Said Nursi'nin teğet geçilen yönü

Said Nursi'nin teğet geçilen yönü

Mazlumder Genel Başkan Yardımcısı Emrullah Beytar ile “Said Nursi’nin sivil Muhalefeti” adlı kitabı üzerine konuştuk


Cemil Yüzer’in röportajı - RisaleHaber

Mazlumder Genel Başkan Yardımcısı Emrullah Beytar ile, Çıra Yayınlarından çıkan ve Mustafa Sabri ile birlikte kaleme aldıkları “Said Nursi’nin sivil Muhalefeti” adlı kitabı üzerine konuştuk. Kitabında, Nur talebelerinin Bediüzzaman’ı ifrati ve tefriti yönden anlatmalarını eleştiren Beytar, Nurcuların teğet geçtiği Said Nursi’nin fikirlerini yazdı…


Kitabın ortaya çıkış serüvenini anlatır mısınız?

“Dünya ülkelerinin meşrutiyetine kriter olarak gösterilen insan haklarının Risale-i Nur’daki karşılığı nedir?” sorusu üzerine bir araştırma yaptık. Ve bugün modern öğretideki insan hakları kavramının Risale-i Nur’da nasıl yer aldığını irdelemek istedik. Çünkü Üstad’ı en azından ben “Tekkesini terk etmeyen bir derviş” olarak görmemekteyim. Çok farklı bir şahsiyet, farklı boyutları olan bir şahsiyet… İşte Bediüzzaman gibi bir insanın, mutlaka insan haklarıyla ilgili bir şeyler söylediği noktasında bir kanı oluştu zihnimde. Tabi yıllarca Risale-i Nur’u okuduk ama bu okumanın modern öğretiyle ne kadar uyuştuğu noktasında bir karşılaştırma istedim. Çıkış serüveni de buradan kaynaklandı. Yani bugünkü modern öğretideki insan hakları kavramının Risale-i Nur’daki yansıması veya Risale-i nur2daki insan haklarıyla ilgili kavramların modern öğretideki yeri nedir sorusuna böyle bir cevap vermek için bir şeyler yazmaya çalıştık.

İnsan haklarını ve sivil mücadeleyi modern öğretiyle anlatmada neden Said Nursi’yi seçtiniz?

Said Nursi bu topraklarda yetişmiş ve bu topraklarla sınırlı kalmayan çok boyutlu bir kişilik olması hasebiyle de artık farklı ülkelerde en azından ilmi anlamda saygı gören bir kişiliktir. Yakın tarihimize de ışık tutan bir kişiliği söz konusudur. Aynı zamanda da 21. yüzyılın Kur’an dellalı olmasından dolayı onun mücadelesine farklı bir boyutta projeksiyon tutmaya çalıştık.

BEDİÜZZAMAN'IN İNSAN HAKLARIYLA İLGİLİ FİKİRLERİ BİLİNMİYOR

Bugünkü insan hakları aktivistleri Said Nursi’nin fikir ve mücadelesini biliyorlar mı?

İnsan hakları aktivistlerinden ziyade bu konudaki fikirlerinden talebelerinin de haberinin olduğu noktasında şüphelerim var. Gerçek anlamda Üstad’ın eserleri ve mücadelesiyle ilgili araştırma yapan kişilerden biri Şerif Mardin’dir. Mardin2in çalışmaları gerçekten de kayda değerdir ama maalesef merkezci elitler tarafından aforoz edilmeye çalışılınca o da toplumdan gerekli ilgiyi göremedi.

İnsan hakları aktivistleri genellikle modern öğretiden bulduklarından dolayı çok fazla İslami eserlere müracaat etme gereği hissetmiyorlar. Bırakın onu, bizim “İslami aydınlarımız” dahi; İslam’da gerçekten bir insan hakları mücadelesi var mıdır sorusuna cevap verememektedirler. Oun için insan hakları aktivistlerinin Üstad’ın bu yöndeki kişiliğinden çok fazla haberdar olduklarını düşünmüyorum.



Said Nursi’nin insan hakları konusunda, diğer İslam âlimlerinden farkı nedir? Ne tür farklı yaklaşımlar sunmuştur?

