Risale-i Nur'un ispat gücü

سْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

Üstad Risale-i Nur'un etkisinin kaynağına dair bir soruya şu paragrafı barındıran bir cevap veriyor:

"Çünkü, yazılan Sözler tasavvur değil, tasdiktir. Teslim değil, imandır. Marifet değil, şehadettir, şuhuddur. Taklit değil, tahkiktir. İltizam değil, iz’andır. Tasavvuf değil, hakikattir. Dâvâ değil, dâvâ içinde bürhandır." (Barla Lahikası)

Tek tek cümleleri açmayacağız. Ama burada dikkat çekilen bir noktayı geçtiğimiz 10 yılda büyüyen bir yaraya merhem yapmak için Risale-i Nur'a müracaat edeceğiz.

Bazı parçalardan bahsedeceğiz onları okumuş olmak çok önemli. Okurları bilgi sahibi varsayıyoruz. Ama yine de başta işaret edeceğimiz kısımları söyleyelim. Bilenlerin hafızasına yardım, okumamış olanları okumaya teşvik olması niyetiyle:

1- Yirmi Altıncı Mektubun Birinci Mebhası
2- Yine aynı mektubun meselerinde Birinci Mebhas'tan bahseden kısım (Minare-Kuyu örneği)
3. Meyve Risalesinin Dokuzuncu Meselesi

Bu yazıda üzerinde döneceğimiz ana fikir Meyve Risalesinde güzelce özetlenmiş:

"İman, altı rüknünden çıkan öyle bir vahdânî hakikattir ki, tefrik kabul etmez. Ve öyle bir küllîdir ki, tecezzî kaldırmaz. Ve öyle bir külldür ki, kabil-i inkısam olmazlar. Çünkü, herbir rükn-ü imanî, kendini ispat eden hüccetleriyle, sair erkân-ı imaniyeyi ispat eder. Herbiri herbirisine gayet kuvvetli bir hüccet-i âzam olur. Öyleyse, bütün erkânı bütün delilleriyle sarsmayan bir fikr-i bâtıl, hakikat nazarında birtek rüknü, belki bir hakikati iptal edip inkâr edemez. Belki adem-i kabul perdesi altında gözünü kapamakla, bir küfr-ü inadî yapabilir. Git gide küfr-ü mutlaka düşer, insaniyeti mahvolur; hem maddî, hem mânevî Cehenneme gider." (Şualar)

İman rükünleri birbirini isbat eder. Risale-i Nur bir ağ gibi kâinata kök salmış bu rükünlerin bağlarını gösteriyor.

Yirmi Altıncı Mektubun Birinci Mebhası'nda Üstadın Kur'an-ı Kerim için: "Kur’an kıymettar bir maldır. Beşer kelâmı Cenab-ı Hakk’ın kelâmından ne kadar uzaksa o iki taraf o kadar, belki hadsiz birbirinden uzaktır. İşte, serâdan süreyyaya kadar birbirinden uzak o iki taraf ortasında bırakmak mümkün değildir. Hem ortası yoktur. Çünkü vücud ve adem gibi ve nakîzeyn gibi iki zıttırlar. Ortası olamaz" dediği gibi kâinat için de bir çok Risalede zımnen diyor ki: "Bu kâinat kıymettar bir maldır. Tabiat, esbap ve şirkten teşekkül eden hırsızın elini uzatabilmesi için öncelikle imanın rükünlerini ve Vahid-i Ehad'ın vücub-u vücudunu her yerde çürütmesi gerekir. Bir elma ağacını sebeplerle tamamen açıklamaya kalksa sadece ondaki şuurlu terahhum manasını açıklayamazsa davasını kaybeder. Hem Allah'ın varlığını ve birliğini, hem Hazreti Muhammed Aleyhiselatuvesselam'ın peygamberliğini hem Kur'an hak kelamullah olduğunu kabul etmek zorunda kalır. Çünkü bunlar birbirini ispat eder.

"Çünkü münâzaun fîh bir mal bulunsa eğer iki müddeî birbirine yakın ise ve kurbiyet-i mekân varsa; o vakit o mal, ikisinden başka birinin elinde veya ikisinin elleri yetişecek bir surette bir yere bırakılacak. Hangisi ispat etse o alır. Eğer o iki müddeî birbirinden gayet uzak, biri maşrıkta, biri mağribde ise o vakit kaideten sahibü’l-yed kim ise onun elinde bırakılacaktır. Çünkü ortada bırakmak kabil değildir." (Mektubat)

Kâinatın sahipliği ve yaratıcılığı için sahibü'l-yed Allah'tır. O yüzden bütün delillere onun elindeyken bakılacak. Onu inkar etmek isteyen kişinin öncelikle kâinatın 0'dan, hiçbir şuur ve irade ve ilim ve hikmet ve rahmet ve cemal olmadan kendi kendine oluştuğunu ve devam ettiğini kesin bir şekilde isbat etmesi gerekir.

