Semih Sergen: Said Nursi harf harf, hece hece anlaşılmalı

Semih Sergen: Said Nursi harf harf, hece hece anlaşılmalı

Usta tiyatro sanatçısı Semih Sergen’le RisaleHaber olarak gerçekleştirdiğimiz söyleşi…

Röportaj: Dursun Sivri - RİSALEHABER

Semih Sergen, tiyatronun duayeni, yaşayan bir tarih, sanat dünyası içinde mümtaz bir yeri olan bir isim. Bu tanımlama ne kadar uygun düşer onu da bilemiyorum doğrusu. Sanatında, işinde fani olduğu kadar oynadığı, seslendirdiği eserle de aynileşebilen özgün bir sanatçı. Düşünce, duygu ve felsefi derinliği üstlendiği rolün çok üstünde hissediliyor. Seksen yaşında olmasına rağmen, gayet dinç, dinamik hâli de maşallah dedirten bir profil sergiliyor. Söyleşi sonunda şiirlerinin yer aldığı iki CD ve bir kitabını da imzalayıp hediye ettiler.

Çocukluğumuzdan beri radyo televizyonlarda sesinize aşinayız. Televizyonlarda şiir okumalarınızdan tiyatro oyunlarına varıncaya kadar. İster istemez yeni kuşaklara sizin eserleriniz olmakla beraber her geçen gün paylaşılması gereken deneyimlerinizin olduğunu düşünüyoruz. Uzun yıllar tiyatro oyunlarından Shakspeare, Hamlet, Makbet oynadığınızı biliyoruz. Ve bunlar gibi birçok rol aldığınız oyunlar var. Shakspeare 1400’lü yıllardan beş yüz, altı yüzyıl geçmiş hala oyunları seyrediliyor. Adeta özdeşleşmiş gibi, rollerini sahici bir şekilde takdim etmenizin arka planında mutlaka bir şeyler var.

Tabi Sheakspare çok ünlü bir yazar. Bütün dünya kabul etmiş. Neden ünlü bir yazar? Hâlâ pırıl pırıl insan kokuyor. İnsana olan saygısı sonsuz. Çok farklı biçimde insanları değerlendiriyor. Oyunlarının dramatik yapısı hala bugün için geçerli.

O, sağlığında bütün krallığını dağıtıyor. Artık çocuklarımın yanında istediğim gibi yaşarım diyor. Fakat öyle olmuyor. Adamın yanındaki insanları bile dağıtıyorlar. Sonunda dağlara düşüyor.

Hamlet dediğiniz de bir yerde öyle. Annesi amcası ile beraber oluyor, babasını öldürüyor, o bütün yükü bu delikanlı adam kendisi çekmek zorunda kalıyor. Ve bütün insanlığa karşı bakış açısı değişiyor.

Makbet derseniz o da öyle. İhtiras yüzünden kralı öldürüp de arkasından, rahat bir hayat yaşayacağız diye kandırılan bir Makbet var ortada. Lady Makbet diye gözü ihtirastan başka bir şey görmeyen bir kadın var. Yani Shakspeare’in bütün oyunları böyle. Fakat Shakspeare’in benim çok dikkatimi çeken bir tarafı vardır. Hatta zaman zaman Shakspeare Kur’an’ı iyi mi biliyor diye düşünmüşümdür. O, “Bütün dünya bir oyun sahnesidir, insanlarda kendilerine verilen rolleri oynayan oyuncular gibidir” diye bir oyunu vardır.

semih_sergen.jpgMERHAMETİN ŞANINDA ZORLAMAYA YER YOKTUR

“Dünya, oyun ve oyalamaktan ibaret” ayet meâliyle de örtüşüyor mu sanki?

Tabi. Başka bir yer vardır mesela. O da yine çok enteresandır benim için. Venedik Taciri diye bir oyunu vardır. Oyunda, oyunun dramatik yapısının dışında ünlü bir savunma vardır. O savunmada merhamet konusunda konuşulur. “Merhametin şanında zorlamaya yer yoktur, mübarek yağmur gibi gökyüzünden yeryüzüne akar. İki kat mübarektir. Hem alana rahmettir hem verene rahmettir. İşte tahtındaki krala tacından çok yaraşır” diye bir sözü vardır. Baktığımızda hakikaten de böyle. Çünkü bizim Yüce Peygamberimizin adı da Rahmet Peygamberidir.

