Said Nursi'nin padişahla çıktığı Rumeli Seyahati

Said Nursi'nin padişahla çıktığı Rumeli Seyahati

Bediüzzaman Said Nursi’nin Rumeli Seyahatine ait bilgi ve belgeler çalışması

Hazırlayan: Mustafa DUMAN
RİSALEHABER

Sultan Reşad, yapılan geniş kapsamlı hazırlıklardan sonra 05 – 26. Haziran. 1911’de İstanbul’dan başlayıp Çanakkale-Selanik-Üsküp-Priştine (Kosova Sahrası) - Selanik-Manastır ziyaret edildikten sonra Selanik ve Çanakkale üzerinden İstanbul’a dönülmesiyle son bulan üç haftalık bir Rumeli ziyareti yapmıştır.

Bediüzzaman Said Nursi bu geziye Trabzon ve Erzurum heyeti içerisinde dâhil olmuştur.

foto_galeri-002.gif

rumeli-seyahati-erzurum-ve-trabzon-heyeti.jpg
Sultan Reşad ile geziye katılan Erzurum ve Trabzon Heyeti
Servet-i Fünun No:104 sh. 125 9. Haziran. 1327 (22. Haziran. 1911)

Üç haftalık gezinin en önemli hedefi, dönemin ifadesiyle te’lîf-i kulûb ve temin-i ittihad, ittihâd-ı anâsır yani farklı din ve etnik kökenden Osmanlı vatandaşları arasındaki kırgınlıkları gidermek, iyi ilişkileri geliştirip, devlete bağlılıklarının güçlendirilmesine katkıda bulunmaktı. Çünkü Halîfe-i Müslimîn olan Sultan ve devletin esasını oluşturan Müslüman halkla Arnavutlar aynı dine mensuplardı ve Arnavutlar arasında son dönemde ortaya çıkan huzursuzluklar dolayısıyla, İslâm müşterekliğine vurgu yapılmasında yarar vardı. Bunun yanında Rumeli’de elde kalan bölgelerde muhtelif mezheplere mensup Hıristiyan ve Yahudi Osmanlı vatandaşları yaşamaktaydılar ki, bunların da devlete bağlılıklarının devamı için Padişah’ın, iyi hazırlanmış bir program çerçevesinde, bölgeyi ziyaretinin önemli faydalar sağlayacağı düşünülmekteydi. Nihayet yüzyıllar önce dedeleri evlâd-ı fâtihân olarak Rumeli’ye gelmiş olan Müslüman Türk ahaliye de moral vermek gerekliydi. Bu haliyle bu seyahat programının, diğerleri yanında en önemli ayağını Padişah’ın Priştine’ye gidiş ve burada Meşhed-i Hüdâvendigâr (Murad-ı Hüdâvendigâr Türbesi)’ın ziyaretiyle Kosova Sahrası’nda kılınacak Cuma namazı ve bu sırada verilecek mesajlar oluşturmaktaydı.

7. Haziran. Çarşamba günü Selanik limanına varılmış 9. Haziran günü Selanik Ayasofya Camii’ndeki Cuma namazını takiben önce Âyândan Manastırlı İsmail Hakkı Efendi kürsüye çıkarak, ‘İslâm’da birlik ve çalışma konulu’ bir vaaz vermiş, daha sonra Bedîüzzaman diye tanınacak olan Said Kürdî de millî kıyafetiyle kürsüde kısa bir hitabede bulunmuştur. 11. Haziran Pazar sabahı iki trenle Üsküp’e doğru yola çıkılmıştır.

selanik-ayasofya-cami.jpgselanik-ayasofya-cami-001.jpg
Selanik Ayasofya Camii (Eski ve Yeni Hali)

Sultan Reşad ve yanındakiler 15. Haziran. Perşembe sabahı trenle, yaklaşık iki gün kalacakları Priştine’ye geçtiler. Sultan V. Mehmed Reşad ve beraberindekileri taşıyan özel tren ezanî saatle 05. 10’da Priştine istasyonuna girmiştir.

pristine-istasyonu.jpg
Sultan Reşad'ın Kosova ziyareti dolayısıyla süslenen Priştine İstasyonu

pristinede-padisahi-gormek-icin-bekleyen-ahali-.jpg
Priştine'de padişahı görmek için bekleyen ahali

