Said Nursi ve Mehmet Kayalar

Said Nursi ve Mehmet Kayalar

Mevlüt Polat, Bediüzzaman Said Nursi’nin talebelerinden Mehmet Kayalar’ı anlatıyor.

Röportaj: Abdurrahman IRAZ/Nurettin HUYUT-Risale Haber

 

Mevlüt POLAT?

 

1933’te Diyarbakır’da doğdu, ilk ve orta eğitimini Diyarbakır’da tamamladı. Üniversite imkânı hayli kısıtlı olduğundan başarılı bir öğrenci olmasına rağmen ilk sene okuyamadı. 1949 yılında Karayollarına Etüt ve Proje bölümüne teknik ressam olarak girdi.

 

1953 yılında arkadaşlarının da ısrarı üzerine hiç görmediği ama çok merak ettiği İzmir, İstanbul, Ankara gibi şehirleri gezip görmek arzusuyla İzmir’e gelir. O günlerde askere gitmeye karar vermiş ve askerden önce böyle bir seyahat iyi gelir diye düşünmüş ve o haleti ruhiye içinde Kordon boyunda gezerken sınıf arkadaşlarını astsubay elbisesi ile görünce onlara imrenir.  Arkadaşların telkini ile orada Hava Astsubay Okuluna girer.

Okulu iyi derece ile bitirince Diyarbakır’a kendi memleketine tayin yapma hakkı kazanır ve Diyarbakır’a tayin olur.

 

Nurcu ve demokrat olması nedeniyle 1960 ihtilalinden sonra Eskişehir’e sürgün edilir. 11 sene Eskişehir’de görev yaptığı dönemde Zübeyir Gündüzalp ile tanışır ve bir müddet de onunla derslere gider. Orada Bediüzzaman’la birlikte kalmış ve hizmet etmiş olan Çalışkan, Ömer, saatçı Muhittin, Saatçı Şükrü, Otelci Ömer gibi abilerle hizmet etme imkânı yakalar.

 

12 Mart muhtırası olunca gene “Nurcu” diye fişlendiğinden bu defa ikinci şark hizmeti diye Malatya’ya sürgün edilir. 7.5 yılda burada görev yapar ve oradan da İstanbul’a tayini çıkar. 1979 senesinde istişare neticesinde emekli olur. Cemaatin istişare kararı ile İstanbul’daki evini satar ve tekrar Eskişehir’e gelir. Yeni Asya Temsilciliğini açar iki yıl orada hizmet ettikten sonra, Düzce’ye sonra 1984 yılında tekrar İstanbul’a taşınır. Halen de aynı hizmetlere devam etmektedir.

Evli ve beş çocuk babasıdır.

 

MEHDİ-DECCAL TARTIŞMASI

 

Risale-i Nurları nasıl tanıdınız?

 

Astsubay olarak Diyarbakır’a yerleştikten sonra (Yıl 1956) Düzce’de ikamet eden ancak Trabzon’da doğmuş Ahmet Yahya isminde bir arkadaşla aynı birlikte görev yapıyorduk. Bir ramazan günüydü, Ahir zaman hadiseleri, mehdi ve deccal meseleleri hakkında bir fikir münakaşasına tutuştuk.

 

Ben dindar bir aileden gelmiş olmama rağmen o günün eğitim politikaları nedeniyle dine pek sıcak bakmıyordum. Okullarda dini eğitim verilmiyordu. Bu günkü gibi dinimizi öğrenebileceğimiz imkânlar da çok fazla yoktu. O nedenle Avrupa fen ve felsefesinin etkisinde kalmıştım. Sadece çevremiz dindar olduğundan sohbetlerde ve aile içi konuşmalarda ayrıca ramazanlarda oruç tuttuğumuzda akşamları teravihe Cuma namazlarına giderdik. Oralarda verilen hutbe ve vaazlardan bir miktar dini bilgimiz de vardı.

 

O nedenle gerek Mehdi meselesini gerekse deccal meselesini bir miktar biliyorduk. Deccal ve süfyanın dini tahrip edeceğini Ahir zaman Mehdisinin ise o tahribatı düzelteceğini kulak dolgunluğu şeklinde de olsa bir miktar biliyorduk.

 

İşte o gün Ahmet Yayla ile bu mevzuları tartışırken bir ara bana döndü dedi: “Kardeşim, sen bunları söylüyorsun ama kendin namazlarını bile ara ara kılıyorsun. Deccalı gelmiş bilmiyorsun, mehdiyi tanımıyorsun” diyerek sitemde bulununca, ben bu defa kendisine itirazda bulundum. Dedim “Ahmet abi, deccal gelmiş olsaydı herkes tanıyacaktı, biz biliyoruz ki, deccal üç dağ cesametinde bir adam, büyük bir merkebe binecek elinde saz çalıyor. Bir kulağı cennet, bir kulağı cehennem kendine tabi olanları cennete, olmayanları cehennemine atacak” gibi eskiden yapılan tasviratları kendisine anlatmaya çalıştım.

 

Döndü dedi, “Sen yüksek tahsil görmüş birisin dünyanın gidişatını da biliyorsun, mektep medrese görmüş bir insansın nasıl oluyor da böyle bir şeye inanıyorsun? Senin tarif ettiğin büyüklükte ve azamette bir insan gelmiş olsa bunu bilen hiçbir kimse gidip ona tabi olur mu? Halbuki rivayetlerde o geldiğinde yetmiş bin hoca gidip ona tabi olacak ve ona fetvacılık yapacak denilmiş, öyle senin dediğin gibi açık olsa bu insanlar bile bile gidip ona tabi olurlar mı?” deyince benim jetonum düştü.

 

Dedim kendi kendime “hakikaten böyle bir şey olsa âlimler gidip ona tabi olmazlar.” Peki öyleyse bu anlatılanların anlamı nedir? Neden böyle bir fikir biz de var. Bu düşünceyle aklıma gelen ahir zamanla ilgili birçok sual sordum. Ahmet abi dedi “bak kardeşim gördüğüm kadarıyla senin bu konularda bir miktar bilgin var, o nedenle birçok soru sormak istiyorsun, ben senin bu suallerinin hepsine cevap veremem ama istersen gel akşam seni bir yere götüreyim orada bu meseleleri iyi bilen biri var ona istediğini sorarsın.”

Ben “olur” dedim.

 

KAYALAR ABİ İLE O AKŞAM TANIŞTIM.

 

Akşam oldu anlaştığımız yerde buluşup bahsettiği yere gittik eski bir Diyarbakır evi idi, sac ile kaplanmış küçük bir kapısı vardı oradan içeri girdik, yine dar bir koridordan geçtik ve geniş bir avluya çıktık. Avlunun etrafı yüksek duvarla çevrili, yerlere hasır serilmiş karşıda bir minder üzerinde biri oturmuş ve önünde de rahle, rahle üzerinde de Osmanlıca Mu’cizat-ı Ahmediye  risalesi, ondan ders yapıyordu. Her gelen sessizce iki diz üzerine çöküp oturuyordu. Dersi yapan o abi de heybetli bir duruşu vardı. İki kolunu rahlenin iki yanına koymuş okuyordu. Bu manzara beni hayli etkilemişti. Daha sonra öğrendim o Zat Mehmet Kayalar abi imiş, ev de kendi eviymiş.