Bu seneki Kutlu doğum haftasındaki tema da öyleydi; merhamet…

Evet. O, rahmet peygamberidir ve yalnız Müslümanlara gönderilmemiştir. Bütün âleme ve âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. Bütün mesele Yunus Emre’nin söylediğine dayanıyor:

Elif okuduk ötürü
Pazar eyledik götürü
Yaradılanı hoş gördük
Yaradandan ötürü

Yaradan, Rabbu’l Âlemin. Yaradılmış her şey O’nun eseri. Hele ki insan konusuna gelince mademki “yaratılmışların en şereflisi insandır” buyurmuştur Yüce Allah, o bakımdan insana çok dikkatle bakmak lazım.

Shakspeare’de insanlığın bildiğimiz klasik inanç ve itikattan öte bir tevhid inancı da anlaşılıyor eserlerinden.

Tabi. Daha sonraki meselelerde bu teslis dediğimiz ve çok saçma, papazların uydurması vardır. Ama Shakspeare de böyle bir şey yoktur.

VELİLERE GELEN BİR TAKIM İLHAMLAR SANATÇIDA DA VARDIR

Bizdeki değerlerle çok örtüşüyor. O da bizde karşılık buluyor diyebilir miyiz?

Gayet tabi. Bir yerde mesela peygamberlere gelen vahiyler, velilere gelen bir takım ilhamlar aynı ilham sanatçıda da vardır. Eğer o gerçek sanatçıysa Yüce Allah lutfetmiştir. Darda kaldığı zaman ne istediğini bilir. Yazar, şair, müzisyen ne olursa olsun sanatı gerçek manasıyla korkarak “acaba en iyisini yapabilir miyim?” diye düşünceler içerisinde kıvranırken, birden bir bakarsınız öyle bir şey yazar ki ‘Allah Allah, bunu nasıl yazdı, nasıl çıktı’ diye düşünülür. Bizler de elimizden geldiği kadar belli meseleleri sahne üzerine aktarmaya çalışan kişiyiz.

Shakspeare’de bir de dil zenginliği var. Mesela biz, kültür olarak 35 bin kelime kullandığını, 4 bin kelimeyi tek seferde metinlerinde kullandığını biliyoruz. Bu dil olayının, o kavramları, duyguları daha zenginleştirmede rolü var mı?

Gayet tabii. Olmaz olur mu? Bir kere imparatorluk dili diye bir şey var dünyada. İngiliz imparatorluğu da bu arada çok önemli. İspanyol Edebiyatı da. Niye İspanyol Edebiyatı çok önemli? Çünkü kraliyet saraylarında gelişiyor. Osmanlı dili olarak Farsçayı, Arapçayı, içerisinde bütün dillerden alınmış kelimeler vardır. Sonradan farklı sebeplerle bunların içerisinden ayıklanmaya tabi tutulmuştur. Yani mis gibi Türkçe varken, Yunus’a bakıyoruz anlamadığımız hiçbir şey yok, bal gibi bir Oğuz dili olarak bakıyoruz. O bakımdan bu da böyle. Devam eden bir mesele bu. Ama sonradan bir ayıklamaya tabi tutmuşuz, sadeleştirmeye tabi tutmuşuz.

semih_sergen-(1).jpgDİLDEKİ TÜRKÇELEŞTİRME BAHANESİYLE YAPILAN AYIKLAMA DİLE ÇOK ZARAR VERDİ

Orada da biraz ölçü kaçırılmış sanki.

Başarılı olan tarafları da var. Yoksa biz niye bugün noter diyelim ki? Belki kökeni şuradan gelmiş, buradan gelmiş ama Türk’ün ağzına yakışıyor. Merdübanı alıyor. Bu kulağa hoş gelmiyor, değişe değişe merdivene geliyor. Biz, bunu istediğimiz hale getirmişiz.

