Said Nursi 12 Mart Muhtırasını haber vermişti

Said Nursi 12 Mart Muhtırasını haber vermişti

Risale-i Nur gönüllüsü Zonguldak'lı Ali Özen, RisaleHaber'e konuştu...


Röportaj: Nurettin Huyut - RisaleHaber

Ali Özen Kimdir?

1949 yılında Zonguldak Ereğli’nin uzak bir köyünde dünyaya geldi.
Sekiz çocuklu bir ailenin en büyüğü...
İlkokulu köyünde okudu. Ortaokulu Ereğli Sanat Okulunda bitirdi. Daha sonra Zonguldak'a okumak değil, çalışmak niyetiyle geldi.
Fakat kader onu okumaya sevk etti. Zonguldak'ta Meslek Lisesinde okurken, madende çalıştı. Lise İkinci sınıfta evlendi. Şu an beş tane çocuğu var. Liseden sonra İnşaat Mühendisi olan Ali Özen, hep kendi işinde çalıştı…

Risale-i Nur'u nasıl ve nerede tanıdınız?

İkinci sınıfta seçmeli din dersi konulmuştu. Aileden gelen manevi hislerle ben de din dersini seçtim. Edebiyatım kuvvetli olduğu için, okulun duvar gazetelerini çıkarırdım. O yıl ki edebiyat öğretmenimiz: ”Din dersine kimler katılıyor? Parmak kaldırsın.” dedi. Sınıfta bir tek ben parmak kaldırmışım. Öğretmen geldi benim sıramın üzerine oturdu: “Vay! Gerici, yobaz, Nurcu, siz de dünyayı öküzün boynuzunda biliyorsunuz” gibi hücum etti.

Öğretmenin bu tavrı bana çok dokundu. Ben bilmiyordum Nurculuk nedir falan. O olayın ardından Zonguldak Müftüsüne gittim. Rahmetli Abdülmuttalip Gül. Ahmet Gül'ün babası...

Müftüye: “Hocam ilin Müftüsüsünüz. Nurculuk hakkında bana bilgi verir misiniz?” Dedim. 1966- 67 yılları... Müftü: “Aman evladım, sakın Nurculuğu araştırma. Seni hapse atarlar.” dedi. Böyle deyince benim merakım daha da arttı. “Bunda bir iş var, bunu araştırıp bulmam lazım” dedim. Hocaya cevap vermem lazım. Çünkü hocam, “Dünya öküzün boynuzu üzerinde, bazen Öküzün kulağına sinek kaçıyor, bazen de sinekten kurtulmak için başını sallayınca zelzele oluyor.” diye düşünüyorsunuz siz gericiler.” Demiş ve hakaret etmişti bana.

Müftünün yanından ayrılınca Zonguldak'ta dükkan dükkan araştırmaya başladım. Nurcu arıyorum. Herkesin Nurculardan kaçtığı bir dönemde ben Nurcu arıyorum. Zonguldak'ın bir nahiyesi var: Kozlu. Orada oturuyordum. Okula Kozlu'dan gidip geliyordum. Gece madende çalışıyorum, gündüz okul okuyorum. Ve evliyim.

Neyse bir gün bir berber dükkânına girdim. Baktım Berberde iki kişi var. Birisi tıraş oluyor, diğeri kitap okuyor. Tabi o kitabı daha önce ben de okumuştum. Hamdi Gülal'ın: “Ruhi Çöküntü” adlı küçük bir kitabıydı. Okuyan da anlatıyor. Ben de orada biraz bilmişlik yaptım: “Ya sen yanlış anlatıyorsun. Öyle değil, böyledir” falan diye. Aynada tıraş olan adamı görüyorum. İbrahim Göremez diye Elektrik Yüksek Mühendisi olan biri. Onunla sonra tanışmıştık. O: “Delikanlı doğru söylüyor.” dedi. Kitabı okuyan da tekniker, Süleyman Tanrıver. O da maden de tekniker. O zaman tanışalım dediler. Ben de kısaca kendimi tanıttım. “Daha uzun boylu görüşelim seninle” dediler. “Olur” dedim. Pazar gününe saat verdiler. O saatte gittim. Beraberce Zonguldak'a gittik. Bir odalı bir yere götürdüler beni. Baktım orada Risale-i Nurlar.

