktadır. İşte ilimden yoksun bilginin kişiye sağladığı katkı budur.

Öğretim sadece akla bilgi yükleme faaliyetidir. Eğitim ise bilginin kalbe ve vicdana hâkim olması ve kişinin davranışlarında değişiklik yapmasıdır. Doğru ve hakikatli bilgiler yani ilim insanda müspet ve ahlâkî bir değişime sebep olurken, gerçeğe dayanmayan, heva ve hevese hitap eden, nefsini şımartan bilgiler ise insan ruhunda ve vicdanında tahribat yaptığı için ruhunda ve ahlakında yozlaşmaya ve bozulmaya sebep olur. Bu nedenle okula gitmeden önce terbiyeli ve ahlaklı olan bir öğrenci, okula gittiği zaman terbiyesinde ve ahlakında bozulma ve tahribat yaşamaya başlar. Okullarda yaşadığımız sıkıntıların kaynağına bu vardır.

Eğitimden hazzetmeyen ve Maarifi kabul etmeyen bir öğretimin sonucu budur. 1940’lı yıllarda eğitim ve öğretimde meydana gelen tahribatı düzeltmek için 1950-80 arası “Din Eğitimi” ve bunu yapacak olan “Din Eğitimi Genel Müdürlüğü” kurumları oluşturulmuştu. Maalesef 1980 sonrası güya okullara “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi” konuldu. Din Eğitimi olmasın sadece kültür ve ahlak bilgisi verilsin diye “Din Eğitimi Genel Müdürlüğü” asıl fonksiyonu olan “Eğitimi” yapmasın diye “Din Öğretimi” haline getirildi. Böylece içi boşaltıldı. Dini sadece bir öğreti ve kültür olarak gören zihniyetten “Eğitim” “İlim ve İrfan” beklenir mi? Bu ruhunu öldürdüğünüz bir cesedi güzel bir şekilde mumyalamaktan başka bir şeye benzemez. Nitekim günümüzde “Din Öğretimi” gerek Milli Eğitim bünyesinde gerekse “Diyanet İşleri Başkanlığı” bünyesinde bundan ibarettir. İçi boş bir eğitim, ruhu olmayan bir beden… Bunu ne kadar süslerseniz süsleyiniz. Bir şey ifade etmez…

1940’lı yıllar öğretmenlik mesleğinin öldürüldüğü bir dönemdi. Köy Enstitüleri ve Öğretmen Okulları ile ve yeni bir “Milli Eğitim” projesi ile önce Muallimlik mesleği öğretmenliğe dönüştürüldü. Maneviyattan, ilimden ve inançtan yoksun eğitmenler ve öğretmenler yetiştirildi. Sonra “Maarif”ten “İlim ve irfan” kaldırıldı. Din derslerinden yoksun, inançsız bir fen eğitimi ve gerçeklerin saptırıldığı bir tarih eğitimi verilemeye başlandı. Bu günlere gelindi. Bu milletin vergileri ile bütçeden büyük bir pay ayırarak yürüttüğümüz “Milli Eğitimi” ruh ve maneviyattan, gerçekçi bilgilerden, ispata ve hakikate dayanan bilgilerden yoksun bırakıp, binalarını süsleyerek, içine bilgisayarlar yerleştirerek düzeltmemiz mümkün değildir.

Sonuçları değiştirmek için başlangıçları değiştirmek gerekir. Aynı şeyleri yapıp farklı sonuçlar beklemek ham hayalden öte tam bir aptallıktır. Günümüzde değişen ne var ki, sonuçta öğrencilerimizden “İlim ve irfan” “Ahlak ve Fazilet” bekleyelim. Bunun için öncelikli olarak öğretmenlerin “Muallim” olması gerekir.

İsme ve resme takılmak doğru değil, içeriğe bakmak gerek. Başta Bediüzzaman’ın ifade ettiği gibi her şey yine öğretmenin ilim ve irfan sahibi olmasına bağlıdır. Ne zaman öğretmenlerimizi “İlim” sahibi yaparsak o zaman öğrenciyi de okulu da, ülkeyi de kurtarmış oluruz.
Her şey öğretmene bağlıdır…

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (4)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.