Dilin zenginliği sanat yapmada ön şart değil mi?

Gayet tabi. Dil üzerinde çalışanlar eğer sanatçıysa ya romancı olmuşlardır, ya hikâyeci olmuşlardır, ya şair olmuşlardır, ya dram yazarı olmuşlardır. O bakımdan onların mutlaka kendi dillerine katkıları vardır. O katkıları inkâr etmemek gerekir.

Bir de bizde Shakspeare’e karşılık gelen klasikler yok mudur? Ya da var da biz mi farkında değiliz?

Dram edebiyatı olarak yoktur. Bizim dram edebiyatımız o devirlerde yok. Biz başka şeyler üzerinde daha çok derinleşmişiz. Ama şiir konusunda bizdeki Nabi, Nef’i, Nedim, Şeyh Galip, Mehmet Akif, Tevfik Fikret, Ahmet Haşim dediğimiz zaman, bunlar aruzun en büyük ustalarıdır. Ve bıraktıkları eserler de asla kendi çağları içerisinde kalmamıştır. Bugünlere gelmiştir, bugünlerden yarınlara gidecektir ve sonsuza kadar devam edecektir.

Sizin eserlerinizin çoğunluğunda Mevlana ve Yunus var. Bu Shakspeare’e karşılık geliyor sanki ya da oradaki manaya denk geliyor veya onun eşdeğeri midir? Farklı bir alan mıdır?

Farklı alan tabi. Yani sporda ben 100 metrede dünya şampiyonuyum. İyi, tamam. Peki, 800 metrede de? Bilmem ki. Bunlar ayrı şeyler. Kulvarları değişik bunların. Shakspeare’in yapmış olduğu şey daha çok soneyler üzerine. Dünya üzerinde 150 tane yazılmış soneyi var onun. Ama o kulvarın karşısına Mevlana’yı getirmenin bir anlamı yoktur. Çünkü Mevlana gibi bir yüce kişi bir daha gelmez. Gerek Yunus Emre, gerek Mevlana, gerek Hacı Bektaşi Veli, gerek Aziz Mahmut Hüdai nerelere baksan hepsi şair.

Ankara’nın manevi sahibi Hacı Bektaşi Veli, kara medresenin rektörü Somuncu Baba’nın yanına karısını, çoluğunu, çocuğunu bırakıp gitti. Ondan sonra da Hacı Bektaşi Veli oldu. Bütün dünyada bunu böyle kabul ediyor. 800 sene sonra hala herkes Mevlana diyor. Neden? Çünkü sözü ile yaşayışı bir. Dışa göre farklı bir tavır, içte farklı bir tavır yoktur Mevlana’da. Velilerimizin hiçbirinde de yoktur.

“İKİ GÜNÜ AYNI OLAN ZİYANDADIR” HADİSİNİ MEVLANA “YENİ ŞEYLER SÖYLEMEK LAZIM” DİYE İFADE EDER

Safiyetten denilebilir mi?

Kesinlikle öyledir. Bu taraftan bakarsanız karşı tarafı görürsünüz. Dün söylediğini bugün inkâr etmez. Kendini geliştirmiştir.

Her gün bir yerlerden göçmek ne iyi,
Her gün bir yerlere konmak ne güzel.
Bulanmadan, donmadan ne hoş.
Dün ile beraber gitti cancağızım.
Ne kadar söz varsa düne ait,
Şimdi yeni şeyler söylemek lazım

Hz. Mevlana ne demek istiyor?

Hz. Peygamber Efendimiz de aynı şeyleri söylüyor. “İki günü aynı olan kayıptadır” diyor.

semih_sergen-(2).jpg

Bugün onun adına tasarım, yenilikçilik deniyor. Mevlana’nın vizyonundan daha geride tabi. Bu dillendiriliyor ama sadece üretim bağlamında, sanayi ve teknoloji alanında bu yenilik.