Bu kâinat Halık'ının elçiliği için sahibü'l-yed Hazreti Muhammed Aleyhiselatuvesselam'dır. Nübüvvetinin delillerine bu gözle bakılacak. Ona en ufak dil uzatacak birinin sıdkına işaret eden bütün hayatını çürütmek için beyhude uğraşması gerekir. Yoksa davasını kaybeder. Çünkü o davasının bir sonucu olarak peygambere dürüst diyemez, güzel ahlaklı diyemez, samimi diyemez vesaire...

Aynısı diğer rükünler için de geçerlidir. Yine Yirmi Altıncı Mektubdaki Minare-Kuyu örneği okunmalı:

"İşte o iki cemaatin münakaşasını halletmek için biri çıkar, o hizbü’ş-şeytana der ki: Ey menhus güruh! Eğer o müezzin-i a’zamın makamı kuyu dibi olsa taş gibi camid, hayatsız, kuvvetsiz olmak lâzım gelir. Ve kuyu basamaklarında ve minarenin derecelerinde görünen o olmamak lâzım gelir. Madem öyle görüyorsunuz; elbette o, kuvvetsiz, hakikatsiz, camid olmayacak. Minare başı onun makamı olacak. Öyle ise ya siz onu kuyu dibinde göstereceksiniz –ki hiçbir cihette bunu gösteremezsiniz ve hiçbir kimseye orada bulunmasını dinletemezsiniz– veyahut susunuz! Meydan-ı müdafaanız kuyu dibidir. Sair meydan ve uzun mesafe ise şu mübarek cemaatin meydanıdır; kuyu dibinden başka, o zatı nerede gösterseler davayı kazanırlar."

Kur'an-ı Kerim o kendinden emin tarzı ile inkarcıları kuyu dibinde sıkıştırmıştır. Risale-i Nur aynı şekilde ekser risalelerde iman hakikatlerini aynı şekilde izah ve isbat etmiştir. Zahiren bir meseleye odaklansa da aslında 6 rüknü ve bir çok esma-i ilahiyeyi aynı risalede isbat etmiştir. Barla Lahikası'nda Abdülmecid Efendi'ye bir tenkide verdiği cevabın noksanı izah edilirken şöyle deniliyor:

"Hakiki cevabı şudur ki: Her bir “Hakikat” üç şeyi birden ispat ediyor hem Vâcibü’l-vücud’un vücudunu hem esma ve sıfâtını, sonra haşri onlara bina edip ispat ediyor. En muannid münkirden tâ en hâlis bir mü’mine kadar herkes her “Hakikat”ten hissesini alabilir. Çünkü “Hakikat”lerde mevcudata, âsâra nazarı çeviriyor.

Der ki: Bunlarda muntazam ef’al var, muntazam fiil ise fâilsiz olmaz. Öyle ise bir fâili var. İntizam ve mizan ile o fâil iş gördüğü için hakîm ve âdil olmak lâzım gelir. Madem hakîmdir, abes işleri yapmaz. Madem adaletle iş görüyor, hukukları zayi etmez. Öyle ise bir mecma-ı ekber, bir mahkeme-i kübra olacak.

İşte “Hakikat”ler bu tarzda işe girişmişler. Mücmel olduğu için üç davayı birden ispat ediyorlar. Sathî nazar fark edemiyor. Zaten o mücmel “Hakikat”lerin her birisi, başka risaleler ve Sözler’de kemal-i izahla tafsil edilmiş."

Gençliğin arasında yayıldığı söylenen küfür ve dalalet fikirlerinin önünü kesmek için bu nokta tahkim edilmelidir. İncelendiğinde görünüyor ki aslında alakasız birkaç bilimsel konu ile Haşa tabiata icad payı veriliyor veyahut Efendimizin Aleyhiselatuvesselam hayatına dair bir kaç şüphe bırakılıyor sonra aslında elini uzatmaya haddi olmayan küfür gaflet perdesi ile yutturuluyor. Yine Mektubattan:

"Hem kabul etmemek başkadır, inkâr etmek başkadır. Adem-i kabul bir lâkaytlıktır, bir göz kapamaktır ve cahilane bir hükümsüzlüktür. Bu surette çok muhal şeyler onun içinde gizlenebilir. Onun aklı onlarla uğraşmaz. Amma inkâr ise o adem-i kabul değil belki o kabul-ü ademdir, bir hükümdür. Onun aklı hareket etmeye mecburdur. O halde senin gibi bir şeytan onun aklını elinden alır. Sonra inkârı ona yutturur.

Hem ey şeytan! Bâtılı hak ve muhali mümkün gösteren gaflet ve dalalet ve safsata ve inat ve mağlata ve mükâbere ve iğfal ve görenek gibi şeytanî desiselerle, çok muhalatı intac eden küfür ve inkârı o bedbaht insan suretindeki hayvanlara yutturmuşsun." (Mektubat)

Risale-i Nur'dan gösterdiğimiz gibi insan imanın şartlarını birden kabul etmek zorundadır. Kabul etmezse davasını isbat için tek bir rükne iras edilecek birkaç şüphe yetmez. Kâinatın damarlarına kök salmış haşir, vücub-u vücud gibi hakikatleri toptan silmesi gerekir.

