Risale-i Nurla fıstık çuvalları arasında tanıştım-ÖZEL

Risale-i Nurla fıstık çuvalları arasında tanıştım-ÖZEL

Eğitim ve Yönetim Danışmanı Dursun Sivri ile yaptığımız yaptığımız röportaj...

Röportaj: Nurettin Huyut – RisaleHaber



Öncelikle sizi tanıyabilir miyiz?

1956 Karabük/Eskipazar doğumluyum. İlk ve orta öğrenimi Eskipazar’da yaptım. Lise tahsilimde çok yer değiştirdim. Önce Karabük Demirçelik Lisesinde başladım. Bir yıl okuduktan sonra ayrıldım. Çankırı Sanat Okulu (Şimdiki Endüstri Meslek Lisesi) Elektrik bölümüne girdim.



İkinci sınıfta sınavla Bursa Tophane Teknisyen okuluna geçtim. Sonra adı Yeni Yol Teknik Lisesinden (şimdi Demirtaşpaşa Teknik Lisesi) mezun oldum. Teknik lise mezunu olarak kolayca iş bulduk. Gölcük Tersanesine Elektrikçi olarak işe başladım. İşçilik hayatının zorluklarını beğenmedim.



Mezun olunca girdiğim üniversite giriş sınavı puanım bir yüksek okula girmek için yetiyordu ama girmemiştim. İşçiliğin zorluğunu görünce yeniden sınava girdim. Ankara Yüksek teknik Öğretmen Okulu Elektrik Bölümüne girdim ve mezun oldum (1980)



İlk beş yıl Tokat Endüstri meslek lisesinde öğretmenlik yaptım. Sonra İskenderun Demir Çelik Fabrikalarına Teknik Eğitim uzmanı olarak geçiş yaptım. 2002 yılında özelleştirme vesilesi ile sağlık bakanlığı Refik Saydam Hıfzıssıhha Başkanlığına tayinim çıktı. Bir buçuk yıl çalıştıktan sonra emekli oldum.(2003). Evli ve üç çocuk babasıyım.



Risale-i Nur’u nerede ve nasıl tanıdınız?

Risale-i Nur’u Lise ikinci sınıfta iken Bursa’da tanıdım. Bursa’da teknik lisede okurken Vakıflar (Orta Öğrenim) Öğrenci Yurdunda kalıyordum. Çankırı’dan sınavla aynı okul ve sınıfta okuyan üç arkadaş beraber kalıyorduk. Yurtta İmam-Hatip Lisesinden öğrenciler de kalıyordu. Bize göre üst sınıfta İmam-Hatipte okuyan Mehmet Güleç isimli bir Ağabeyimiz vardı. Bizimle yakından ilgilenirdi. Kendisi de ibadetlerine dikkat eden, derslerinde çalışkan, ağırbaşlı beyefendi birisiydi. Benim hemşerim ve sınıf arkadaşlarımı bir yere davet etmiş. Onlar tamam demişler de ben işi geçiştiriyordum. Ben gitmeyince onlar da gitmiyorlar. Bir iki davet derken mazeret kalmayınca hatırı kırılmasın diye evet dedim.



Mehmet Güleç Ağabey bizi bir kuruyemişçi dükkânına götürdü. Dükkân sahibi esnaf o zaman için orta yaşlarda siması nurani bir zat. Fıstık, leblebi çuvallarının arasında taburelere oturduk, tanıştık. Hangi mevzu ve ne vesile ile neler konuştuğumuzu hatırlamıyorum ama konuşan kişi pek esnafa benzemiyordu. Çok derin bir âlim, bilim adamı gibi birilerine benziyordu. Benim ilk dikkatimi çeken ne konuşulduğundan çok nasıl konuşulduğu ve konuşmalardaki bir derinlik hissediliyordu. Bu esnaf kişi (Allah sıhhat ve selamet versin) Ali Çakmak Ağabey idi. Akşam bir eve sohbete davet ettiler. O da bir esnaf olan Yaşar Gülgün’ün eviydi... O sohbette 8. Söz okundu. Konuyu tam anlamasam da temsili hikayeyi biraz anladım.