Ben daha önce onlara “Nurcuları arıyorum” demiştim. “Böyle böyle bir derdim var. Hocaya cevap vermem lazım. Yoksa rahat edemem.” “Tamam” dediler. “ Bu işin kolayı var. Lem'alar da bunun cevabı var.” Açtık okuduk. İşte Dünya Öküzün ve balığın üstünde duruyor. Hadis midir? Değil midir? Meselesini iyice anladım. Ertesi sabah okula gittim ve Hocaya meydan okudum ve bildiklerimi anlattım. Arkasından “Evet, ben Nurcuyum, var mı bir diyeceğin?” dedim. Bunun üzerine Hoca: “Ağzınla kuş tutsan bu dersten geçemeyeceksin. Bundan sonra karşında ben varım” dedi. Ben de “hodriye, hodri… Ben bu dersi geçeceğim.” dedim. Böyle bir mücadele başladı. Şükürler olsun Zonguldak'ta böylece Risale-i Nurla tanışan ilk lise talebesi oldum.

Bu arada bir çocuğum olmuştu, o nedenle okumaktan yana değilim. Çalışmaya devam etme niyetindeyim. Hem askere de gideceğim. Tam bu durumdayken namaz kıldığım için beni sürgün ettiler. Sürgün ettikleri yer, Zonguldak'ta elektrik ressamlığı, oysa ben makineciyim hâlbuki.

Oraya gittim, başlamak için bir yetkilinin kapısından içeri girdim. Bir adam oturuyor masada. “Selamüaleyküm.” dedim. Adam cevap vermedi. Ben de selamı geri aldım. Bu defa adam: “Deli misin?” dedi bana. “A-a, sen konuşuyorsun, demek ki duyuyorsun.” dedim ben de. “Evet” deyince: “Neden deli diyorsun bana?” dedim. “Kendi kendine konuşana deli derlerde” dedi. Bunun üzerine “Ben seni adam sandım selam verdim, selamı almayınca da geri aldım. Eğer bu delilikse benden çekeceğin var demektir” dedim. Biraz da gençlikten kaynaklanan dik kafalılık var serde. Bu konuştuğum adam Tınaz Titiz. Özal'ın gözdelerinden, zamanının Turizm Bakanı... Gençliğinde TİP'in kurucularından biriymiş. Altmışlı, yetmişli yıllar ideolojik çatışmaların çok olduğu seneler. Tabi ben buna kızdım. “Bu adam bu kafayla Bakan olmuşsa, ben de olurum.” dedim. Sonra İstanbul'a geldim.

İstanbul'a neden gittiniz?

Okumak için. Önce senelik izne ayrıldım. Kurslara falan katılayım, Üniversite imtihanına gireyim dedim. Kazanırsam okuyacağım. Hazırlık yaptım yani İstanbul'da. İstanbul'da direk Yeni Asya Gazetesi'nin binasına geldim. O akşam Fatih'te derse iştirak ettim. Sene 1969... Bir Cuma akşamıydı hiç unutmam. Tabi ben Anadolu’da sivil Polis hiç görmemiştim. Ders esnasında içeriye üç kişi girdi, birisi resim çekiyor. Bende “her halde yarın gazete de çıkacak” diye hiç çekinmeden poz verdim. (Gülüyoruz) Tabi çıktı da Yeni Asya'da değil, Cumhuriyet Gazetesinde çıktı.