 

Oturduk biz de diğerleri gibi dinlemeye başladık. Ben o güne kadar dini sohbetlere gittiğim çok olmuştu camilerde vaizleri çok dinlemiştim ama baktım bu ders veya vaaz çok farklı. Camilerde hocalar genelde cemaati korkutarak dine yönlendirmeye çalışırlardı. Yani, “şunu yaparsan yanarsın, bunu yaparsan cennet yüzü görmezsin, şu günahı işlersen yüz sene cehennemden çıkmazsın” şeklinde anlatırlardı. Oysa burada yapılan ders çok farklıydı, bambaşka idi. Aydan güneşten bahsediyordu, semavattan misaller veriyordu ve Allah’ın Vahdaniyetini bunlarla ispata çalışıyordu. Öyle ne cehennemle korkutuyor ne de bizi tehdit ediyordu. Çok mükemmel bir şekilde de açıklıyordu. Bu durum beni çok etkilemişti. Bir anda kafamda yeni ufuklar açılmasına neden oldu.

 

Ben öyle dersin havasına kendimi kaptırmış bir vaziyette dinlerken Ahmet Yahya beni habire dürtüyor ve sessizce “bize bir sürü sorular yöneltiyordun neden burada sormuyorsun?” diye ikaz ediyordu. O esnada dersi yapan abi birden başladı ahir zaman hadiselerinden bahsetmeye “Mesela” dedi “bizim bazı safderun kardeşlerimiz var hocaların da etkisinde kalarak üç dağ cesametinde bir adam (deccal) gelecek kendine has büyüklükteki eşeğine binecek ve bir çok gariplikleri yaşayacak ve ondan sonrada bir çok insan da ona tabi olacak ve tabi oldukları için de imanları tehlikeye girecek veya bir mübarek zat (mehdi) gelecek elinde kılıç bir tarafa salladığı zaman 70 kişinin, diğer tarafa salladığı zaman 80 kişinin kellesini uçuracak ve ona da tabi olanlar kurtulacak gibi bir beklenti içerisine girmiş bulunuyorlar. Maalesef Hocalarımız bugüne kadar bu insanları böyle şeylerle uyutmuşlar.” dedi.

 

“Peki şimdi size soruyorum. Hadis-i Şerifte dendiği gibi İsa (AS) gelse Şam’da minarenin şerefesine konsa ve aleme kendisini tanıtsa ki, “ben İsayım” dese ne olur?”

“Biz Müslümanlardan önce 1,5-2 Milyar nüfusa sahip bulunan Hristiyanlar gelip tabi olurlar ve Müslüman olurlar.”

“Peki bu Hadis-i Şerifler yanlış mı? Yani İsa (AS) gelmeyecek mi? Elbette hepsi doğru şeylerdir ve İsa (AS) da elbette gelecek. Bakın bu konu da Bediüzzaman Hazretleri ne diyor.” diyerek 5. Şuayı bizlere okudu ve o bizim acip bir şekilde manalandırdığımız hadisleri bir güzel tek tek anlattı.

 

Ben şoke olmuştum. Kafama takılan soruların hiçbirini kendisine sormamıştım ama o benim kafamdaki soruların tamamını tek tek cevaplandırmıştı. Sanıyorum o gün yetmiş seksen kişi derse gelmişti. Hayli kalabalık bir dersti.

Ramazan olduğu için dersi bitirdi ve kalktık teravih namazı kıldık arkasından hiç duymadığım bir şekilde tesbihat yapılınca bu defa ona taktım. Ama bir şey de diyemedim, ders bitti çıktık dışarı.

 

Arkadaşım bana döndü “hani senin bir sürü soruların vardı neden sormadın?” dedi. Ben de kendisine “sormama gerek kalmadı ki, sağolsun benim kafamdaki tüm soruları hatta daha fazlasını cevaplandırdı” dedim. Yani önceki sorularım açısından tatmin olmuştum Ama dediğim gibi tesbihat kafama takılmıştı. Bu defa Ahmet’e onu sordum o da dedi ki, “madem bu akşam sorularına cevap aldın o halde yeni sorularına da yarın gelir cevap alırsın.”

 

ÜSTAD MEHMET KAYALAR ABİYE TAYİNAT GÖNDERİRDİ

 

Mehmet Kayalar abi o dönemde askeriyeden ayrılmıştı değil mi?

 

Evet ayrılmıştı, küçük bir kulübesi, büfesi vardı, bir kardeşimizle beraber işlettikleri o kulübeden ne gelirse onula geçinirdi. Bir de Üstad onun gibilere maaş gönderirdi. Maaşları da bir kutunun içinde gelirdi. Onlar da alıp vakıf kardeşlere dağıtırlardı. O zaman gümüş liralar bir de gümüş elli kuruşlar vardı. Bir kutu içerisine doldurur gönderirdi.

 

Bazı illere duyduğum kadarıyla kitap gönderirmiş, yani kitaplar basıldığında bir miktarı telif hakkı diye Üstada bedava gönderilirmiş. Üstad’da o kitapları Türkiye’nin değişik bölgesindeki vakıf kardeşlere gönderir tayinat diye satıp kullanmalarını istermiş ama Diyarbakır’a Ankara’daki kardeşler satıp nakit para olarak gönderiyorlardı. Yani benim şahit olduğum zaman kutu içerisinde bakır paralar şeklinde gelmişti.

 

Ali Demirel getirirdi. Ahmet Yahya’ya teslim ederdi o da götürür Mehmet Kayalar abiye verirdi. Mehmet Kayalar abi de hepsini kendisi kullanmazdı. Bir kısmını hizmet eden kişilere dağıtırdı. Bir lira, elli kuruş şeklinde hatta bana da bir seferinde bir lira vermişti.

 

BİR HAFTA BOYUNCA AKLIMA TAKILAN SUALLERE SORMADIĞIM HALDE CEVAP VERMİŞTİ

 

Benim bu sual cevap durumum bir hafta kadar devam etmişti. Ben gündüz kafamda bir çok soru hazırlıyordum kendi kendime “gidip bu akşam bu soruları soracağım” diyorum ama akşam derse iştirak edip dersi dinlerken bakıyorum ki, bir şekilde ders dönüp dolaşıyor ve benim sormak istediğim konulara geliyor ve benim tüm sorularım cevaplandırılıyordu. Ben o bir hafta şaşkına dönmüştüm. “Bu nasıl oluyordu?” diye.

 

Hatta bir ara düşündüm “acaba bana oyun mu oynanıyor?” diye. Yani, Ahmet Yahya gündüz benden öğreniyor da akşam gidip gizlice ona anlatıyor da mı bu böyle oluyor? Daha sonra anladım ki, Bu durum Risale-i Nurun bir kerametidir ki, o hafta boyunca bu şekilde devam etmişti.

 

Mehmet Kayalar abinin kendi şahsına mahsus halleri vardı. Mesela, hiçbir abide görmediğim şöyle bir meziyetini size anlatayım. Ders okurken beş altı cümle anlattıktan sonra cemaate döner sorardı. “Anlaşıldı mı kardeşim?”, “Risale-i Nur ve Üstad hakkında bir sorusu olan var mı?” “yapılan derste anlamadığınız veya kafanızın almadığı bir konu var mı? diye sorardı. Eğer bir soru gelirse ona en ikna edici bir şekilde cevap verirdi. Verdikten sonra da soru soranın ikna olup olmadığını sorar eğer ikna olmuşsa o zaman döner tekrar derse devam ederdi.

 

Üstadın onun için “Nurun Muallimi” diye nitelendirdiği bir sır vardı onda. Risale-i Nurları çok iyi anlar ve anlatırdı.

 

Ben beş yıl süreyle bu şekilde bu derse devam ettim. Kayalar abi her gece bu dersi yapardı. Hiç ara vermeden her akşam (Cumartesi Pazar dahil) ders olurdu biz de şayet çok önemli bir işimiz olmazsa mutlaka bu derse iştirak ederdik. 1959’a kadar bu böyle devam etti. Şark otelinin yanında bir evi vardı o evde bu dersleri yapardı.