Sabah Padisah öncelikle İpek, Senice, Taşlıca gibi çevre sancaklardan gelen heyetleri

kabul etmiş, müteâkiben Fatih Sultan Mehmed ve Sultan II. Murad camilerini ziyaret etmiştir.


pristinefatih-camii1461-.jpgPriştine/Fatih Camii/1461


pristinesultan-murat-camii-1389--1440-.jpg
Priştine/Sultan Murat Camii /1389 -1440

meshed.jpg

Priştine ve hattâ Rumeli ziyaretinin en önemli bölümü 16. Haziran. 1911 Cuma günü gerçekleştirilecektir. Çünkü bugün Meşhed-i Hüdâvendigâr ziyaret edilip, yanındaki açık alanda çevreden gelenlerle birlikte Cuma namazı çok kalabalık bir cemaatle kılınacak, böylelikle hem fiilen ve hem de sözlü olarak gezinin amacına uygun en önemli mesajlar verilebilecektir.

kosova-meshedin-haricten-gorunusu.jpgKosova Meşhedin Hariçten Görünüşü

kosova-meshedin-yeni-hali.jpgKosova Meşhedin Yeni Hali

sultan-murad’in-turbesi-(yeni-hali).jpgSultan Murad’ın Türbesi (Yeni Hali)

sultan-murad’in-turbesi-(yeni-hali)-001.jpg
sultan-murad’in-turbesi-(eski-hali).jpgSultan Murad’ın Türbesi (Eski Hali)

kosova-medresesi-temel-atma-merasimi.jpgKosova Medresesi Temel Atma Merasimi

Böyle bir zaman diliminde Kosova Sahrası’nda Meşhed-i Hüdâvendigâr yakınında bir medresenin açılmasına karar verilmesi, bunun inşaatı için Padişah’ın 19.000 altın lira gibi önemli bir meblağı bağışlaması ve temelini de bizzat kendisinin atmış olması, üzerinde durulması gereken önemli bir konu oluşturmaktadır.

meshedi-hudavendigar’da-cuma-namazi-icin-toplanan-ahali.jpgMeşhedi Hüdavendigar’da Cuma Namazı için Toplanan Ahali

meshedi-hudavendigar’da-dua.jpgMeşhedi Hüdavendigar’da Dua

Padişah Rumeli gezisindeki üçüncü Cuma Selamlığı’nı Manastır’da İshakiye Camii’ne giderek, son derece kalabalık bir cemaatle birlikte gerçekleştirmiştir. Cuma sonrasında Ubeydullah Efendi tarafından ‘vatanın ve milletin saadet ve selâmeti ve ordunun daima zafer-yâb olması’ niyazını içeren uzun bir dua yapılmıştır. Bu vesile ile hatırlanabilecek bir husus da Bedîüzzaman’ın 21. Haziran. Çarşamba günü Manastır Yeni Camii’nde bir vaaz vereceğinin gazetelerde duyurulmuş olmasıdır.

manastir-ishakiye-camii.jpgmanastir-ishakiye-camii-001.jpg
Manastır İshakiye Camii

Burada geçen bilgiler; İsmail (Tuncu) bey’in hâtıra-i seyahâtinde Sultan Reşad’ın rumeli ziyaretini anlattığı notlarından istifade eden Prof. Dr. Nesimi Yazıcı’nın eserinden istifade edilerek hazırlanmıştır.

Bediüzzaman Said Nursi bu seyahati eserlerinde; “Hürriyetin başında Sultan Reşad'ın Rumeli'ye seyahati münasebetiyle vilayat-ı şarkıye namına ben de refakat ettim. ”diyerek bahsetmektedir. Akabinde Selanik’ten bindikleri trende iki mektebli mütefennin arkadaşla bir mübahase olur. Devamını Bediüzzaman’dan dinleyelim: Benden sual ettiler ki: "Hamiyet-i diniye mi, yoksa hamiyet-i milliye mi daha kuvvetli, daha lâzım?"