Meğer o gelenler sivil polismiş. Ben bilmiyordum. Birisi ayakkabılarıyla içeri girdi. Mehmet Kutlular ders yapıyordu. Dedi ki o polise: “Ayakkabılarını çıkar, burada namaz kılıyoruz.” Bu riayet etmedi: “Sana gösteririm emniyete varınca.” dedi. Mehmet Kutlular ayağa kalktı ve iki tane tokat attı Polise. Ben o zaman anladım o adamın Polis olduğunu. Demek ki baskın yapılmış bize diye fark ettim durumu. Tevafuk, sene 69, baskındaki kişiler de 69... 69 kişi olarak bizi aldılar, hepimizi götürdüler karakola. Orada bizi sorularla çok sıkıştırmışlardı. Mehmet Kutlular'ın çantasını zorla aldılar. Kutlular onlara: “Bize böyle işkence yapamazsınız. Bizi rahat bırakın.” dedi.

Orada başka bir Polis de baş komiserin yanına gitti: “Bu adamlar gazeteci, Mehmet Kutlular gazeteci. Sonra başına iş açarsın.” dedi. Bunun üzerine baş komiser gelip özür diledi. Bizi rahatlatan sözler saf etti. Tabi ben bir gün önce yol gelmişim. Uykusuzum. Geldiğim gece de karakola götürmüşler gene uykusuzum. Bir ara ifade vermeye çağırdılar. Ben gittim. Polis ifadeyi yazmış. “Bunu imzala.” dedi. “Okuyayım öyle.” dedim. Okudum. “Bunu sen imzala.” dedim polise. Dedi: “Niye?”, “Benim ifadem değil ki, senin ifaden bu. Sen yazmışsın, sen imzala. Benim dediklerimi yaz, o zaman imzalayayım.” dedim.

İfade kâğıdında ne yazıyordu?

Gizli Örgütte görünmem için her türlü şifreyi kullanmış. Parolamız vardı. Şöyleydi falan. Ama böyle bir şey yok ortada. Normal biz derse gelmişiz. Polis beni biraz tehdit etti. Asarız, keseriz gibisinden. “Beni öldürseniz de ben bu ifadeyi imzalamam.” dedim. Bunun üzerine benim gerçek ifademi yazdılar ondan sonra imzaladım. Sonra karakolda beklerken ben uyumuşum. Sabah ezanıyla uyandım. Sabah ezanı dediğim Karakolun içinde okunan bir ezan bu… Bir ezan sesi çınlıyor, uyumak mümkün değil. Uyandım ve etrafıma baktım sanki farklı bir ortama gelmişiz gibi bir hal var…

Akşam bize düşmanca davranan o Polisler, o gece sabaha kadar bizim arkadaşlarla sohbet ederken, durum değişmiş. Sabah olunca bambaşka insanlar olmuşlar. Adeta bizim hizmetimize koşan insanlar olmuşlar. Akşam düşman olan polisler, sabah evden seccade, kilim, örtü ne varsa getirmişler, sermişler. Adeta bir mescit yapmışlar karakolu. Biz 69 kişiyiz, nereden baksan 50- 60 tane de polis var. Sular kesik... İbrikler getirmişler. “Kalkın hadi” diye uyuyanları uyandırıyorlar. Hepimiz abdest aldık. Ve o namaz çok tatlı bir namazdı yani. Hayatımda hiç unutamadığım bir sabah namazıydı. Rahmetli Osman Demirci Hoca imam olmuştu. Yüzden fazla kişi hep beraber namaz kıldık.

Hatırladığınız başka kimler vardı?

Dediğim gibi Mehmet Kutlular, Osman Demirci vardı. Necmeddin Şahiner'le beraber derse gittiğimiz için o da vardı. Ama diğerlerinden aklıma gelmiyor bilinen kişiler olarak.



Polislerle beraber kıldığınız namaz gününde neler yaşandı?