 

Daha sonra gerek devletin baskısı (kiraladığı ev sahibine baskı yapmışlardı çıkar diye) gerekse içerideki telkinler sonunda Dicle’nin kenarında bir arsa alındı Kayalar abiye, içine tek katlı bir ev yapıldı üç dört odalı bahçesi çevrildi. Ondan sonra dersler oraya alındı ve orada devam etti. Ama bu yer şehirden hayli uzak bir yerdi. Önceki evi şehrin merkezinde olduğundan herkes rahatlıkla gelebiliyordu.

 

Söz buraya gelmişken biraz Mehmet Kayalar abiden bahseder misiniz? Onunla ilgili yaşayıp ta unutamadığınız bir hatıranız var mı?

 

Kayalar abi nevi şahsına münhasır bir insandı ve Üstadın duasına mazhar olmuş bir şahsiyetti. Biz bunu zaman içinde onda müşahede ettik. Üstad hakkında geniş malumatı ile Risale-i Nur dersleri yaparken engin derinliği bize bu kanaati vermişti.

 

Siz Kayalar abi ile 1956 yılında tanışmışsınız, Kayalar abi de Bediüzzaman’la 1948’de tanışmış yani henüz sekiz yıl geçmişken -bugünle kıyaslıyorum- bu gün otuz yılda bile bu seviyeyi yakalamak mümkün olmamaktadır. Sizce bunun sırrı nedir? Çok kısa zamanda bu kadar yüksek bir manevi makam kazanmanın nedeni ne olabilir?

 

Bunun sırrı bana göre Kayalar abinin Üstada ve Risale-i Nura halisane bir şekilde bağlanması ve teslim olmasıdır. Risale-i Nurları kendisi telif etmiş gibi sahip çıkıyor ve okuyarak anlatarak başkalarına göstererek yayılmasına çalışıyordu. Bütün mesaisini ona teksif ediyordu. Onun dünyasında Risale-i Nurdan başka bir şey yoktu. Sanırım sırrı burada yatıyor.

 

Bunu yaparken hiçbir şekilde taviz vermiyordu. O günün şartlarında her türlü tehlike söz konusu iken o bu tehlikelere aldırmadan, her şeyiyle ona hizmet ediyordu. Evi okul gibiydi her an ve saatte kim giderse gitsin aşkla şevkle ona Risale-i Nurları anlatırdı. Evini o kişiye açmaktan yılmazdı, en ufak bir rahatsızlık duymazdı aksine çok sevinirdi. Hem çok güzel ders yapardı ve dersi dinleyenlerle çok güzel diyalog kurardı, en iyi şekilde anlamaları için gayret sarf ederdi. Bu yüzden Üstad ona “Nurun Muallimi” unvanını vermişti.

 

Bu gün bakıyorum da onun yetiştirdiği onlarca insan her biri bir şehirde Risale-i Nur hizmetlerinde en ön safta fevkalade hizmet ediyorlar. Yani yetiştirdiği talebeleri de onun gibi gayretli ve faal birer Nur talebesi olarak hayatlarına devam ediyorlar.

 

ÜSTAD KAYALAR ABİNİN BAŞINI ELLERİNİN ARASINA ALIP ONA DUA ETMİŞTİ

 

Kendisi bir özel derste bana şunları anlatmıştı. “Ben bir gün Üstada gittiğimde “Üstadım ben Nurları çok seviyorum, çok okuyorum ama bu kalın kafama bir türlü girmiyor.” dedim. Üstad bana “öyle mi? keçeli gel bakayım buraya” kafamı ellerinin arasına aldı ve biraz sıktıktan sonra dedi ki “git şimdi daha iyi anlayacaksın” dedi. Ve hakikaten ondan sonra ben Risale-i Nurları okuduğum zaman bir teyp gibi kafama yerleşiyor” demişti.

 

Yani Kayalar abi Üstadın bu anlamda duasına mazhar olmuş bir şahsiyetti ondan dolayı çok kısa zamanda inkişaf etmişti. Ve herkesin fevkinde bir mertebede Risale-i Nurları anlıyor ve anlatıyordu.

Her gece bizi evine beklerdi gitmediğimiz zaman bizi özlediğini söylerdi mutlaka gelmemizi isterdi.

 

 

Kendisi evli bir kişi olmasına rağmen evinde bu kadar yoğun ders yapmayı ailesine ve çocuklarına nasıl kabul ettiriyordu?

 

O günün şartları bunu gerektiriyordu, çok büyük imkânsızlıklar vardı. Yani bir evi kiralayıp orayı dershane yapma imkânı hayli kıttı o nedenle bir açıdan buna mecburdu. Hem o günün şartlarında emniyet sorunu vardı. Herkes evine ders alamazdı, buna cesaret edemezdi.

 

Ders yapılan ev tek katlı evlerdi birbirine bitişik bu evlerin avlusunda ders yapma imkânı vardı. O durumda da diğer evin damına çıkan bir kişi hem konuşmaları hem de gelen gidenleri çok rahat bir şekilde kaydedebiliyordu. O nedenle hiçbir babayiğit çıkıp evinde ders yapma cesaretini gösteremiyordu. Sürekli takip altındaydı. Ama dediğim gibi o çekinmiyordu ve bu durumdan hiç şikâyetçi değildi aksine gitmediğimiz zaman üzülüyordu ve gitmemizi istiyordu.

 

Benim duyduğum ve bildiğim Kayalar abi çok cesur, çok celalli ve sert bir insandı. Bu cesur ve cüretkâr tavrı olan bir insan yanına gelenlere karşı da bu tavrını devam ettiriyor muydu? Onlara karşı her hangi bir baskı veya istibdat denecek bir davranış içinde bulunuyor muydu?

 

Tatlı set bir insandı diyebilirim. Mesela biz ondan korkmazdık aksine severdik. Zaman zaman kızıp bağırıp çağırması da olsa bu hali kimseyi kırmazdı, çünkü o kimseyi rencide edecek şekilde konuşmazdı.

Çünkü yaptığı azarlama o kişinin lehine bir durumdu, sadece haddini aşan olursa veya dışarıda konuşulmaması gerektiği halde gidip dışarıda farklı konuşan olursa bu da onun kulağına gelirse o kişilere karşı biraz sert davrandığı olurdu.

 

Mesela bir seferinde babası gelmişti, üç ay kadar ona misafir olmuştu her gece o da dersi dinliyordu. O günlerde ehl-i tarikattan gelenler vardı onlar Kayalar abinin tesirinde kalarak etrafa onun İsa (as) olduğunu yaymışlardı. Allah rahmet etsin dişçi Kadri Mermutlu diye hoşsohbet bir abi vardı o konuştuğu zaman kimse incinmezdi, Kayalar abi de o güzel sohbetinden dolayı onun konuşmasından hoşlanırdı, o nedenle onun vasıtasıyla bu durumu kendisine iletmiştik.

 

O bu durumu duyunca o gece hayli celallenmişti. Demişti “Bazı ahmaklar benim babamın aylarca burada diz çöküp ders dinlediğini gördükleri halde sağda solda böyle fikirleri yayıyorlar. Aptallar, ahmaklar benim babam burada işte yanımda görüyorsunuz. Böyleyken ben nasıl Hz. İsa olabilirim. Bunu yayanların kimler olduğunu da biliyorum bir daha böyle şeyler duyarsam o kişilerin ayaklarını kırarım, bir daha buradan içeriye sokmam” demişti. O gün celalli halini görmüştüm. Ama o şekilde davranmaya da hakkı vardı.

 

Kayalar abi Üstad ile ilk görüşmesini yapmış ve sekiz yıl boyunca üstad ile muarefesi olmuş üç dört defa da Üstadla görüşmüş bir şahsiyettir. Onun Üstada karşı duruşu nasıldı, mesela bir ders arkadaşı gibi miydi? Yoksa herhangi bir âlim nazarıyla mı bakardı? Onu nasıl tarif ederdi?