O başka. Ama tabi inanç konusunun üstatları bunlar. Neden? Çünkü onlar şeyhlerle beslenmişler. Bir soru sorduğunuz zaman düşünmüyor bile. Düşünebiliyor musunuz 75 bin beyit Mevlana’nın yazdıkları. Bunların içinden sadece Mesnevi’deki ilk 18 beyit, üzerinde düşünülüp yazılmış. Bunların hepsi hem mukaffadır hem aruzun her türlü kalıpları ile yazılmıştır hem de eren sözüdür, evliya sözüdür. Hangi eserine bakarsanız bakın öyledir. Bugün dünya Hz. Mevlana’yı bizden daha fazla incelemeye almıştır. Biz, yücemizdir diyerek sevmişizdir, çoğu kişi de farkında değildir.

60 SENEDİR TASAVVUFLA UĞRAŞIYORUM

Sizde özel ve çok etkileyici bir ilk yansıtma tarzı var. Semih Sergen özelinde bu konudaki değerlendirmelerinizi merak ediyoruz.

Estağfurullah. Ben âcizane çok çalıştım bu konuda. Çok ağabeylerim beni bu konuda aydınlattılar. Ben çok önemli şeylerle yüce ağabeylerimizle bir arada oldum. Onlar bana “aman bunu unutma, aman şunu şöyle yap!” dediklerinde ben gençken hayret ediyordum. Ben nihayetinde tiyatrocuyum ve tiyatroda kendi işimi yaparım.

Ama öyle değil. 1953’ten beri ben tasavvufla uğraşıyorum. Benim Mevlana ile tanışmam okul kitaplarında okuduğum zaman değil. Mevlana’ya hayran olmam, Mevlana’nın Allah sevgisini, Hak aşkını araştırdıktan sonra oldu. 22 sene Mevlana törenlerinin sunuculuğunu yaptım. Hep sordum, hep araştırdım. Şu biliyor, dediler hemen ona gittim.

Shakspeare’in eserleri, Mevlana’nın şiirleri, oyunlardaki farklı karakterler var. Fakat sizde bu her karakter özdeşleşmiş gibi algılanıyor. Bunu nasıl yapıyorsunuz?

Bu ayrı bir mesele. Kabiliyet dediğimiz bir şey. Allah’ın lütfudur. Çok müthiş bir kulağınız olması lazım. Ses kulağı, nota kulağı ve entonasyon dediğimiz vurgulama kulağına sahip olması lazım. Biz, öğrencilerimizi alırken bütün bunlardan sınava çekerek alıyoruz.

Bu konu ile ilgili yasalaşması yönünde girişimleriniz olmuş 1976’da.

Evet doğru. Sanattan sorumlu Genel Müdür Yardımcılığı yaptım. Bölge tiyatrolarında çok çalıştım. Hatta yasalaşması konusunda çok büyük gayretim oldu. Bütün o devrin parti başkanları ile görüştüm. Bugünkü kuruluş teşkilatında uzaktan yakından benim de tuzum biberim vardır.

Arka planda çok derin bir mutfak çalışmanız ve bireysel emeklerinizin olduğu anlaşılıyor.

O iş başka bir iştir. O sahne üzerindeki bir iştir. Ama siz özel hayatınızda yaşarken hele de hocalık yaparken tabii kendinizi çok iyi yetiştirmek zorundasınız.

Üniversitede hocalığınız var ama İlahiyat Fakültesi dikkatimi çekti…

Onlar da bizim evlatlarımız. Ayrı gayrımız mı var? Siz kendinizi hazırlamak zorundasınız. Benim düşünce sistemimde memlekete kim hizmet ediyor, kim fakirden yana, kim devletin imkânını fakirle yoksulla nasıl bölüşüyor, ben buna bakarım.

semih_sergen-(3).jpg

1956’DAN BERİ İLAHİYAT HOCALARINA HİTABET DERSİ VERİYORUM

İlahiyat Fakültesinde bir sunum muydu bu? Mevlana ile ilgili bir bilgilendirme miydi?