Sonraları yine Ali Çakmak Abinin dükkanına gider, fıstık çuvalları arasında oturur ders yapardık. O günlerde akşamları birkaç defa derslere de katıldık. Bu ara yaz tatili geldi. Zaten ilk tanışma Mayıs ayı içinde gerçekleşmişti. Yaz tatiline giderken Ali Çakmak Abiye uğradım. Yaz tatili için köye gidecektim. Bana Küçük Sözleri hediye etti. Köyde kırlarda, ormanlık bir yerdi hayvanları güderken bir gün Küçük Sözleri bağıra bağıra seslice okudum. Pek anlamadım ama namaz kılmak için müthiş bir şevk hasıl oldu. Soğuk suların başında abdest aldım, huşu içinde o gün namazlarımı kıldım.



Yaz tatili dönüşü biz yine -gençlik hevesatı- dersleri, sohbetleri terk ettik. Ali Abi iki genç ağabeyi vakıflar yurduna bizimle ilgilenmeleri için göndermiş. Hulusi Kasar ve Müslüm Aslan yurda geldiler, sohbetlere davet ettiler. O davetlerden çok beni o sohbetlere sevk eden, okulda sınıf içindeki sert tartışmalar oldu. Sınıfta bazı arkadaşlar inkar-ı uluhiyet fikirlerini savunuyorlar. Ben sert cevap vermeye çalışıyorum ama aciz kalıyordum. İmanımdan şüphe etmeye başladım. Doğru Ali Çakmak Abinin dükkanına gittim. “Abi durum böyle böyle, iş çok vahim, ne yapabilirim?” diye çaresizliğimi ifade ettim. O da “Cumartesi akşamları falan yerde talebeler Risale-i Nur’dan ders yapıyorlar. Bütün sorularına cevap bulabilirsin” dedi.



Talebe derslerini Bursa Ulu Cami’ye imam olarak yeni tayini çıkmış genç ilahiyat mezunu Mehmet Erdoğan yürütüyordu. Derse başlamadan önce “sorusu olan var mı?” diye sorardı. Ben de bu durumu fırsat bilip okulda cevaplayamadığım soruları peş peşe sıralardım. Her soruya Risaleden yerini bulur okurdu, açıklayarak cevap verirdi.



İşte böyle birkaç vesile ile Risale-i Nurları tanımış olduk. İhtiyaç ve acziyet...



Bu günlerde başka bir yerde Risale-i Nurları tanımış Ramazan Oruç diye bir arkadaşla tanıştım. Talebe derslerine beraber gitmeye başladık. Onunla beraber yurtta kalan öğrencilerin kısmı azamını bir şekilde derslere götürmeyi başarmıştık. Okulda ateist olan arkadaşları bile bir şekilde derslere götürdük. Elhamdülillah.



Ben şımarık, hareketli, ele avuca sığmaz bir gençtim. Ramazan Oruç, Mehmet Güleç ağırbaşlı gençlerdi. Benim Risale dairesine girmem için çok uğraştılar, ilgilendiler. Biraz zor girdim. Cenab-ı Allah vesile olan herkesten razı olsun.



“NURCULARI HAPSE ATIYORLARMIŞ” SÖZÜNÜ DUYUNCA “TAMAM İNADINA BEN GİDECEĞİM” DEDİM





Bu ara enteresan bir durum gelişti. Mehmet Güleç Abinin davetine kolay evet diyen diğer iki hemşerim ve sınıf arkadaşım duymuşlar ki nurcuları hapse atıyorlarmış. Derslere gitmez oldular. Sorduğumda bu mazereti ileri sürdüler. “Tamam, inadına ben gideceğim arkadaş” dedim. Bu işler nasip meselesi.



Risale-i Nur’u tanımamda dikkate değer önemli bir husus; öncelikle ilgidir.  “İlgi bilgiden, incelikse ilimden öce gelir” önemli bir düstur olduğunu gördüm. Gerçekten benimle çok ilgilendiler.



Lise üç ve dördüncü sınıflarda şevk ve heyecan dorukta tam gaz gidiyoruz. Hafta sonları Bursa’nın ana caddelerinde kitap sergiliyordum. “Bilinmeyen tarafları ile Said Nursi (Necmettin Şahiner)” yeni çıkmıştı. Risalelerden sadece “Uhuvvet Risalesi” çıkmıştı. Hekimoğlu İsmail ve Niyazi Birinci’nin kitapları vardı.



Ana cadde üzerinde kitap satmak çok heyecanlı, riskli ve zevkli bir işti. Hem dersleri yakın takip, hem de yurt ve okul arkadaşlarından ikna edebildiğimiz herkesi derse götürmek o kadar müthiş bir şevk vesilesi ki o günlerin hazzını hiçbir zaman yakalayamadım.