 

Kayalar abi üstadı Mehdiyi ahirzaman olarak tanır ve tanıtırdı. Bize de onu bu şekilde tanıtmıştı. Ve kendisi de buna içtenlikle inanırdı. Bunu yazmış olduğu kitaplarında da belirtmişti. Mesela Üstada gönderdiği bir şiirinin üçüncü kıtasında şunları söylemişti:

 

“Mehdiyet-i elhak ayan

Odur gönüllerde sultan

Var mı acep ulu burhan

Budur Bediüzzaman”

 

Buradaki “Mehdiyet” kelimesinin üzerini üstad çizmişti yerine “ferdiyeti” yazmıştı.

 

Sonra sekizinci kıtasında

 

“Saidi beklerdi yıllar

Odur Mehdi-i Muntazar

Peygamber vermiş haber

Olma bize Punhan”

 

Ayda en az iki üç defa Üstad ile mektuplaşırdı. Kendi yazdığı mektubu bize okuttuğu gibi Üstad’dan gelen mektupları da bizlere okurdu. Ondan sonra o mektubu kendi arşivine koyardı. Üstad ile irtibatı bu seviyedeydi.

Üstadın ahirzaman mehdisi olduğunu en kesin ifade ile ben bizzat ondan dinlemişim. Hiçbir abi o dönemde bu kadar cesur bir şekilde bunu söylememiştir. Veya zamanın nezaketi gereği söylememişlerdir.

 

Hatta bir defasında “Ben bütün ulemaya Ahir zamanda gelecek zatın Bediüzzaman olduğunu ispat etmeye hazırım. Onun sakalsız olacağını hadisi şeriflerde görmüşüm.” demişti.

Kayalar abi eski medrese ilmine, Arapçaya ve Kur’an ilmine de vukufiyeti olan bir zattı. O nedenle mehdi ve deccal ile ilgili hadisleri bize tek tek okurdu anlatırdı.

 

Zaten o hadisleri “kırk hadis” diye bir kitap olarak neşretmişti.

 

Doğru haklısınız işte o hadisleri bize ders olarak anlatırdı. Dediğim gibi herkesin anlayacağı bir dilde ve herkesi ikna eder tarzda anlatırdı. O nedenle (ben dahil) onun dersini dinleyip bugün ülkenin bir çok yerinde hizmette sebat etmiş ve Risale-i Nurları iyi bilen insanlar onun sayesinde bu seviyeyi elde etmişlerdir.

 

Üstada gönderdiği o şiire gelen cevapta “bu hissi teklife aykırıdır” diye not düşmüştü.

Üstad ona iltifat dolu mektuplar yazardı o da Üstada arzı tazimle cevaplar yazardı. Biz o mektupları dinlediğimiz zaman adeta kendimizden geçer mest olurduk. Kayalara abinin edebiyatı çok kuvvetli idi yazdığı mektuplar vecizdi gerçekten çok güzel yazardı.

 

Bu mektupları mutlaka muhafaza etmiştir. Siz bu mektupların nerede olduğunu biliyor musunuz?

 

Ben bu mektupların merhum Mehmet Birinci abide olduğunu tahmin ediyorum. Çünkü bizim Mustafa’yı (oğlundan bahsediyor) Eyüp Sultanda defnettikten sonra Birinci abi (Allah rahmet etsin) “sizi ben bırakacağım” diye ısrar etti. Biz de olur dedik.

 

Giderken anne ciğeri hanım arka koltukta oğluna ağlıyordu. Bunu duyunca Birinci abi dedi “neden ağlıyorsun? bak Üstad sizi manevi evlatlığa kabul etmiş, size dua etmiş niye üzülüyorsun, bilakis sevinmen lazım.” “Nasıl” diye sorudum. “Een Diyarbakır’da görevde iken Kayalar abi sana görev vermiş camilerde ilk defa ders okumaya başlamışsın hanımın da ilk defa hanımlar arasında ders başlatmış” dedi.

 

Bu arada bir şeyi anlatmam lazım o dediği dönemi iyi hatırlıyorum biz camilerde ders yaptıktan sonra her gün gelir Kayalar abiye anlatırdık. Bir gün ders raporu verirken dedim “abi bizim hanım da ilk defa hanımlar arasında bir ders başlattı, hanımlar çok beğenmiş, hatta bazıları bizde de ders yapılsın diye teklifte bulunmuş.” Ben bu şekilde anlatınca Kayalar abi “maşallah barekallah” dedi ve çok sevindi. Ben de onun bu durumundan cesaret alarak dedim. “Abi hanım bir de derslerin etkisinde kalarak Üstada üç kıtalık bir mersiye yazmış” deyince. Dedi “öyle mi?” “O halde sen onu bana getir.”

Ben de “olur” dedim getirdim verdim. Okudu çok hoşuna gitti. “bu bende kalsın” dedi. Ben de olur dedim.

 

Demek ki, daha sonra o mersiyeyi bir mektup yazarak Üstada göndermiş biraz da hanımların hizmetlerinden bahsetmiş. Üstad da bu durumdan çok hoşnut olmuş ve ona bir cevabi mektup yazmış. Ve o mektubunda “Ben bu hanımı, kızını, kocasını ve ondan dünyaya gelen Mustafa’yı kendime manevi evlat kabul ettim, dualarıma dahil ediyorum” demiş. Gerçi biz layık değiliz ama. Allah ondan razı olsun ben Üstadın ayakkabısının turabı olamazken o bizi manevi evlatlığa kabul etmiş.

 

Birinci abi o zaman bunu anlatmıştı ve bir teselli mahiyetinde olmuştu bizim için. Benim birinci abi ile münasebetim çok iyi idi devamlı Düzce’ye gelir bizde kalırdı derslere iştirak ederdi. O zaman da bize gelmiş bir hafta kalmıştı birlikte derslere gitmiştik.

 

Birinci abi Kayalar abi ile Üstad arasındaki her gelişmeyi yakından takip edermiş. Bunu da ben bu hadiseden anladım ki, Kayalar abinin mektupları ve Üstadın ona yazdığı mektupların hepsi Birinci abidedir. Çünkü, o gün bu mektuptan bahsederken “ben mektupları karıştırırken böyle bir mektuba rastladım” demişti. Ondan anlıyorum ki, bu mektuplar Birinci abide kalmış. O da daha sonra Ahmet Tanyel’e devretmiştir. Çünkü onun hatıraları hep onda kalmıştı.

 

Hanım bu mektupla ilgili olarak birkaç defa bana “git Birinci abiden bu mektubu veya fotokopisini al getir” dediği halde ben utandım gidip isteyemedim.

 

KAYALAR ABİ BEDİÜZZAMAN’LA SÜREKLİ İLETİŞİM HALİNDEYDİ

 

Bu anlattığınız mektubu teyit edercesine oğlunuz Mustafa Polat’ın Üstadın talebeleri arasına defnedilmesi de ayrı bir mazhariyettir.

 

Evet haklısınız. Bunu anlatmamın nedeni Kayalar abinin hassasiyetini ifade etmek içindi. O zat o kadar hassastı ki, bu kadar küçük bir hadiseyi hemen Üstada yazmıştı. Ve Üstad da ona bundan dolayı mektup yazmıştı.

Yani, Kayalar abi şarkta hizmetle ilgili her hadiseyi hemen yazar haberdar ederdi. Ve Üstadın her konuda görüşünü alırdı. Bir gün vapurda gidiyoruz. Sungur abi geldi beni boynumdan kucakladı “Kayalar abi var ya Kayalara abi… Bir gün derste Üstad celallendi sağ elini sol elinin üzerine vurarak, ‘ne diyorsunuz keçeliler bu kılıcı Kayalara göndereyim mi?” dediğini anlatmıştı.