Değil. Daha önce 1956 yılında hocam, diksiyon ve hitabet hocam, Diyanet İşleri Başkanlığının okullarında beni alıp Bolu’ya götürdü. Oradaki okuldakilere ‘bugüne kadar size ben ders veriyordum, bundan sonra bu benim asistanımdır, bu delikanlı verecek’ dedi. O günden beri ben Diyanet İşleri Başkanlığının eğitim sistemi içerisinde hizmette kaldım. Para pul da almadım. Vaizler, müftüler, sakallı hocalar zaman zaman benim öğrencilerim oldu. Utanıyordum ama onlara da hitabet konusunda onların bilmediğini söylüyordum. Onların ilmi başka bir ilim ama âcizane biz de tavır ve hitabet konusunda bildiklerimizi aktarıyorduk. Aradan geçen zaman zarfından sonra Said Bey (Said Yazıcıoğlu, Diyanet İşleri eski başkanı, İlahiyat Fakültesi eski dekanı) geldi. Onunla görüşürdük ara sıra. Bir gün bana dedi ki ‘Bizim çocuklar Anadolu’nun dört bir yanından geliyorlar. Ben şimdi ilahiyat fakültesinde dekanlık yapıyorum. Siz, burada derslere girer misiniz?’ ‘Şeref duyarım. Çok teşekkür ederim, becerebilirsem yaparım” dedim. Sonra ben aşağı yukarı İlahiyat fakültesinde 2 yıl hocalık yaptım.

ÂLİM BORÇLUDUR CAHİL ALACAKLIDIR

Bu diksiyon olayı belki bir teknik gibi algılanıyor ama arka plan vukufiyeti veya onu hissedip hissettirme olayı bir derinlik gerektirdiği söylenebilir mi?

Öğrenci yetiştiriyorsunuz. Ben sadece fizikle ilgilenirim dememelisiniz, diyemezsiniz de. Tasavvufta en önemli merhalelerden bir tanesi şudur; zengin borçludur, fakir alacaklıdır, âlim borçludur, cahil alacaklıdır. Böyle olduğuna göre siz borçlusunuz bir kere. Sadece zekât vermekle iş bitmiyor ki.

İlmin de zekâtı gayet tabi bu taraftan verilecektir. Size bir lütfedilmiş. Siz bir lütfun sonucunda buraya kadar gelebilmişsiniz. Evvela Allah’ın lütfu, sonra devletin lütfu, sonra bu insanların size vermiş olduğu değer. Bunun bir karşılığı yok mu acaba? Tabi var. Allah’a şükrediyorsunuz, sizi yetiştiren hocalarınıza karşı teşekkür ediyorsunuz. Peki, bu ülkenin evlatlarına karşı borcunuzu nasıl ödüyorsunuz? Onun için ne yapıyorsunuz acaba? Ne öğretiyorsunuz? Her şeyi ile ilgileniyor musunuz? Öğrencileriniz arasında ayrım yapıyor musunuz? Hiç kimse her şeyi çok mükemmel bilemez.

BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİ GERÇEKTEN ÇOK BÜYÜK BİR ÂLİM

Bediüzzaman’ın Risale-i Nur’u var. Risale-i Nurlarda 150 bin kelime tespit edilmiş… Oradaki metodoloji, genelde birey odaklı, bireyin inanç ve değerler sistematiğine ağırlık veriliyor. Buradaki ifade ediliş tarzını nasıl buldunuz? Mevlana’yı, Shakespare’i çok iyi araştırmışsınız, Risale-i Nur’un anlatımını nasıl buluyorsunuz?

Bir İslam âlimi olarak Bediüzzaman Hazretlerini de inceledim. Talebeler arasında çok dostlarım var. Dediğim gibi ben bu ülkenin âlimler arasında ve evlatları arasında fark gözetmedim. Bediüzzaman Hazretlerinin gerçekten çok büyük bir din âlimi olduğunu çok iyi biliyorum. Metodolojisi konusunda bugünün gençliği anlayamıyor. Tabi ben bunu dostlarla konuşurken de söyledim. Bunu, bugünün dili ile söyleyelim dedim. Bakınız Kur’an-ı Kerim Arapça nazil olmuştur ama bugün bütün dillere çevrilmiştir. Diyanet İşlerinin çalışmaları bugünün diline kelime kelime Kur’an’ın aktarımıdır.

semih_sergen-(4).jpgO zaman bugünün diline şerh ve izah da diyebilir miyiz?