Üstad, insan haklarıyla ilgili önemli bir tespit yapıyor. Yani, İslam ile imanın bir bütün olduğu noktasında bir tespiti var, imansız İslamiyet ve İslamiyetsiz imanın sebeb-i necat olamayacağı yönünde bir tespiti var ve savcılara mahkemelerde sık sık dile getirdiği Biz sizin dünyanıza karışmıyoruz, siz bizim ahretimize neden karışıyorsunuz? Sorusuna Üstad’ın, İslam’da imandan sonra ikinci önemli cüzün amel-i Salih olduğunu vurguluyor ve amel-i Salih kavramına getirmiş olduğu açılım ile diğer İslam alimlerinin amel-i Salih kavramlara getirdikleri yorumun çok farklı olduğunu düşünüyorum. Üstad hayatın bir bütününü amel-i Salih kavramı içerisinde değerlendirmiş ve amel-i Salih’e getirmiş olduğu tanımlamada, hukuk- ibad ve hukukullah kavramı geçiyor. Bu kavramları açtığımız zaman, içeriğinin modern öğretideki insan haklarının ta kendisi olduğu ortaya çıkıyor. Böyle bir farklılık var yani…

Üstad çok farklı ve geniş bir projeksiyonla olayları tahlil etmiş. Çünkü Üstad sadece teori üretmemiş. Teoriyi pratiğe yansıtan bir kişiliği söz konusudur… Mahkeme koridorlarında, özellikle de satır aralarında sarfetmiş olduğu sözlerde veya idari mercilere veya talebelerine yazmış olduğu mektuplarda bu noktada insan haklarına çok ciddi bir vurgu yaptığını görüyoruz.

Said Nursi’ye yönelik ifrati ve tefriti yönelik yaklaşımlardan bahsetmişsiniz. Kitabın genelinde de vasat yöne davet eden bir üslup var… Nedir bu ifrati tefriti yaklaşımlar?

Zaten sunum kısmında da Üstad’ın kişiliğini tahlil ederken çok titiz bir şekilde davranmaya çalıştık. Onu ifrata veya tefrite götürecek açıklamalardan ve sunumlardan çok ciddi manada çekinmeye çalıştık. Üstad’ın İşarat’ül İcaz’da sırat-ı müstakim kavramını da tefsir ederken bahsettiği ifrat, tefrit ve vasat mertebelerini biz kendimize kısas yaparak Üstad’ı tahlil etmeye çalıştık. Bugün Üstad’ı tahlil edenlerin bir kısmı, ciddi manada ön yargılardan kaynaklanan, biraz da nefsi enaniyetten kaynaklanan bir tefrit boyutu vardır. Ama bir de Üstad’ı olağanüstü bir kul olmaktan çıkaran, belki iyi niyetten kaynaklanan ama kanaatimce doğru olmayan bir ifratkarane bir teveccühleri sözkonusu… Biz Üstad’ın şu noktasından yola çıkarak, evet Üstad bir insandı, bir kuldu ama en azından yaşadığımız dönemdeki insanlardan çok farklı bir kişiliğe sahipti. Onun çok ciddi manada yüksek bir zekaya sahip olması, kendisini farklı boyutlarda yetiştirmiş olması çok önemli bir kazanımdır. Ama biz onu değerlendirirken, ifrata da tefrite de kaçmadan, mevcut yazmış olduğu eserlerden yola çıkarak ele aldık. Kitapta diğer önemli bir nokta da Üstad dışında hiç kimsenin görüşlerine yer vermemiş olduğumuzdur.

Öyle bir hassasiyetten kaynaklandı. Üzerinde çalıştığımız kişi, 21. yüzyılda İslam adına çok ciddi bir mücadele vermiş. Ümmetin bütün mazlumiyetini kendi üzerinde toplamış. Türlü türlü hakaretlere, kötü muamelelere maruz kalmış bir insan… Bunun için onun hakkında bir şeyler yazarken çok temkinli durmaya çalıştık.