 

O bunu anlatınca Kayalar abinin derslerinden biri aklıma geldi. Kayalar abi derslerinden birinde “Ahirzaman mehdisi celallendiği zaman sağ elini sol elinin üzerine vurur” diye bir hadisin olduğundan bahsetmişti.

 

Hatta bir defasında da “Öldüğü zaman onu bir vasıtaya koymak isteyecekler ama ona sığmayacak başka bir vasıta getirecekler onunla taşıyacaklar” diye bir başka hadisi şeriften bahsetmişti. Ben Eskişehir’de Hava Kuvvetlerinde görevli iken Üstadı taşıyan uçakta pilotluk yapanlar konuşurken duymuştum. Biri demişti “biz T11 ile gitmiştik ama tabut sığmadı C47 istedik C 47 büyüktü kapısı da geniş ancak onunla getirebildik” demişlerdi. Bu durumu Kayalar abi hadisi şeriflerde görmüş ve bize vefatından çok önce anlatmıştı.

 

Hatta o bu dersi anlatırken onu dinleyen birçok medrese âlimi vardı. Mesela bunlardan biri Selahattin Kaplan idi, Kırıkhan’ın eski müftüsü o da bana aynı şekilde anlatmıştı. Bundan başka molla Sıddık, molla Selahattin, molla Ahmet, molla Hüseyin ve ismini sayamadığım 5-6 tane alim insan bulunuyordu. Kayalar abinin rahle-i tedrisinde bulunurlardı ve ön safta onlar otururlardı. Ve Kayalar abi her söylediğini onlara tasdik ettirirdi.

 

Peki, böyle âlim ve fazıl insanlar nasıl oluyordu bir asker emeklisinin önünde oturup ondan ders alıyordu?

 

Evet, çok güzel bir noktaya temas ettiniz. Eğer bu insanlar Kayalar abide bu liyakati görmeselerdi, Risale-i Nuru doğru anlattığına şahit olmasalardı böyle el pençe divan dururlar mıydı? Bir dakika durmazlardı. Hem dediğim gibi Kayalar abi her dersinde cemaatten sorardı. “Dersi anladınız mı?” veya “kafanıza takılan bir şey var mı?” “size ters gelen veya yanlış bulduğunuz bir fikir var mı?” diye her defasında tekrar tekrar sorardı. Teyid aldıktan sonra dersine devam ederdi.

 

AĞABEYLERE KARŞI FAZLASIYLA SAYGILI İDİ

 

Üstad hayatta iken siz Diyarbakır’da bulunduğunuz dönemde yani 1954–1960 arasında diğer ağabeylerden gelenler oldu mu?

 

Birkaç defa Muzaffer abinin (Aslan) geldiğini biliyorum. Bir de Adıyaman’dan Mahmut Allahverdi abi gelirdi. Onları hatırlıyorum. İhtilalden sonra bu alim ve fazıl insanların her birini değişik bir yere sürdüler birbirinden uzak yerlere taki birbirlerinden haber alamasınlar diye beni de Eskişehir’e sürmüşlerdi.

 

Abdülmecit abinin Kayalar abiyi ziyareti var siz onu hatırlıyor musunuz?

 

Bilmiyorum sanırım benden önce veya daha sonra olmuş bir ziyarettir. Çünkü biz o dönemde yılın 365 gününün 350 günü dersteydik. Çok hayati bir durum olmazsa mutlaka derse katılırdık. O nedenle o ziyaret olsaydı bilirdim. Demek ki, benden önce veya sonra olmuş.

 

Zübeyir abi ile ilgili herhangi bir hatıra, farklı bir yaklaşım var mıydı?

 

Hayır, yoktu sadece şunu hatırlıyorum o zatların ismi geçtiğinde Kayalar abi esas duruşa geçerdi. Yani onlara karşı fazlasıyla saygılı idi. Onların bahsi geçtiğinde hep onlardan senakarane bahsederdi. Üstadın etrafında kale gibi durduklarından bahsederdi. Yani, tek bir şey hatırlıyorum o da: Onları her zaman methetmiştir.

O nedenle Kayalar abi ile ilgili menfi anlamda söylenmiş hiçbir bilgiyi kabul etmiyorum doğru değildir. Kayalar abi öyle bir insan değildi.

 

Biraz açar mısınız? Ne gibi şeyler bunlar?

 

Mesela deniyor ki, “Kayalar abi Üstad hayatta iken ayrı bir cemaat oluşturmaya çalışmış farklı bir hizmet tarzı ortaya koymak istemiş.” Bu gibi ifadelerin yanlış olduğunu söylüyorum çünkü böyle bir şey ben görmedim. Bu anlama gelecek tek kelime ondan duymadım. Mesela benim neşriyat hizmetlerinde bu kadar sene gayretle çalışmış olmam hep onun telkinleri sayesindedir. O hep neşriyatın önemli olduğundan bahseder bizi teşvik ederdi. Bir gazetemizin olması gerektiğinden bahseder. Ve teşvik ederdi.

 

Mesela kendisini Dicle kenarında bir evde kalmaya zorladıklarında işi gayet zorlaşmıştı. Hem kendisi gidip gelemiyordu, hem de cemaat onun yanına gidip gelemiyordu. O günün şartlarında yol yok iz yok, vasıta yok dolmuş yok evine eşya alması için şehre gelip gitmesi bile büyük bir sıkıntı. Elbette onu bu hale düşürenlere karşı bir miktar sitemi olmuştur. Onun o sıkıntılı vaziyeti ile söylemiş olduklarına birçok şeyi de katıp etrafa yaydılar sanırım.

 

KAYALAR ABİ BİR NEŞİR ORGANIMIZIN OLMASINI ÇOK İSTERDİ

 

Ben bir olay yaşadım o nedenle vicdan azabı yaşıyorum. Size de bu konuyu sorayım bir gün birisine Kayalar abiyi sormuştum. O da bana “bırak Kayalar abiyi o gitmiş Diyarbakır’da etrafına bir takım adamlar toplamış ‘ayaklanacağım’ diye o nedenle onu boş ver onunla ilgilenme” demişti.

 

Benim de bahsettiğim hadise o! O zatın böyle bir şeye girişeceği varsayımı ile hareket edilmiş, oysa böyle bir şey yok. Onun celalli halinden belki istifade ederiz diye onu hayli baskı altında tutmuşlardı. Mesela kaldığı evden çıkardılar Dicle’nin kenarında uzak bir eve adeta zorladılar oraya gidip gelmek çok zordu oraya gidiş yolu üzerinde emniyetin bir de kulübesi vardı. Gelen gidenleri çok rahat bir şekilde kontrol altında tutuyorlardı. Boş ve geniş arazi oraya gitmek için kontrol noktasını geçtikten sonra uzun bir mesafe tarlaların içinde yürümek zorundaydınız.

 

Ayrıca bir kestirme yol daha vardı orası biraz kayalıktı ama kısa yoldan gidiliyordu. Orada da askeri bir yer vardı. Onun yanından geçerken hemen asker silahı çeviriyordu. “Dur”, “parola” “kimsin” diye soru başlıyordu. Onlar da biliyorlardı ki, onun yanına gidiyorlar. Ama gene de soruyorlardı. Her gece bu böyle devam ediyordu. Maksat onu bir eyleme sürüklemek. Yani ondan böyle bir hareket bekliyorlardı.

 

Hakikaten o da bu durumdan dolayı bazı şeyler söylemiş olabilir. Çünkü dediğim gibi celalli bir insandı, hem ordudan gelmiş biriydi. Belki de onu buna teşvik için böyle bir şey yaptılar. O da bu meselede belki de onların tahrikine kapıldı ve bazı şeyler söylemiş de olabilir. Hatta duyuyorduk işte “silah bulundurun belki bir baskın falan olur kendimizi koruruz” dediğini naklettiler. Onlar böyle bir şey bekliyorlardı. Ta ki, bir taşkınlık yapsın ve Türkiye’deki bütün Nurcuları bu vesile ile halletsinler.