Bir yaz tatilinde Merinos fabrikasında mecburi staj yaparken orada yine imani konularda bir tartışma çıktı. Yeterli vukufiyet olmayınca işin içinden çıkamadım. Ertesi gün büyük Sözler kitabını açıktan herhangi bir kabın içine falan koymadan iş yerine götürdüm. Açtım okudum. Orada açıkta rafa koydum. Bir iki gün orada durdu. Bunu da Risale dersinde Mehmet Erdoğan hocama övüne övüne anlattım.  Bana tedbirsizliğim yüzünden kızmıştı. Cahil cesareti işte, bir şeyden haberimiz yoktu. Risale-i Nur hizmetleri sırasında lügatimde hiçbir zaman korku olmadı Elhamdülillah.



Risale-i Nur hizmetlerinizde unutamadığınız hatırlarınız var mı?

Çok özel bir hatıra nedir bilmiyorum ama yüksek tahsil yıllarında birçok faaliyetlerin içinde hasbelkader bulunma şerefine nail oldum.



Teknik Liseyi bitirir bitirmez Gölcük Tersanesine girdim (Askeri işyeri, gemi yapımı ve onarımı işleri yapıyor). Aynı zamanda Nur dershanesinde kaldım. Gölcük’te Merhum Faik Cengiz Ağabey vardı. Kırtasiye dükkanı ve gazete bayii idi. Tam Osmanlı Beyefendisi bir insandı.



O günlerde Risale okuma konusunda çok yoğunlaşmıştık. Ayrıca o dönemde ben kendim kişisel gelişim kitaplarını da okuyordum. (Yıl 1975) Bir de bisikletle sabah işe gitmeden Yeni Asya gazetesini dağıtırdım, sonra da işe giderdim. Yani birkaç işi birden yapardık. Risale-i Nur’un verdiği şevk bizi böyle çalıştırıyordu. Belki de Türkiye’de ilk defa böyle bir uygulama olmuştur.



Bir akşam dersine İzmit’e, Adapazarı’na, Bursa’ya gittiğimiz olurdu. Gece döner sabah erken gazeteyi dağıtır ve işe de yetişirdim. Bir defasında İzmit’e derse gece bisikletle gitmiştim (18 km). Yolda köpekler saldırmıştı. Şükür ısırılmadan paçayı kurtarmıştık.



O heyecanı bugün hiçbir şekilde yakalayamıyorum. Aradan 30 küsür sene geçmiş, Risaleleri de daha iyi anladığımı zannediyorum. Kendi kendime soruyorum. “O dönemde yarım yamalak bilgi ile sahip olduğumuz şevk ve heyecan şimdi niye yok?” Bu husus analiz edilmeli. Sadece şunu söyleyebilirim.“Hayat faaliyet ve harekettir, şevk ise matiyyesidir”



YÜKSEK TAHSİL YILLARI (ANKARA-SİNCAN)



Gölcük Tersanesinde çalışırken bir şeyi fark etmiştim. İş bulmuştum ama özgürlüğümü kaybetmiştim. O nedenle o tür iş hayatından kurtulmak istemiştim. “Devlet garantili iş, maaşı iyi, yüksek tahsil yapıp da ne yapacağım diye” düşünmüştüm ilk başlarda. Fakat sonra, her şeyin para olmadığını, özgürlüğün daha önemli olduğunu düşünerek yeniden üniversiteye hazırlandım. Kafama koydum, hedeflediğim okula girdim (1976). Ankara Yüksek Teknik Öğretmen Okulu (Şimdi Gazi Üniversitesi Teknik Eğitim Fakültesi) Elektrik bölümü. Mezun olup öğretmen olduğumda bıraktığım işin maaşı öğretmen maaşının iki katı idi. Bir de 4 yıl açlık, anarşi, sıkıntı içinde tahsil yaptık. İdealim için bunu yapmıştım. İşçi kalmak sıkmıştı.



Üniversite tahsili yıllarında Sincan’da dershanede, 4 yıl aynı yerde kaldım. O zaman Sincan 13 bin nüfuslu bir belde idi. Sincan’da bakkallık yapan Erol Yurdagül Abimiz Adapazarı Gençlik teşkilatında bir konferansa katılmış. Gelince baktık uçuyor. Hemen “Biz de burada Sincan Gençlik Teşkilatını kuralım” diye bizi teşvik etmişti.