Namazdan sonra ben gene uyudum. O ara polisler bundan sonra ne olacak? Diye konuşmuşlar ve demişler ki: “Savcıya götürelim, Savcı belki mahkemeye sevk eder, belki etmez. Belki bırakabilir” O günkü halet-i ruhiyem ile ben her şeye hazırlıklıyım. Artık, çoluk çocuğu bile düşünecek durumda değilim zaten onları memlekete bırakmış gelmişim. Yani bir yola çıkmışız artık, her şeye hazırlıklı olacağız. Bu duygular içindeyim. Ama dediğim gibi çok yorgun olduğumdan o ara ben gene uykuya dalmışım. Saat üç gibi bir Polis beni uyandırdı. “Kalk, kalk arkadaşların gitti.” dedi. “Nereye gittiler?” diye sordum. Onlar da “Serbestsiniz dedik, hemen gittiler.” cevabını verince şaşırdım. İstanbul'a ilk gelişim ve sadece Cağaloğlu'nda gazeteye gitmişim, oradan Çarşamba'ya derse gitmişim, akşamında da karakola getirmişler. Nereye gideceğimi bilemiyorum. Demek ki, ben uyurken arkadaşlar beni unutmuşlar. Ben tek başıma karakolda kalmıştım. Tabi ilk defa derse gittiğim için tanımıyorlar da, akıllarına da gelmiyor.

Sonra Polislere: “Beni onların olduğu yere götürün. Ben burada bir yeri bilmem. Yabancıyım.” dedim. Sağ olsunlar beni Beşiktaş dershanesine götürdüler. İçeri girdim baktım bizimkilerin hepsi orada sanki dün gece karakola giden onlar değilmiş gibi, hepsi gene oturmuş derse başlamışlar. Bu defa Polisler de orada oturmuş ders dinliyorlar. Biz de oturup dinlemeye başladık.

Daha Sonra Nurtaşı'na gittik. Zübeyir ağabey beni çağırdı. Ben o zaman ilk defa Zübeyir ağabey'i gördüm. Yani Ereğli'den geldiğim için çağırdılar beni.

Zübeyir ağabeyle oturup konuştuk. “Giderken bana haber ver. Seninle tekrar görüşelim.” dedi. Tabi ben vazgeçmiyorum. Kurslara falan katıldım. Giderken de tekrar Zübeyir ağabey'e: “ben gidiyorum.” dedim.

O süre içinde nerede kaldınız?

Üniversite hazırlık kursuna bir kitapevinde başladım. Dershanede kalamadım çünkü o dönemde dershanelerde kalmak o kadar basit değildi. Nedeni ise baskınlar değildi. Sebebi, dershanede kalabilecek kalite aranıyordu. Kaliteli olmayanı dershanede bırakmıyorlardı. Şimdi biraz daha farklı tabi…

O sebeple Yusuf Paşa Camiinde kaldım. Camide yattım, kalktım. Ertuğrul adında bir kardeş vardı o da Zonguldaklı. Şuan Fransızca öğretmenliğinden emekli olmuş sanıyorum. Onunla beraber kalıyorduk. Sonra ben Şehrim dershanesinde Ali Uçar'la beraber kaldım. Tabi bu arda Üniversiteye de girdim. Okumaya başladım.

Zübeyir ağabey'i ilk gördüğünüzde neler hissettiniz?

Zübeyir ağabey'i ilk gördüğüm günden şunları hatırlıyorum. Öncelikle çok hastaydı. Ayakta duracak hali yoktu. Adeta sallanıyordu. Ben onun Üstadın ilk talebelerinden olduğunu bilmiyordum. Beni çağırmadan önce ilk gördüğümde hasta haline rağmen, kalben, ruhen, aklen çok sağlam bir insan olduğunu düşünmüştüm. Öyle bir duygu hissettim.

Öncelikle çok mütevazıydi, keskin bakışları vardı. Gelip kapının dibine otururdu. Herkes yer vermek isterdi ama o kabul etmezdi. Yer olmadığından değil kendi isteğiyle otururdu. Mesela ders yaptığını da hiç görmedim. Hep dersi dinlerdi. Vefatına kadar görüştüğüm zamanlarda onun olduğu derslere hep gittim. Genellikle derslerde görürdüm O'nu.