 

Bakın size kendi durumumu örnek vererek bu meseleyi ispat edebilirim. Şayet onda böyle bir fikir olsaydı bende de o fikir birazcık olsun olurdu. Ben Eskişehir’e gitmeden önce de gittikten sonra da cemaatle bir bütünlük içinde hizmet ettim. Hiçbir zaman cemaatin aldığı kararların dışına çıkmadım ve uzun seneler neşriyat hizmetleri ile fiilen ilgilendim.

 

Hatta ilk defa gazete çıkarılışını hatırlıyorum. İttihat gazetesinden günlük gazeteye geçilmek istenmişti. Zübeyir abi Mehmet Kutlular ile Mehmet Fırıncı abiye “gidin anadoluyu dolaşın bakın bakalım cemaat bu konuda ne diyor” demiş ve dolaşmalarını istemişti bu vesile ile Eskişehir’e de gelmişlerdi ben o iki zatı orada ilk defa gördüm ve tanıştım. Fevkalade sevinmiştik günlük gazete çıkacak diye gayet mutlu idik. Bende ki bu fikirlerin asıl kaynağı Mehmet Kayalar abidir. O bu düşüncedeydi Nurcuların bir neşir organının olmasını çok istiyordu ve hep müspet hareket etti vefatına kadar da bu tavrını hiç bozmadı.

 

Ben yanına gittiğim dönemde bu anlama gelecek tek kelime ve tek bir davranış görmedim, duymadım. Ama 60’tan sonra, ben oradan ayrıldıktan sonra bazı şeyler söylemişse bunu ben bilmiyorum, sonraki yıllarda da ben böyle bir şey duymadım.

 

MÜSBET HAREKETTEN AYRILMADI

 

Evet, bizim de bildiğimiz ihtilalden hemen sonra Kayalar abi tutuklanıyor. Sivas kampına götürülüyor. Oradan Çanakkale’ye, 1,5-2 yıl orada tutuluyor, Bu bahsettiğiniz durumlar ondan sonra cereyan ediyor. Yani, 63 ten sonra.

 

Evet, aynen öyle zaten o dönemde de dediğim gibi benim irtibatım kesikti o günün şartlarında tek iletişim aracı mektuptu onu da gönderdiğiniz zaman herkes görebilirdi. Biz sadece izne gidebildiğimiz zaman görüşebiliyorduk ki, o da iki üç senede bir o da bir iki günlüğüne gidip hemen geliyordum.

 

Kayalar abinin Çanakkale’de kaldığı hücreyi anlatıyorlar, bir insanın 1,5 yıl böyle bir hücrede canlı kalması mümkün değil.  İşte böyle bir durumu görmüş ve yaşamış bir insanın, tekrar geri döndüğü bir şehirde, hem de mimlendiği bir yerde böyle bir konuşmayı yaptığını, insanlara “hadi silahlanın bir gün lazım olacak” dediğini söylemek akla mantığa sığmıyor. Böyle bir şey yapsa devlet onun peşini bırakır mı? Oysa hayatına baktığımızda böyle bir takibatın yapılmadığını görüyoruz. Demek ki, bu söylenenlerin hepsi asılsız şeyler. Siz ne dersiniz?

 

Çok doğru söylüyorsunuz aynen katılıyorum. Dediğim gibi, yanında bulunduğum dönemde kendisinden bu anlamda tek bir hareket görmedim ve duymadım. Yani, menfi denecek bir kelime veya bir cümle işitmedim. O hep güzel şeyler anlatıyordu. Özetle Risale-i Nuru anlatıyordu. Ondan ders yapardı ve anlatırdı. Dolayısıyla onunla ilgili bu söylenenlerin hiçbirine hiçbir zaman inanmadım ve inanmam da.

 

Mesela bir defasında onu içeri almışlardı biz askeri elbise ile giderdik ziyaretine gardiyanlar bizi tanıyordu, o nedenle rahat görüşüyorduk. Ziyaretçi kabul yeri vardı oraya getirirlerdi onunla orada görüşürdük. Bize semaver yakarlardı çay yaparlardı içerdik. Ağabeye de orada bir iskemle koyarlardı o da o iskemlede otururdu. Açardı Risale-i Nurdan ders yapardı hava kararıncaya kadar dinlerdik. Biz kalkar evimize gelirdik onu da alıp tekrar koğuşuna götürürlerdi. Orada itibarı çok yüksekti. Yani anlattıkları gibi bir durum olsaydı bu şekilde muamele yaparlar mıydı?

 

Dicle kenarında yerleştirildiği ev meselesini tam anlayamadık. Neden onu şehirdeki evinden alıp öyle uzak bir yere götürdüler? Veya bunu ona kimler yaptı bunu tam anlayamadık. Bu ev meselesini biraz açar mısınız?

 

Dediğim gibi Şark oteli denen bir otelin yanında kapısı küçük bir evde kalıyordu. 1959’un ortalarına doğru siyasilerin ev sahibine baskı yapmaları neticesinde ev sahibi de buna baskı yapıyor çıkması için, onun bu durumuna muttali olan bir arkadaşımız kendisine teklifte bulunuyor. “Benim Dicle kenarında bir arsam var. Onu sana vereyim git kendine orada bir ev yap bu zalimlerin baskısından kurtul” o da bu teklifi kabul etmiş ve oraya önce tek katlı iki oda bir salon ev yaptılar bahçenin etrafını da duvarla çevirdiler. O da oraya taşındı, ondan sonra dersler orada yapılıyordu.

 

CUMHURBAŞKANI VE BAŞBAKANA ÇEKİLEN TELGRAF

 

Üstadın 1959’un sonunda Ankara’da talebelerini toplayıp, bu toplantıya özellikle Kayalar abiyi telgraf ile çağırıp onun da iştirakini sağladıktan sonra verdiği son ders var. Bu dersi Üstadın özellikle O zatın şahsında Nur talebelerine yaptığı söylenir. Sizin bu ders ile ilgili bir bilginiz var mı?

 

Yok benim o ders ile ilgili bir bilgim yok dediğim gibi her sırrını bizimle paylaşırdı ama bu mesele hakkında bize herhangi bir bilgi vermemişti. Böyle bir ders olmuş ise de ben muttali değilim,

Biz Ahmet Yayla abi ile aynı yerde çalışırken o günlerde emir gelmişti bıyıklarınızı kesin diye, biz beş arkadaş kesmemiştik. Sünneti Seniyyeye muhalefet etmek istememiştik. Çalışan herkesin bıyıklarını kesmişlerdi. Bu konuda herhangi bir kanun olmadığı için, yani kanunlar o zaman müsaade ediyordu.

 

Bir gün Garnizon Komutanı bizi teftişe gelmişti. Bıyıklarımıza bir şey diyemiyordu o nedenle başka bir bahane ile Ahmet Yayla’ya “sen bu kalemini neden göğsüne takmışsın” diyerek 14 gün katıksız hapis cezası verdi.

Ben o gün akşam derse gittiğimde bu durumu Kayalar abiye anlattım o bu duruma çok kızmıştı. Bana “gerekçe ne” diye sordu. Ben “abi aslında asıl gerekçe bıyıklarımız ama ona ceza veremedikleri için böyle bir yol seçtiler” deyince. “Hemen gidip biri Reisicumhura, biri  Başbakana, biri İçişleri Bakanına, biri Genel Kurmay Başkanlığına, dört tane telgraf çekeceksiniz” dedi. Biz de gidip çekmiştik. O zamanın (1957) parası ile 80 Lira tutmuştu.