Dedim: Biz müslümanlar indimizde ve yanımızda din ve milliyet bizzât müttehiddir. İtibarî, zahirî, ârızî bir ayrılık var. Belki din, milliyetin hayatı ve ruhudur. İkisine birbirinden ayrı ve farklı bakıldığı zaman; hamiyet-i diniye, avam ve havassa şamil oluyor. Hamiyet-i milliye, yüzden birisine -yani menfaat-i şahsiyesini millete feda edene- münhasır kalır. Öyle ise, hukuk-u umumiye içinde hamiyet-i diniye esas olmalı. Hamiyet-i milliye ona hâdim ve kuvvet ve kal'ası olmalı. Hususan biz şarklılar, garblılar gibi değiliz. İçimizde kalblerde hâkim, hiss-i dinîdir. Kader-i Ezelî ekser enbiyayı şarkta göndermesi işaret ediyor ki; yalnız hiss-i dinî şarkı uyandırır, terakkiye sevkeder. Asr-ı Saadet ve Tâbiîn, bunun bir bürhan-ı kat'îsidir.

Ey bu hamiyet-i diniye ve milliyeden hangisine daha ziyade ehemmiyet vermek lâzım geldiğini soran, bu şimendifer denilen medrese-i seyyarede ders arkadaşlarım! Ve şimdi zamanın şimendiferinde istikbal tarafına bizimle beraber giden bütün mektebliler! Size de derim ki:

"Hamiyet-i diniye ve İslâmiyet milliyeti, Türk ve Arab içinde tamamıyla mezcolmuş ve kabil-i tefrik olamaz bir hale gelmiş. Hamiyet-i İslâmiye, en kuvvetli ve metin ve arştan gelmiş bir zincir-i nuranîdir. Kırılmaz ve kopmaz bir urvet-ül vüskadır. Tahrib edilmez, mağlub olmaz bir kudsî kal'adır" dediğim vakit o iki münevver mekteb muallimleri bana dediler: "Delilin nedir? Bu büyük davaya büyük bir hüccet ve gayet kuvvetli bir delil lâzım. Delil nedir?“

Birden şimendiferimiz tünelden çıktı. Biz de başımızı çıkardık, pencereden baktık. Altı yaşına girmemiş bir çocuğu şimendiferin tam geçeceği yolun yanında durmuş gördük. O iki muallim arkadaşlarıma dedim:

İşte bu çocuk lisan-ı haliyle sualimize tam cevab veriyor. Benim bedelime o masum çocuk, bu seyyar medresemizde üstadımız olsun. İşte lisan-ı hali bu gelecek hakikatı der:

Bakınız bu dabbetülarz, dehşetli hücum ve gürültüsü ve bağırmasıyla ve tünel deliğinden çıkıp hücum ettiği dakikada, geçeceği yola bir metre yakınlıkta o çocuk duruyor. O dabbetülarz tehdidiyle ve hücumunun tahakkümü ile bağırarak tehdid ediyor. "Bana rast gelenlerin vay haline!" dediği halde o masum yolunda duruyor. Mükemmel bir hürriyet ve hârika bir cesaret ve kahramanlıkla beş para onun tehdidine ehemmiyet vermiyor. Bu dabbetülarzın hücumunu istihfaf ediyor ve kahramancıklığıyla diyor: "Ey şimendifer! Sen gök gürültüsü gibi bağırmanla beni korkutamazsın. "

Sebat ve metanetinin lisan-ı haliyle güya der: "Ey şimendifer! Sen bir nizamın esirisin. Senin gem'in, dizginin, seni gezdirenin elindedir. Senin bana tecavüz etmek haddin değil. Beni istibdadın altına alamazsın. Haydi yoluna git, kumandanının izniyle yolundan geç. "

İşte ey bu şimendiferdeki arkadaşlarım ve elli sene sonra fenlere çalışan kardeşlerim! Bu masum çocuğun yerinde Rüstem-i İranî veya Herkül-ü Yunanî o acib kahramanlıklarıyla beraber tayy-ı zaman ederek, o çocuğun yerinde bulunduğunu farzediniz. Onların zamanında şimendifer olmadığı için, elbette şimendifer bir intizam ile hareket ettiğine bir itikadları olmayacak. Birden bu tünel deliğinden, başında ateş ve nefesi gök gürültüsü gibi, gözlerinde elektrik berkleri olduğu halde birden çıkan şimendiferin dehşetli tehdid hücumuyla Rüstem ve Herkül tarafına koşmasına karşı o iki kahraman ne kadar korkacaklar, ne kadar kaçacaklar!.. O hârika cesaretleriyle bin metreden fazla kaçacaklar. Bakınız nasıl bu dabbetülarzın tehdidine karşı hürriyetleri, cesaretleri mahvolur. Kaçmaktan başka çare bulamıyorlar. Çünki onlar, onun kumandanına ve intizamına itikad etmedikleri için mutî bir merkeb zannetmiyorlar. Belki gayet müdhiş, parçalayıcı, vagon cesametinde yirmi arslanı arkasına takmış bir nevi arslan tevehhüm ederler.