Kesinlikle dostlarıma da söyledim. Ağabey yani şöyle de böyle yazılmış diye söylediler. Ama Kur’an-ı Kerim de o zamanda yazılmış. O zaman niye bu ihtiyaç hissedildi? Çünkü Kur’an-ı Kerim anlaşılmak için inmiştir. Kur’an-ı oku ama ağır ağır oku, manasını da düşün. Manasını düşünmeden okumakla iş bitmiyor. الْحَمْدُ للّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ demekle iş bitmiyor. الْحَمْدُ للّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ in arkasındaki manayı da düşünmek gerekiyor. Onun arkasındaki mana tek başına insanı hemen secdeye kapatacak bir anlam içeriyor. Ben, daha detayla daha iyi anlaşılabilmesi için bugünün kişilerinin Bediüzzaman Hazretlerini harf harf, kelime kelime, hece hece daha iyi anlaşılmasını isterim. Çok derinlemesine bir dil kullanmış.

Mânâyı daha iyi ifade edebilmek için açıklanmaya ihtiyaç var…

Manayı daha geniş boyutları ile anlatmak için. Ben diyorum ki, daha iyi anlaşılabilmesi için keşke elimizde daha detaylı, şerhli, ince detaylarını anlatabilen şeyleri olabilseydi.

Türevleri belki de…

Evet, öyle düşünmüşümdür. Doğru olabilir, yanlış olabilir. Ben bir şey diyemiyorum. Haddim değil.

RİSALE-İ NUR KONUSUNDA BEN DE AKADEMİK ÇALIŞMALARDAN YANAYIM

Bahsettiğiniz husus genel kabul görmüş bir düşünce aslında. Bugünlerde Akademik çalışmalar yapılıyor o noktada. Akademisyenler de anlaşılabilmesi konusunda ortak çalışma yürütüyorlar.

Vallahi ben de onlardan yanayım doğrusunu isterseniz.

BİLMEDİĞİMİ SÖYLEMEK HOŞUMA GİDER

Gençlere tavsiyeleriniz ve eklemek istedikleriniz var mı?

İlmin sonu yoktur. Bir şeyi biliyorum diye bir noktaya varmak mümkün değil. Biliyorum derken insanın düşünerek biliyorum demesi gerekmektedir. Ben hatta bilmediğimi söylemek hoşuma gider. Zaman zaman öğrencilerime bile ben onu bilmiyorum, öğrenin bana da söyleyin, demişimdir. Bu iyi bir lakırdıdır. Bunun da bir zararı yoktur diye düşünüyorum. Bu da bir sistemdir. Benim düşüncemdir. Tasavvufun engin boyutlarında tanımaya çalışmak lazım Allah aşkını, diye düşünüyorum. Onun için de bütün veliyullahımızdan yardım bekliyorum, diliyorum.

SANATÇININ İÇİNDE “KUTSAL KORKU” OLMALI

İlk önce kesinlikle inancınız olması lazım. İmanı olmayan bir adamın kalkıp ta Kur’an için ‘Ben bunu okurum” demesinin bir anlamı yoktur. Tabi okursun, tarih kitabı gibi okursun, benden de daha iyi bilebilirsin. Ama inancı olmayan birisinin tasavvuf konusunda şerhleri okuması inandırıcı olmaz. Çünkü önce inanacaksınız, çalışacaksınız. Ben hocayım ama derslere girmeden hâlâ çalışırım. Benim bir kitabım var ‘Kutsal Korku’ sanata verdiğim isimdir bu. Neyi nasıl anlattım, ne kadar istifadeli oldu diye nefis muhasebesine çekmelidir insan kendini.

Demek sizi bu kadar özel de yapan bu duygular olsa gerek.

Estağfurullah. Ama böyle olmalı diye düşünüyorum. Bunu bize hocalarımız öğretti. Bu ülkenin sanatçılarını yetiştiren en değerli hocalar beni yetiştirdi.

www.RisaleHaber.com

HABERE YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
2 Yorum