Daha sonra ben yayınevinde işe başladım, orada işe başlayınca O’nu daha sık görmeye başladım. Gelirdi gazete binasını dolaşırdı. Kutlular ağabey'in odasına girer çıkardı. Müfettiş gibi teftiş ederdi. Kitapları alırdı. İncelerdi.

Benim duyduğuma göre, Minyeli Abdullah basıldığı zaman. İki cilt olarak çıkıyor. Fakat Zübeyir ağabey'in, Bekir ağabey'in ve Fuat ağabey'in kontrolünden geçerek tek cilde indiriliyor. Yani Ömer Okçu müstear ismi ile yayınlandı ama aslında bir heyetin çıkardığı bir eserdi diyebilirim. Kitap basıldığı zaman Ömer Okçu'ya sormuştum: “Minyeli Abdullah'tan kaç lira telif ücreti aldın?” diye. “Allah bana ilim verdi. İlim parayla satılmaz. O nedenle Telif ücreti almadım” demişti.

Zübeyir abi ile ilgili şöyle bir hatıram var burada onu anlatmak isterim. Semih Topçu'nun mahkemesi vardı. Semih Topçu tutuklu yargılanıyordu. Avukatlığını da Bekir Berk abi yapıyordu. Biz Mahkemeye büyük bir kalabalık halinde gittik. Zübeyir ağabey de gelmişti. O arada Necmeddin Şahiner elinde fotoğraf makinesiyle gelmiş, sanırım Zübeyir ağabey'in fotoğrafını çekiyordu. Tam o esnada Zübeyir abi ona şiddetli bir tokat attı. Necmeddin Şahiner daha sonra anlatıyor diyor ki: “Ayasofya'ya varana kadar yıldızları saydım.” O kadar şiddetli bir tokat atmış.

Ben sanıyordum ki “yabancı bir gazeteci fotoğrafımı çekmesin” diye tokat attı. Fakat meğer nedeni o değilmiş. Zübeyir ağabey Necmeddin Şahiner'e:“Bir Nur talebesinin burada ne işi var? Bu nümayişin bize faydası yok. Böyle toplu halde belki de zararı olacak, Bizim hareketimizin müspet olması lazım” demiş

Yani sizin mahkemeye kadar yaptığınız toplu yürüyüşü tasvip etmemiş miydi?

Etmemiş. Sadece bir numune olarak o tokadı atmış. Aslında o tokat hepimize atılmıştı. Tabi ondan sonra biz dersimizi aldık. Ve bir daha böyle bir şey yapmadık.

Sonra ben Ereğli'ye giderken, bir arkadaşı yanıma verdi. “Onu götür, dershanede vakıf olarak kalsın.” dedi. Onu götürdüm...

Zübeyir ağabey'in cenazesinde de bulundunuz mu?

Evet bulundum. Onun cenazesinde kalbimde oluşan bir şüpheyi de gidermiştim. Bazı rivayetler vardı, duymuştuk. İşte Üstat demiş ki, “Ceylan abi ile Zübeyir abi şehit olacak” diye. Olay şöyle: Sadullah abi Cuma günü, namazdan sonra Zübeyir ağabey'in yanına gittiğinde onun vefat ettiğini görmüş ve gelmiş cenaze törenine katılmış. Ben O'na bu durumu sordum: “Üstad Zübeyir ağabeyin şehit olacağını söylemiş deniyor. Yatağında vefat edenin, şehitliği nasıl olur?” diye. “İki türlü şehadet var.” dedi. “Zübeyir ağabey ikisini birden yaşadı. Ateşte ölen şehittir hadisi şerifine göre, ben vefatından bir, iki saat sonra ateşini ölçtüm, hala 42 dereceydi” dedi. Ben ateşi madde olarak düşünürdüm ama o onu ateşli hastalık olarak yorumladı. “O hem ateşli hastalıktan, hem de iman hizmeti yolundayken vefat ettiği için iki şekilde de şehit olmuştur. Ben Üstad'ın da vefatından sonra ateşinin çok yüksek olduğunu biliyorum.” dedi. Zübeyir ağabey'in şehit olduğunu bu şekilde Sadullah ağabey'den kesinkes öğrenmiş oldum...