Ey kardeşlerim ve ey elli sene sonra bu sözleri işiten arkadaşlarım! İşte altı yaşına girmeyen bu çocuğa o iki kahramandan ziyade cesaret ve hürriyet ve çok mertebe onların fevkinde bir emniyet ve korkmamak haletini veren, o masumun kalbinde hakikatın bir çekirdeği olan şimendiferin intizamına ve dizgini bir kumandanın elinde bulunduğuna ve cereyanı bir intizam altında ve birisi onu kendi hesabıyla gezdirmesine olan itikadı ve itminanı ve imanıdır. Ve o iki kahramanı gayet korkutan ve vicdanlarını vehme esir eden, onların onun kumandanını bilmemek ve intizamına inanmamak olan cahilane itikadsızlıklarıdır.

O iki temsilde, o iki acib kahramanın pek acib korku ve telaşlarına ve elemlerine sebeb, onların adem-i itikadları ve cehaletleri ve dalaletleri olduğu gibi.. Risale-i Nur'un yüzer hüccetlerle isbat ettiği bir hakikatı ki, bu risalenin mukaddemesinde bir-iki misali söylenmiş. Mes'ele şudur ki:

Küfür ve dalalet, bütün kâinatı ehl-i dalalete binler müdhiş düşman taifeleri ve silsileleri gösteriyor. Kör kuvvet, serseri tesadüf, sağır tabiat elleriyle, manzume-i şemsiyeden tut, tâ kalbdeki verem mikroplarına kadar binler taife düşmanlar bîçare beşere hücum ettiklerini ve insanın câmi' mahiyeti ve küllî istidadatı ve hadsiz ihtiyacatı ve nihayetsiz arzularına karşı mütemadiyen korku, elem, dehşet ve telaş vermesiyle küfür ve dalalât bir Cehennem zakkumu olduğunu ve bu dünyada da sahibini bir Cehennem içine koyduğunu ve din ve imandan hariç binler fen ve terakkiyat-ı beşeriye o Rüstem ve Herkül'ün kahramanlıkları gibi beş para fayda vermediğini gösterip, yalnız ibtal-i his nev'inden muvakkaten o elîm korkuları hissetmemek için sefahet ve sarhoşlukla şırınga ediyor.

İşte iman ve küfrün müvazenesi âhirette Cennet ve Cehennem gibi meyveleri ve neticeleri verdiği gibi; dünyada da iman bir manevî Cenneti temin ve ölümü bir terhis tezkeresine çevirmesini ve küfür dünyada dahi bir manevî Cehennem ve hakikî saadet-i beşeriyeyi mahvetmesi ve ölümü bir i'dam-ı ebedî mahiyetine getirmesini, kat'î ve his ve şuhuda istinad eden Risale-i Nur'un yüzer hüccetlerine havale edip kısa kesiyoruz.

Bu temsilin hakikatını görmek isterseniz başınızı kaldırınız, bu kâinata bakınız. Ne kadar şimendifer misillü balon, otomobil, tayyare, berriye ve bahriye gemiler.. karada, denizde, havada kudret-i ezeliyenin nizam ve hikmetle halkettiği yıldızların kürelerine ve kâinat ecramına ve hâdisatın silsilelerine ve müteselsil vakıatlarına bakınız.

Hem âlem-i şehadette ve cismanî kâinatta bunların vücudu gibi, âlem-i ruhanî ve maneviyatta kudret-i ezeliyenin daha acib müteselsil nazireleri var olduğunu aklı bulunan tasdik eder, gözü bulunan çoğunu görebilir.