 

Telgrafları hanımının ismiyle çekmiştik. Telgrafta şunlar yazıyordu. “Kocamın askeri talimatlara ve nizama aykırı hiçbir hareketi olmadığı halde, ben de buraya yeni tayin olmuş garip kimsesiz yabancı olduğum halde kocama haksız bir şekilde bir kalem bahane edilerek 14 gün hapis cezası verilmiştir. Mağduriyetimizin giderilmesini arz ederiz.” diye yazdık gönderdik gitti.

İkinci gün işe gittiğimde baktım Ahmet Yayla masasının başında oturuyor. Hemen yanına gittim “geçmiş olsun, sen dün ceza almıştın noldu da bugün buradasın” dedim. “Polat, dün gece sabaha karşı Tümgeneral Suat Erbay geldi beni çıkardı odasına götürdü bana çay söyledi ve bana “ben de demokratım bizi yanlış anlamanı istemem” diyerek beni serbest bıraktı. Bizzat Reisicumhur Celal Bayar emir vermişti” dedi.

 

Kayalar abi olmasaydı siz o cesareti gösterip o telgrafları çeker miydiniz?

 

Mümkün değil hiç kimsede o cesaret yoktu. O günün şartlarında bir astsubayın bu şekilde en üst kademedeki insanlara telgraf çekmesi cesaret isterdi. Kayalar abi çok cesur bir insandı.

Ben Ahmet’in tahliye olduğunu Kayalar abiye anlattığımda çocuklar gibi sevinmişti. “Akılları başlarına gelsin ne demek bir kalem için 14 gün hapis cezası verilir mi?” dedi. 

 

NURUN YÜKSEK BİR TALEBESİ

 

Sizin 1960’dan sonra Kayalar abi ile görüşmeleriniz nasıl oluyordu?

 

60 ihtilalinden sonra ben Eskişehir’e sürgün edildim. Kayalar abi de içeri alınmıştı zaten o günlerde telefon bile yoktu. Ancak mektupla haberleşebilirdiniz, ama biz mektup da yazamıyorduk, çünkü devamlı takip altındaydık, kışladan dışarı çıkarken bile izin alarak çıkıyorduk. O nedenle irtibatımız tamamen kesildi diyebilirim. Bir defasında Diyarbakır’a izne gitmiştim orada kardeşimin dükkânı vardı eve gitmeden önce ona uğrayıp öyle eve gitmiştim. Ben dükkândan çıktıktan sonra hemen bir sivil personel gelip sormuş “o hava astsubay buraya neden geldi? O azılı bir nurcudur, çok tehlikeli bir adamdır” diye abim de ona “sen ne diyorsun be adam o benim kardeşimdir, eğer o zararlı bir insan ise bu ülkede zararsız tek kişi yoktur” diyerek dükkandan onu kovmuştu. Yani sürekli takipteydik. O nedenle bir araya gelemedik.

 

Ama ben onu hiç unutamadım, her sohbette, her derste mutlaka ondan bahsederim ve onun verdiği örneklerden misaller veririm. Onun bizde emeği çoktur unutmamız mümkün değildir.

 

Üstadın “Hulusi ve Kayalar Şarkta olmasaydı benim Şarka gitmem gerekirdi” dediği “Nurun Muallimi” dediği, “Nurun Yüksek bir talebesi “ dediği, Diyarbakır müdafaasını İşaratül İcaz kitabının arkasına aldığı, Mektubat’a şiirini koyduğu, böyle bir insan, sizin de anlattıklarınızdan anladığımız kadarıyla mümtaz bir şahsiyet, 60’dan sonra ne oldu da kabuğuna çekildi ve unutulanlar arasına girdi. Diğer abiler 60’dan sonra daha aktif hale geldikleri halde o iyice kendi dünyasına çekildi. Bu konuda neler biliyorsunuz?

 

Yanından gelen kişilere hep onu sormuşumdur. Hep aynı cevabı alıyordum. Hizmetlerine devam ettiğini söylüyorlardı. Yani eski hizmetine aynen devam ettiğini, etrafındaki o eski arkadaşlarının onunla beraber olduğunu sağlığının yerinde olduğunu söylüyorlardı. Sonra bir ara duydum İstanbul’a göçmüş Erenköy’de bir ev almış, daha sonra Yalova’ya giderek orada bir yazlık almış yazları oraya gidiyormuş, kışları da tekrar İstanbul’da kalıyormuş diye hep duyuyordum. Hep içimde bir ukde idi birini bulayım yanına gideyim ziyaret edeyim diye fakat nasip olmadı. Aksine bir şey duymadım.

 

Hem gizlenmiş olması onun kendisini gizlemesinden veya hizmette geri durmasından kaynaklanmıyor. Şartların ağırlığından olabilir. Onunla ilgili şeylerin anlatılmamasından kaynaklanabilir. Yoksa o kenara çekilmiş bir insan değildi. Olamazdı da bugün Diyarbakır’da fevkalade hizmet oluyorsa bu onun eseridir diyebilirim. Onun yetiştirdiği insanlar bugün o hizmeti yapıyor.

 

Siz Üstadı gördünüz mü veya görmek için teşebbüste bulundunuz mu?

 

Ben değişik zamanlarda üç defa Üstadı ziyaret etmek için Kayalar abiden izin istedim. Fakat bize müsaade etmedi. Diyordu “Bak kardeşim ben de sizin gibi gidip Üstadı görmek istiyorum, ama Üstad tarassut altında, hem siz askeri şahıslar olarak gittiğiniz takdirde “Said Nursi orduya el attı, ordu mensuplarını etrafında topluyor” diye Üstada zarar verirler. O nedenle sizin gitmeniz doğru değil.” der bize izin vermezdi.

 

Bir defasında da bize “Madem çok istiyorsunuz o halde; Üstad izin vermiş, kitaplar Sinan Matbaasında basılıyor, kardeşlerimiz çok sıkıntı çekiyor, gidin onlara yardım edin.” Biz de hakikaten izin aldık, uçağa bindik gittik kitapların basıldığı Sinan Matbaasında abiler harıl harıl çalışıyorlardı. Tahiri abi, Bayram abi, Salih Özcan, Said Özdemir abi hepsi oradaydı. Herkes bir iş yapıyordu, yani işçi gibi çalışıyorlardı. Bizde bir miktar yardım ettik.

 

Giderken bize “kağıt sıkıntısı var gidince Diyarbakır Milletvekillerine gideceksiniz ve onlara bu durumu anlatacaksınız onlarda kağıt temin edecekler fiyatı ne kadarsa biz vereceğiz.” demişti. Bizde gittik Tahsin Tola abiyi bulduk bizi Diyarbakır Demokrat Parti Milletvekileri Kamil Taşçı vardı. Mehmet isminde bir milletvekili daha vardı onlarla görüştürdü. Kayalar abinin selamını söyledik ve böyle bir ihtiyacın olduğunu anlattık. Kayalar abi o dünemde Diyarbakır’da çok sevilen bir insandı. O nedenle sözü dinlenirdi. Milletvekilleri onun sözünden çıkmazdı. Çünkü, bilirlerdi ki, o birine oy vermeyin dese o kimse kolay kolay kazanamazdı. O yüzden O’nun bu isteğini geri çeviremezlerdi. O nedenle bize yardımcı oldular.

 

Sizin Üstadı ziyaret etme talebinize Kayalar abinin Üstada zarar gelir düşüncesi ile izin vermemesi onun bilinenin aksine çok müdebbir bir insan olduğunu ve devletin nizamına karşı aksi bir hareket içerisinde olmadığını, Üstadın “müspet hareket” isteğine sıkı sıkıya riayet ettiğini gösterir. Bu konuda ne dersiniz?