Vefat gününde de Zübeyir ağabey, Fatih'ten Eyüp'e kadar omuzlarda taşındı. Az mesafe değildi. Yollar tıklım tıklım insan doluydu. Dışarıdaki halk: “Kim bu? Profesör mü? Milletvekili mi? Niye arabayla gitmiyor” diye sordu. Çünkü cemaat cenaze arabasına bindirmedi Zübeyir ağabey'i omuzlarda taşıdı…

Tekrar başa dönersek, Üniversiteyi kazandınız mı?

Evet, Üniversiteye girdim. Ama tabi çalışmam lazımdı. O nedenle okurken bir de AEG'ye girdim Kaynakçı olarak. Bu defa tam tersi gündüz çalışacağım, gece okuyacağım. Akşam bölümüne kaydolmuştum.

Hangi bölümü kazanmıştınız?

Devlet Mühendislik ve Mimarlık fakültesini kazandım. Çalıştığım yer bir buzdolabı fabrikasıydı. Mecidiyeköy'deydi. O sebeple yakındı da üniversiteye. Yani böyle bir iş bulduğumdan sevinmiştim, ama bu sevincim üç gün sürdü. İşe başlamamın üzerinden henüz üç gün geçmişti ki, Şef çağırdı. Bana: “Ya namaz, ya iş!” dedi. Ben bu soru karşısında cevap vermedim, hemen patrona çıktım. Patron Yahudi idi. Ona: “Şef bana ya namaz, ya iş dedi” diye durumu anlattım. Ve “Sen buna ne diyorsun? Böyle mi emir aldı? Yoksa bu onun kendi tasarrufu mu?” diye sordum. Patron: “A be kuzum ben koyu bir Yahudiyim. Dindarım. Dindarları da severim. Ama Şef Zeki Cumartesi bize gelmiyor, Cumaları da şu camiye gitmiyor.” dedi. Bize derken sinagogu kast ediyordu. “Sanırım Pazar günü kiliseye de gitmiyor. Ben ne yapayım bu adama? Benim böyle bir talebim olmaz.” dedi.

Fakat baktım orada çalışma şansımız yok. Olmadı ayrıldım.

Bunun üzerine gazeteye geldim. Çalışmam gerektiğini, namazdan ötürü işten çıktığımı anlattım. “Bizim yayın evine bir eleman lazım ama şu anda bizim verdiğimiz para azdır. Seni idare eder mi? bilmiyoruz.” dediler. “Parası önemli değil, yeter ki işim olsun.” dedim. O zaman Mihrap yayınlarıydı. Mihrap Yayın evinde işe başladım.

Yeni Asya gazetesi var mıydı?

Evet. Çıkmıştı. Çünkü Zonguldak'ta Yeni Asya'yı birçok kişiye tanıtmıştım öyle hatırlıyorum. O senenin 21 Şubatında çıkmıştı Yeni Asya. Mesela Kozluk da iki tane geliyordu gazete. Ben gazete satan adama: “Bunu beş yapacaksın” deyince. “Sen kimsin?” diye çıkıştı bana. Sonra ben gazeteyi arayınca kim olduğumu anladı. Biraz zaman geçince “On yapacaksın, yirmi, yirmi beş...” Derken, o küçücük kasaba'da yirmi beş'e çıkardık gazete satışını. Alıp satardım. Dağıtırdım. Cami avlusunda falan satardım. Tek başımıza başladık o şekilde.