Herkes, Said Nursi hakkında kendisinin vasat yolda olduğunu düşünüyor. Siz de kendinizin vasat noktada olduğunuzu düşünüyorsunuz diye anladım. Bu konuda bir konsensüs nasıl sağlanabilir?

Ben kendimin vasat noktada olduğumu düşünmüyorum. Bazen ifrata bazen tefrite kayabiliyoruz. Ama ideal hareket tipi, Üstad’ın çizdiği çerçevedir. Bu çerçeveye zaman zaman, hatta çoğu zaman zikzaklar çizebiliyoruz. Üstad’ın hayatı bir bütün olarak algılanıp, doğru bir şekilde anlaşılır ise bir insan vasat hareketin nerede-nasıl oluşacağını çok rahat bir şekilde tespit eder. Yani “Vasat budur” demek çok zordur. Tıpkı Üstad hazretleri “amel-i Salih budur” şeklinde bir tespit yapmamışsa, vasat hareket de bunun gibidir. Bence hareketin yeri, zamanı, kime karşı yapıldığı önemlidir. Yani vasat bunlarla beraber değerlendirildiğinde doğru bir tespit yapılabilir.

BEDİÜZZAMAN'IN BAZI FİKİRLERİ TEĞET GEÇİLDİ

Kitapta, Bediüzzaman’ın zulme ve istibdada itiraz eden, direnen özgürlükçü boyutunu teğet geçmek, Nur Şakirtliğine yakışmaz” diyorsunuz. Bu “teğet geçme” diye bahsettiklerinizin bilinçli mi yapıldığını düşünüyorsunuz?

Bu biraz da aldığımız kültürden kaynaklanan bir durumdur. Mesela hükümdara veya halifeye itaat etmek farzdır şeklinde bir kültür vardır. O kültürün aslında, Üstad’ın ifadelerinden yola çıkarak dinde bir yeri olmadığını görüyoruz. Çünkü Bedüzzaman’ın çok açık bir ifadesi, “Padişah, Peygamberimizin emrine itaat etse ve yoluna gitse halifedir; biz de ona itaat edeceğiz. Yoksa Peygambere tabi olmayıp zulüm edenler, padişah da olsalar haydutturlar.” şeklindedir. Bu cümleden yola çıktığımız zaman padişaha veya halifeye tabi olmanın şartı, onun Peygambere ittiba etmesidir. Ama onun yaşamış olduğu süreçten bugüne geldiğimiz zaman, Türkiye’de veya başka ülkelerdeki istibdat ve baskıya karşı ilk önce direnmesi gereken; sivil anlamda itaatsizlik yoluna başvurması gereken bence Risale-i Nur talebelesi olması gerekiyordu. Çünkü Üstad’ın hareketine baktığımız zaman, müspet anlamdaki hareketin içinde sivil itaatsizliğin çok önemli bir yer teşkil ettiğini görmekteyiz. Güney Afrika’da sivil itaatsizliğiyle öne çıkmış, ismini hatırlayamadım…

Nelson Mandela…

Evet. Yine bu anlamda Mahatma Gandhi gibi isimlerle Said Nursi’nin benzer özellikleri olduğunu görürüz. Ama Üstad’ın takipçilerine baktığımız zaman, mesela 100 yıllık cumhuriyet tarihindeki istibdat ve baskılara karşı müspet anlamda bir sivil itaatsizlik eylemi göstermemişlerdir. Tam tersine sivil itaatsizliğe girişenlere, bu eylemlerinin İslamiyet’te olmadığını söyleyenler de oldu. Üstad o zor şartlarda, yaşlı haliyle, imandan aldığı cesaretle zulme, baskıya, istibdada çok olumlu bir duruş sergilemiştir. Kendi imkan dahilinde hakikaten çok ciddi bir duruştur o. Yani o duruşu biz bu imkanlarla ve bugünün şartlarında sergileyemiyoruz.

BEDİÜZZAMAN'IN BİRİNCİ VAZİFESİ İMAN AMA...