 

Evet, haklısınız ben onun menfi anlama gelecek tek bir hareketini ve telkinini görmedim duymadım. 1959’da Cumhuriyet gazetesi İnönü’nün telkiniyle bir kampanya başlatmıştı. Nurcuların aleyhinde sürekli neşriyat yapıyordu. Onun üzerine Tahiri abi, Sungur abi, Said Özdemir abi, Bayram abiyi toplamış içeri almışlardı. Nerede bir Nur talebesi bulsalar toplayıp tevkif ediyorlardı. Cumhuriyet gazetesi de mal bulmuş mağribi gibi bu tutuklamaları, habbeyi kubbe yaparak manşetten veriyordu. İşte: “İki Nurcu daha samanlıkta saklanırken yakalandı”, “bugün bir kişi daha yakalandı” gibi.

 

Bu yayınlar böyle devam ederken ve tutuklamalar sürerken Kayalar abi bizi çağırdı. “Uçağa atlayıp Ankara’ya gidin ve abilere selamımızı söyleyin biz arkalarındayız ne istiyorlarsa yapmaya hazırız, cemaatin duası ve selamını iletin” dedi.  Biz de benle Ali Rıza kardeş atladık geldik. Ankara’da 27’ye gittik oradan Asri Cezaevine, “Nurcularla görüşmek istiyoruz” dedik.  Orada bizi bir hücreye aldılar. Ama hücreye üç kişi zor sığar. Said Özdemir abi, Sungur abi geldiler.

 

Hücre iki bölümden oluşuyor. Mahkumlarla ziyaretçiler arasında kalın bir duvar var. Bir pencere açmışlar ama çok küçük bir pencere, cam var, arkasında tel örgü var, onun arkasında demir parmaklık onun arkasında tel örgü ve tekrar cam sen buradan konuştuğunda ses gidiyor ama cam zaten küçük konuşurken bir anda buharlaşıyor. Karşıdakini görmen mümkün değil sadece ses gidip geliyor. Bir de megafon kurmuşlar ne konuşsak hapishane müdürünün odasına gidiyor. Biz de bu durumdan habersiz bir şekilde sesimiz gitsin diye bağırıyoruz. Kayalar abinin mesajını kendilerine ilettikten sonra “emretsinler maddi manevi ne gerekiyorsa yapacağız, hiç merak etmesinler” deyip Kayalar abinin selamını getirdiğimizi ilettikten sonra onlar da karşıdan “hiç merak etmeyin biz burada çok iyiyiz, hiçbir şeye ihtiyacımız yoktur. Derslere devam ediyoruz. Kayalar abiye ve kardeşlere çok selam söyleyin” diye bağırarak ancak konuşabiliyoruz. Yani hiç endişe etmiyorduk. Allah yardım etti görüşme imkanı bulduk.

 

Oradan tekrar 27 numaraya geldik o dönemde Dışkapı’da, Bahçelievler’de ve daha bir çok semtte dershaneler vardı. Oraları ziyaret ettik derslere katıldık ve daha sonra Diyarbakır’a geri döndük kardeşlere bu güzel haberi ilettik. Dedik: “her ne kadar hapse düşmüşlerse de endişe edilecek bir durum yok, orada da hizmetlerine devam ediyorlar, dersler devam ediyor cemaat çok iyi” diye.

 

Yani, Kayalar abi cemaatle çok sıcak ilişki içerisindeydi. En küçük bir hadiseyi yakından takip ederdi ve her şeyle ilgilenirdi. En küçük menfi bir hareketi ve tavrı olmazdı. Biz görmedik. Dediğim gibi ben 1960’a kadar beraber oldum ondan sonrasını çok fazla bilmiyorum. Sadece bildiğim ondan sonra da Kayalar abinin hizmetine devam ediyor olmasıydı. Öyle bir hizmet ortaya koymuştu ki, onun hizmetinden Diyarbakır’ın surları bile nasibini almıştı diyebilirim. Dağa taşa her şeye işlemişti.

 

Üçüncü yıl tekrar Üstadı görme isteğimizi iletince bu defa “Kardeşim” dedi. “Acele etmeyin Üstad kendisi buralara gelecek, o zaman kendisini görürsünüz, dersini dinlersiniz.” Hakikaten bir müddet sonra Üstadın Urfaya geldiği haberini aldık, sevinmiştik, Diyarbakır’a da gelecek diye beklemeye başladık. Hatta hazırlık bile yapıyorduk, onu ağırlayacağımız programı yapıyorduk, şurda ders yapar, burada kalır, şuraları gezdiririz diye kendi kendimize planlar yapıyorduk. Ama bir anda Ramzanın 26. gecesi, o yıl Leyle-i Kadrin o gece olduğuna inandığımız gece “vefat  etmiş” diye haberini aldık. Biz bu haberi duyunca yıkıldık tabi. Biz  ne bekliyorduk, ne bulduk.

 

Bu habere çok üzülmüştük hemen sabah bir otobüs tuttuk Kayalar abi ile birlikte Urfa’ya gittik ancak cenazesine yetişebildik. Cenaze namazını kıldık, birlikte defnettik. Üstadı kabrine Kayalar abi ile Sungur abi, Zübeyir abi ve diğer abiler beraber indirmişlerdi. İki gün Dergahta kaldık, sürekli bir şeyler okuyorduk, herkes cevşen okuyor, Kur’an okuyor, dualar ediyordu. İki gün bu şekilde vakit namazlarını cemaatle kıldık ve aralarda da okuyorduk. Sonra tekrar Diyarbakır’a döndük.

Orada Sungur abi ona “görüyor musun sema ehlinin tamamı onu teşci etmeye gelmiş” dediğini nakletmişti.

 

İki ay sonra ihtilal olmuştu bizi de onları da hemen tutukladılar. Ve hepimizi bir yerlere sürdüler. Amaçları bu cemaati dağıtmaktı. Bu amaca ulaştıklarını sandılar ama o insanlar nereye gitse orada hizmetine devam etti, aksine hizmet inkişaf etmiş oldu.

 

Kayalar abinin şahsi yaşayışı nasıldı, sünneti seniyyeye uyma noktasında nasıl davranırdı?

 

Kayalar abi azami derecede Sünnete uyan bir insandı. Gerek evinde özel hayatında gerekse dışarı çıktığı zaman Sünnete uygun bir şekilde giyinir ve öyle davranırdı. Evinde zıbınını giyer kendine has bir takkesi vardı, takkenin etrafı iki kat katlıydı sarık sarmış gibi bir görüntüsü vardı, sarık saramadığı için onu o şekilde özel yaptırmıştı, sünnete uysun düşüncesi ile ve devamlı onu takardı. Kendisi aynen Üstad gibi sakal bırakmamıştı.

 

Risale-i Nur hizmetlerinin geleceği açısından neler söylersiniz? Gelecekte Risale-i Nur hakikatleri gerçekten dünyaya hakim olacak mı?

 

Risale-i Nur hizmetleri zaten bugün Üstadın haber verdiği gibi bütün dünyaya bir şekilde yayılmış bulunuyor. Bu hizmetler elbette bütün insanlığı kucaklayacak şekilde yayılmaya devam edecektir.

 

Biz o günlerde Diyarbakır’da az bir guruptuk ama o gün atılan o tohumlar neşvünema buldu ve bugün yüz binler artık Risale-i Nura koşuyor. Türkiye’nin her tarafında çok gayretli hizmetler var. Neşriyat hizmeleri açısından; TV’ler, gazeteler, radyolar ve internet gibi yayın organları bu hizmetin fevkalade ilerlemiş olduğunu gösteriyor. Talebe hizmetleri zaten fevkalade güzel. Bu durum gösteriyor ki, yakın gelecekte bu Nurlar her tarafa yayılacak. Ve Allah nurunu tamamlayacaktır.

Duamız odur ki, inşallah o günleri hep birlikte görürüz.