Okul Eylül’de açılacaktı. Ben Nisan da Zonguldak'a gidip ilişiğimi kestim. Tekrar İstanbul'a geldim. Mihrap yayınları vardı. Yeni Asya değildi daha. “Beş yüz lira'ya çalışırsan gel.” dediler. “Olur.” dedim. Rahmetli Mustafa Polat ağabey hayattaydı. Dr. Sadullah Nutku ağabey vardı. Onun muayenehanesi ikinci katta Mihrap Yayınlarıyla karşı karşıyaydı. Onunla da çok tatlı hatıralarımız var. Hem doktorluğu, hem Nurculuğu bakımından süper bir insandı. Ben hala ona dua ediyorum. Çünkü Sadullah ağabey vefatından bir hafta önce yanına gittiğimde boynuma sarılmış: “ben sana dua ediyorum, sen de bana dua et.” demişti. Söz verdim. Ve hala duama devam ediyorum.

Tabi Mihrap Yayınlarında çalışmaya devam ederken isim değişikliği oldu ve Yeni Asya yayınlarına dönüştü. Bu arada kitap da basılmaya başlamıştı. “Minyeli Abdullah” gibi kitapların basımı oluyordu. Dağıtım falan her şey bendeydi. Tek başıma yapıyordum. Gündüz akşama kadar çalışıyorum. Akşam üniversiteye gidiyorum. Gece çıkıp Şirinevler'e gidiyorum. Bakın okul Yıldız'da, iş Cağaloğlu'nda, ev Şirinevler'de... Böyle bir üçgen... Yani bugün düşünüyorum da “böyle bir şeyi nasıl başarmışım” diye ben de hayret ediyorum. Sonra düşünüyorum “bir ihsanı ilahi idi” diyorum kendi kendime.

İstanbul'u bilenler bunu anlayabilir ama İstanbul'u bilmeyenler için biraz açıklar mısınız bu üçgeni?

O zaman Şirinevler kenar mahalle diye tabir edebileceğimiz bir semtti. Sur dışı diyebilirim. Kuş uçmaz, kervan geçmez bir yer. Oradan Cağaloğluna geliyorum. İki yüz lira ev kirası veriyorum. Beş yüz lira maaş alıyorum. Üç yüz lira ile de geçiniyorum, okuyorum vs...

Sadullah Nutku ağabeyden bahsettiniz. Onunla ilgili hatıralarınız var mı? Bizimle paylaşır mısınız?

Sadullah ağabey şapkaya düşmandı. Beraber namaza giderdik. Onun cebinde bir sürü takkeler vardır. Nuru Osmaniye camisine giderdik. Kimin başında şapka varsa, şapkayı çıkarır başına takke koyardı. Namaz kılanların bile... Hatta bir defasında tahiyyatta oturan bir adam bakmış ki şapkayı çıkarıp yerine takke koyuyorlar, bir eliyle şapkasını tutuyor, şapka kaçmasın diye.

Yine bir şapka olayında bana: “Senin eğri bir bıçağın var bana onu getir.” dedi. Maket bıçağım vardı. Getirdim. Adamın birinin kafasından şapkasını aldı, gagasını kesti. Tekrar başına bıraktı. “Bak böyle daha çok yakışıyor sana.” dedi. Sanırım o gün takke yoktu o nedenle böyle bir çözüm bulmuştu.

Bir şey demiyor muydu karşıdaki insanlar?

Diyemezlerdi. Çünkü Sadullah abi, farklı bir insandı ona karşı gelmek çok zordu. Bu işi ihlasla yapardı o nedenle tesir ediyordu. Mesela o gelen hastasına Hastalar Risalesini baştan sona bir kere okurdu. Sonra Reçetesinin başına: “Bismillah, Ya Şafi, ya Allah!” diye yazardı. En alta da: “Biiznillah şifa bulacaksın. Şifa bulduktan sonra da, Dr. Sadullah'ın reçetesinden şifa buldum dersen Allah'a şirk koşarsın. Şifayı Allah veriyor diyeceksin.” diye yazardı. Mesela gelen hastası bayansa, o hastaya elini değdirmez, elbise üzerinden muayene ederdi.