İşte kâinat içindeki maddî ve manevî bütün bu silsileler, imansız ehl-i dalalete hücum ediyor, tehdid ediyor, korkutuyor, kuvve-i maneviyesini zîr ü zeber ediyor. Ehl-i imana değil tehdid ve korkutmak belki sevinç, saadet, ünsiyet, ümid ve kuvvet veriyor. Çünki ehl-i iman, imanla görüyor ki; o hadsiz silsileleri, maddî ve manevî şimendiferleri, seyyar kâinatları mükemmel intizam ve hikmet dairesinde birer vazifeye sevkeden bir Sâni'-i Hakîm onları çalıştırıyor. Zerre miktar vazifelerinde şaşırmıyorlar, birbirine tecavüz edemiyorlar. Ve kâinattaki kemalât-ı san'ata ve tecelliyat-ı cemaliyeye mazhar olduklarını görüp kuvve-i maneviyeyi tamamıyla eline verip, saadet-i ebediyenin bir nümunesini iman gösteriyor.

İşte ehl-i dalaletin imansızlıktan gelen dehşetli elemlerine ve korkularına karşı hiçbir şey, hiçbir fen, hiçbir terakkiyat-ı beşeriye bir teselli veremez, kuvve-i maneviyeyi temin edemez. Cesareti zîr ü zeber olur. Fakat muvakkat gaflet perde çeker, aldatır.

Ehl-i iman, iman cihetiyle değil korkmak, kuvve-i maneviyesi kırılmak, belki o temsildeki masum çocuk gibi fevkalâde bir kuvve-i maneviye ve bir metanetle ve imandaki hakikatla onlara bakıyor. Bir Sâni'-i Hakîm'in hikmet dairesinde tedbir ve idaresini müşahede eder, evham ve korkulardan kurtulur. "Sâni'-i Hakîm'in emri ve izni olmadan bu seyyar kâinatlar hareket edemezler, ilişemezler. " deyip anlar. Kemal-i emniyetle hayat-ı dünyeviyesinde derecesine göre saadete mazhar olur. Kimin kalbinde imandan ve din-i haktan gelen bu hakikat çekirdeği bulunmazsa ve nokta-i istinadı olmazsa, bilbedahe temsildeki Rüstem ve Herkül'ün cesaretleri ve kahramanlıkları kırıldığı gibi, onun cesareti ve kuvve-i maneviyesi müzmahil olur ve vicdanı tefessüh eder. Ve kâinatın hâdisatına esir olur. Herşeye karşı korkak bir dilenci hükmüne düşer. İmanın bu sırr-ı hakikatını ve dalaletin de bu dehşetli şekavet-i dünyeviyesini Risale-i Nur yüzer kat'î hüccetlerle isbat ettiğine binaen, bu pek uzun hakikatı kısa kesiyoruz.

Acaba en ziyade kuvve-i maneviyeye ve teselliye ve metanete ihtiyacını hissetmiş bu asırdaki beşer, bu zamanda o kuvve-i maneviyeyi ve teselliyi ve saadeti temin eden İslâmiyet ve imandaki nokta-i istinad olan hakaik-i imaniyeyi bırakıp, garblılaşmak ünvanı ile İslâmiyet milliyetinden istifade yerine, bütün bütün kuvve-i maneviyeyi kırıp ve teselliyi mahveden ve metanetini kıran dalalet ve sefahete ve yalancı politika ve siyasete dayanması, ne kadar maslahat-ı beşeriyeden ve menfaat-ı insaniyeden uzak bir hareket olduğunu; pek yakın bir zamanda intibaha gelmiş, başta İslâm olarak, beşer hissedecek ve dünyanın ömrü kalmışsa Kur'an'ın hakaikına yapışacak.

O vakit Kosova'da, büyük bir İslâm dârülfünununun tesisine teşebbüs edilmişti. Orada hem İttihadçılara, hem Sultan Reşad'a der ki: "Şark, böyle bir dârülfünuna daha ziyade muhtaç ve âlem-i İslâmın merkezi hükmündedir. " Bunun üzerine şarkta bir dârülfünun açılacağını va'dederler. Bilâhere Balkan Harbi çıkmasıyla, o medrese yeri, yani Kosova istila edilir. Bunun üzerine müracaatla Kosova'daki dârülfünun için tahsis edilen ondokuz bin altun liranın şark dârülfünunu için verilmesini taleb eder, bu talebi kabul edilir. 

foto_galeri-002.gif

Lütfen yaptığınız alıntılarda www.RisaleHaber.com'u kaynak olarak belirtmeyi unutmayınız.

HABERE YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
2 Yorum