Ülkenin gündemindeki sosyal meselelerde, mesela Kürt sorunu, Ermeni ve Alevi meseleleri gibi, Nur talebelerin bir kısmı “Bediüzzaman’ın birinci vazifesi ve uğraşı imandır. Bu tip olaylar bizi ilgilendirmiyor.” Şeklinde söylemde bulunuyorlar. Bu yaklaşımı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Üstadın eski Said olarak tanımladığı dönemde devlet İslami sabitelerden uzaklaşmış ise de Osmanlı toplumunun Müslüman kesimi geleneksel anlamda da olsa dini yaşama gayreti içerisinde olmuştur. İmana yönelmiş ciddi bir saldırı/tehdit söz konusu değildir. Üstadın İstanbul aydınlarının içine karıştığı dönemdeki siyasi ortamın çok hareketli olduğu düşüncesindeyim. O dönemde yazdığı makalelerden bunu anlamak mümkündür. Var olan istibdada karşı aydınların dillendirdikleri üç temel kavram, adalet, özgürlük ve eşitlik olmuştur. Üstad bu kavramları geleneğin ve modernitenin etkisinde kalmayıp içini doldurarak her zeminde savunmuştur. O günkü siyasi ve sosyal meselelere ilişkin çözümlemeler yaptığını ve bu çözümlemeleri yaparken kendisinin bir Kur’an talebesi olduğunu ve her şeyini şeriat tartısı ile tarttığını vurgulamaktan çekinmemiştir. Üstad’ın o günkü çözümlemelerinin halen güncelliğini koruduğunu gün geçtikçe daha net bir şekilde anlaşılmaktadır. Zaten Yeni Said dönemi olarak nitelendirdiği dönemde siyasi ve sosyal meselelere ilişkin kendisine yöneltilmiş sorulara cevap verirken Eski Said perspektifiyle cevap vereceğini açık bir şekilde dile getirmiştir.

Yeni Said döneminde ise Üstad, önceliğini imanı kurtarmaya ayırmıştır. Çünkü imanın tehdit altına olduğunu farkına varmış ve bu tehdidi nasıl bertaraf edeceğinin mücadelesini yapmıştır. Bu mücadele sürecinde kendisine yöneltilen siyasi ve sosyal meselelerde Eski Said perspektifini kullandığını görmekteyiz. Yeni Said döneminde öncelikli sorunu/davası iman hakikatlerinin neşri ve tebliği olmuşsa da bununla tek başına kurtuluşa vesile olamayacağını hem talebelerine yazmış olduğu mektuplarda hem de sanık sandalyesinde davasını savunurken yapmış olduğu savunmalarda belirtmiştir.

"İSLAMİYETSİZ İMAN, İMANSIZ İSLAMİYET" YANLIŞ ANLAŞILIYOR

Hem Mehdiyet hareketin ilk iki aşaması İman ve Hayattır. Yani İman ve İslamiyet’tir. “İslamiyetsiz iman sebeb-i necat olmadığı gibi İmansız İslamiyet’te sebeb-i necat değildir” tespitine göre bu iki değerin birlikte olması halinde insan kurtuluşa kavuşabilecektir. O zaman şunu açıkça söylemek gerekir; İman, İslamla hayata yansıtılmadığı sürece tek başına bir yeterliliği olmadığını anlamak zor olmasa gerektir. İman veya İslam tek başına kurtuluş sebebi olamıyorsa, şeriatın yüzde doksan dokuzu ibadet, ahlak ve fazilet ise o zaman yapmamız gereken şey imanla İslamiyet’i bir araya getirip hayata geçirmek olmalıdır. İmanla beraber İslamiyet’i yaşamak istediğinizde sizin toplum meselelerinden kendinizi soyutlamanız mümkün değildir. Çünkü İslam dediğimiz kavramın içine baktığımızda amel-i Salih gibi bir kavramın karşımıza çıktığını görmekteyiz. Üstad’ın amel-i Salih kavramına yüklediği anlam çerçevesinde hayatını sürdürmek isteyen bir Nur talebesinin sosyal ve siyasi meselelerden kendisini uzak tutması mümkün değildir. Zaten görevimiz sadece iman hakikatlerin neşri ve tebliğidir diyen kardeşlerimiz yerel ve genel seçimlerde oy kullanmıyorlar mı acaba? Kullanmıyorlarsa eyvallah, bunlara bir şey söyleyemem. Peki, benim gibi oy kullanan kişiler oylarını kullanırken, siyasi bir hareketi kalben dahi olsa desteklerken, siyasi ve sosyal sorunlara yönelik fikir yürütürken referansımız nelerdir ve neler olmalıdır?