Hastanın Bir cebine İttihat, diğerine de Yeni Asya'yı bırakırdı. Para da almazdı. Adam güle oynaya giderdi yanından. Bir de reçete yazarken, ilaçların alkolsüz olmasına çok dikkat ederdi. Onun yazdığı ilaçlar her eczanede bulunmazdı. Bir gün bir kadın geldi. Ona: “Kızım ameliyat olman lazım. Ama bir hanım doktora ameliyatını yaptır. Erkeğe yaptırma.” dedi. Kadın: “Bulamazsam ne yapayım?” diye sordu. “Bulamazsan ameliyat olma.” dedi. Aradan bir iki sene geçti. Tekrar aynı kadın geldi. Muayene oldu. Sadullah ağabey. “Hastalığın geçmiş. Ameliyat oldun mu?” diye sordu. Kadın: “Ameliyat olmadım. Aradım bayan operatör bulamadım. Senin tavsiyeni dinledim. Ameliyat olmadım.” dedi. Sadullah ağabey: “Bak sen Allah'ın yoluna koştuğun için, O sana şifa verdi.” dedi.

İslami Açıdan fetvası var aslında, yani bir bayan doktor bulamaz ise bir erkeğe muayene olması dinen helaldir değil mi?

Evet. Ama o takvaydı. Takvayla hareket ederdi.

Sizinle ilgili bir hatırası var mı?

Benim çocuklarım hasta olduğu zaman giderdim yanına. Bana daha çok ilaç vermeden: “Süt kaynat, şunu yap, bunu yap.” diye pek ilaca başvurmadan faydalı nimetleri tavsiye ederdi.

En son trafik kazası geçirmeden, yani vefatından bir hafta önce mescitte görüştük. Boynuma sarıldı. “Ali kardeş, ben sana dua ediyorum. Sen de bana dua et” dedi. O nedenle hala ona özel dua ederim. Yani O vefat ettiği halde defteri kapatmadık. Biz ölene kadar inşallah dua edeceğiz. Allah rahmet eylesin...

Zübeyir abinin vefatında Sadullah abiyle Fatih Camisinde beraberdik. Bana göre onların kalp gözü açık idi. Sadece gözle bakan değil, kalple de görebilen insanlardı. Cenazede şunu söyledi: “Zübeyir ağabey! Kıskanıyorum seni.” dedi. “Ağabey, neden kıskanıyorsun, kalabalığı mı?” dedim. “Kıskanıyorum” dedi o kadar. Başka cevap vermedi. Zübeyir ağabeyin cenazesi çok kalabalıktı gerçekten. İstanbul'a sığmadı cemaat. Ama kendi cenazesi de ondan aşağı değildi. Bir müddet komada kaldı. Cemaat bekliyordu zaten. Vefatı duyulunca da büyük bir kalabalık toplandı.

BEDİÜZZAMAN 12 MART MUHTURASINI HABER VERMİŞTİ

Daha sonra neler yaptınız?


1971 senesinde başımdan geçen tatlı bir olayı hikaye etmek istiyorum. Bir gün bir Ülkücü beni yanına çağırdı: “Sizin Üstadınız 1971' de büyük bir hadise olacak.” diyor.” Dedi. “Hani neden olmadı?” diye sordu bana. Daha Ocak ayındayız. Ben dedim ki: “ Daha yetmiş bir yılına yeni girdik. Otuz bir Aralık'a kadar sabret! Üstat demişse olacak.” Tabi o adam 12 Mart hadisesinden sonra geldi. “Evet, sizin Üstadınız doğru söylüyormuş. 12 Mart muhtırası verildi.” diye tasdik etti bizi.
(Devam edecek)