"Zira farz-ı muhal olarak Kur’an, kelâmullah olmazsa arştan ferşe düşer gibi sukut eder. Ortada kalmaz. Mecma-ı hakaik iken, menba-ı hurafat olur. Ve o hârika fermanı gösteren zat, hâşâ sümme hâşâ eğer Resulullah olmazsa a’lâ-yı illiyyînden esfel-i safilîne sukut etmek ve menba-ı kemalât derecesinden maden-i desais makamına düşmek lâzım gelir. Ortada kalamaz. Zira Allah namına iftira eden, yalan söyleyen en edna bir dereceye düşer." (Mektubat)

"Eğer onlara denilse: “Kur’an nasıldır?” Derler: “Güzel ve ahlâk dersini veren bir insan kitabıdır.”

O vakit onlara denilir: Öyle ise Allah’ın kelâmıdır ve böyle kabul etmeye mecbursunuz. Çünkü siz mesleğinizce “güzel” diyemeyeceksiniz!

Hem eğer onlara denilse: “Peygamber’i nasıl bilirsiniz?” Derler: “Güzel ahlâklı, çok akıllı bir adam.”

O vakit onlara denilecek: “Öyle ise imana geliniz. Çünkü güzel ahlâklı, akıllı olsa alâküllihal Resulullah’tır. Çünkü sizin bu ‘güzel’ sözünüz, hududunuz dâhilinde değil; mesleğinizce böyle diyemezsiniz.” Ve hâkeza… Temsildeki sair işaretlere, hakikatin sair cihetleri tatbik edilebilir." (Mektubat)

Son zamanlarda gençliğin arasında yayılan akaidi fitnelere karşı bir şeyler yapılması gerektiğine dair şeyler okuyoruz, duyuyoruz. Yapılması gereken şey Risale-i Nur'un bu metodunu sindirmektir. Üzerimize atılmaya çalışılan ölü toprağını bu anlayışla bertaraf etmektir. İmanımız öyle muhkem bir kale gibi olmalı ki; tek bir taşına dokunmak isteyen kaleyi toptan uçurabilmeli yoksa defolmalı.

Bunu yapabilirsek özellikle Meyvenin Dokuzuncu Meselesi ve Minare-Kuyu örneğini birkaç kişi değil geniş çapta yerleştirebilirsek şeytanlara ufak vesveselerle saldıracak yer bırakmamış oluruz.

Bu Kur'an-ı Kerim'in metodudur. Risale-i Nur'da asrın ihtiyacına uygun şekilde yer edinmiştir.

"Sual: Diyorlar ki: 'Senin eski zamandaki müdafaatın ve İslâmiyet hakkındaki mücahedatın, şimdiki tarzda değil. Hem Avrupa'ya karşı İslâmiyet'i müdafaa eden mütefekkirîn tarzında gitmiyorsun. Neden Eski Said vaziyetini değiştirdin? Neden manevî mücahidîn-i İslâmiye tarzında hareket etmiyorsun?"

"Elcevap: Eski Said ile mütefekkirîn kısmı, felsefe-i beşeriyenin ve hikmet-i Avrupaiyenin düsturlarını kısmen kabul edip, onların silâhlarıyla onlarla mübareze ediyorlar, bir derece onları kabul ediyorlar. Bir kısım düsturlarını, fünun-u müsbete suretinde lâyetezelzel teslim ediyorlar; o suretle, İslâmiyetin hakikî kıymetini gösteremiyorlar. Adeta, kökleri çok derin zannettikleri hikmetin dallarıyla İslâmiyeti aşılıyorlar, güya takviye ediyorlar. Bu tarzda galebe az olduğundan ve İslâmiyetin kıymetini bir derece tenzil etmek olduğundan, o mesleği terk ettim."

"Hem bilfiil gösterdim ki, İslâmiyetin esasları o kadar derindir ki, felsefenin en derin esasları onlara yetişmez, belki sathî kalır. Otuzuncu Söz, Yirmi Dördüncü Mektup, Yirmi Dokuzuncu Söz bu hakikati burhanlarıyla ispat ederek göstermiştir. Eski meslekte, felsefeyi derin zannedip, ahkâm-ı İslâmiyeyi zâhirî telâkki edip, felsefenin dallarıyla bağlamakla durutmak ve muhafaza edilmek zannediliyordu. Halbuki, felsefenin düsturlarının ne haddi var ki onlara yetişsin?" (Mektubat)

Evet Ehl-i Hamiyeti İslamiyet'in esaslarını felsefe numaraları ile değil Kur'an nurları ile tahkim eden Risale-i Nur'a davet ediyoruz. Risale-i Nur müellifi medrese ve tarikat ehlinin ders arkadaşı, Dar-ül Hikmet-i İslamiyet'in dolayı Diyanet çalışanlarının mesai arkadaşıdır. Özellikle imani konularda kaynak görülmelidir. Hazır sıkıntıların ilacı inşallah oradadır.

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
6 Yorum