“Vazifemiz iman hakikatlerinin neşir ve tebliğinden ibarettir” diyerek işin içinden çıkmamız mümkün olmadığına göre dünyevi ve uhrevi hayatımızın selameti için referanslarımız Kur’ani olmalıdır. Kur’an’ı çağımız sorunlarına en güzel bir şekilde tefsir eden kişilerden birisinin Üstad olduğuna imanımız kavi ise siyasi ve sosyal meselelere ilişkin söyleyecek bir sözümüz, sergileyecek bir tavrımızın olması gerektiği düşüncesindeyim. Üstad’ın başta Kürt sorunu olmak üzere diğer sorunlara yönelik yapmış olduğu çözümlerin halen muteberliğini devam ettiriyor olması, Onun siyasi bilgeliği ve ferasetini net bir şekilde ortaya koymaktadır.

Böyle düşünen bir nurcu şimdi “ben kurtuluşa eremeyecek miyim?” diye düşünmez mi?

Bazı alimlere göre iman, kurtuluşa yeterlidir. Ama Üstad, İmansız İslamiyet ve İslamiyetsiz İmanın kurtuluş vesilesi olamayacağını söylüyor.

Üstad “Farzları yapan, kebaireleri işlemeyen kurtulur” demiyor mu?

Tamam, doğru. Farz nedir? Farzı siz sadece namaza endekslerseniz o zaman Üstad’ın ibadet kavramını çok daraltmış olursunuz. Yani ben öyle anlıyorum… Kur’an’ı da bir bütün olarak algıladığımız zaman, Üstad’ın Kur’an’ın dört ana unsur üzerinden yükseldiğini söylüyor. İşte Üstad orada, ibadet ve adaleti bir unsur sayıyor. Bu çerçeveden olaya baktığımız zaman, bir nur talebesi iman hakikatlerini hem anlatması, hem de pratiğe dökmesi gerekiyor. Pratiğe dökmediği müddetçe de Üstad’ın perspektifine uygun olamayacağı ve O’na talebe olunamayacağını düşünüyorum.

Said Nursi’yi övmeye de yermeye de karşısınız. İnsanlar vasat dengeyi nasıl kurabilirler?

Bediüzzaman’ın gerçekten de övülmeye ihtiyacı yoktur. Eserleri, mücadelesi ortadadır. Onu gerçek manada, önyargısız şekilde okuyan; Bediüzzaman’ın kim olduğunu, nasıl bir şahsiyet olduğunu çok rahat bir şekilde idrak eder. Bu nedenle benim ya da sizin O’nu abartarak anlatması bence Üstad’ın tam doğru anlaşılmasına engel olmaktadır. Çünkü karşı tarafta bir önyargı oluşturuyor. O önyargı Risale-i Nur’un doğru, vicdani bir şekilde, okunmasına engel oluyor.

Bu sizin ilk kitabınız… Neler hissediyorsunuz?

Duygudan ziyade bir sorumluluk hissediyorum. Yazmış olduğum kitapta gerçekten Üstad’ın kişiliğine, söylemlerine, mücadelesine aykırı şeyler söyledim mi söylemedim mi noktasında bir endişem var. Onun için de kitabımda kesin bir yargı kurmamaya gayret ettim. “Bu düşüncedeyim” veya “Böyle anladım” şeklinde cümleler kurdum. “Üstad böyle demedi” veya “Üstad’ın görüşü budur” şeklinde, onun ifadesi olmadığı müddetçe yorum olarak kesin yargılar kullanmadım. İnşallah bu kitap daha da genişletilir, başka arkadaşlar bunu başka bir dille, daha bir olgunlukla oluştururlar; biz de faydalanırız.

İlgili haber: Said Nursi’nin sivil muhalefeti