Dersanede sekiz talebe kalıyoruz, bir tane de esnaf var. Ayrıca, 4 arkadaş da bekar evi gibi başka bir evde kalıyor ama derslere geliyor. Beş-on kişilik cemaatle bir akşam derste istişare ettik. “Gençlik Teşkilatı (Derneği) kuralım mı? Kurmayalım mı?” diye.



İmkânlarımız, yer kirası ve masraflarını karşılayacak durumda değildi. İyi hatırlıyorum, ben karşı oy kullandım ama karar kurulması yönünde çıktı. Resmi işlemler ve formalitelerle ilgili görevi de bana verdiler. Meşveret kararı diye gereken işleri en kısa sürede tamamladık. İlk faaliyetimiz merhum Osman Demirci Hoca’ya konferans verdirmek oldu.



Artık seri programlara başlamıştık. Camiamızda ne kadar yazar-çizer varsa seminere konferansa çağırdık. On beş günde bir seminerler oluyordu, kesintisiz üç yıl sürdürdük. Seminerci repertuarı kısıtlı olunca üniversitede okuyan üçüncü ve dördüncü sınıf öğrencilerine seminerler verdiriyorduk.

Sincan Gençlik Teşkilatı Risale-i Nur hizmetlerinin dışa açılımı ve harice mesaj verme faaliyeti bakımından Türkiye’ye örnek oldu. Bir okul gibiydi. Türkiye’nin birçok il ve hizmet mahalline de organizasyon konusunda desteklerimiz oldu. Çok insanın, hususan çok gençlerin Risalelerle tanışmasına vesile oldu. Hayata hazırlama bakımından da gençlerimizin uygulamalı eğitim ve atölyesi gibi oldu. O zaman bu hizmetleri sadece talebe harçlıklarıyla gerçekleştiriyorduk. Aldığımız aidatlarla kira ve tanıtım materyali basımını nasıl karşıladık hala anlamış değilim, sırrını anlayamadım. Bu gün imkânlar belki bin kat daha fazla ama aynı performansı gösteremiyoruz.







Bu çalışmalarınıza Üstad'ın talebeleri ne diyorlardı?

Hepsi de teşvik ediyordu, tebrik ediyordu.



12 Eylül 1980’in yansımaları nasıl oldu?

12 Eylül 1980 İhtilali hem Türkiye, hem tüm sosyal gruplarla beraber özellikle Risale-i Nur Camiası açısından önemli bir kırılma noktasıdır. Ben o zaman son sınıf bitirme sınavlarına hazırlanıyordum. Etiler Sitesinde bir dershanemiz vardı, geçici olarak orada kalıyordum. Gece saat 23 sıralarında Konya yolundan tankların geçişini görmüştüm. Saat 05.00’da Netekim Paşa’nın (Kenan Evren) bildiri okuyuşunu radyodan dinlemiştik.



Bir buçuk ay sonra Sincan’daki dershanemiz askerler ve polisler tarafından basıldı. Lise öğrencileri, üniversite öğrencileri, ev sahibimiz, 12 kişi bir tek somyanın ancak konulabildiği jandarma nezaretinde 4 gün kaldık. Nezaret aşamasından sonra bizi Jandarma Tümen Komutanının (Org. Hulusi Sayın) huzuruna çıkardılar.



Normalde oraya çıkarılanlar sorgusuz sualsiz en az 4 ay meşhur Mamak askeri cezaevine gönderiliyordu. Hulusi Paşa bize ne yaptığımızı, niçin buraya getirildiğimizi sordu; aldığı cevaplardan tatmin olmuştu ki bizi serbest bıraktı (asıl bizi serbest bırakan inayet-i ilahi idi). Pek rastlanmayan bir durumdu ama oldu işte. Bizimle beraber sol örgütten birkaç genç de bu vesile ile kurtulmuş oldu.



Ankara’da cemaatten birçok insanımız benzeri şekilde askeri nezarete alındı. Tahminen 25 gün de onlar kalmışlardı. Türkiye’nin birçok il ve mahallerinde, Örneğin Konya’da merhum Mustafa Özsoy Abimiz de epey bir süre askeri hapishanede kaldı. Keza İstanbul’da yapılan baskında çok arkadaşımız aynı muameleye maruz kaldığını biliyoruz.



Risale-i Nur Talebelerini hapis ve nezarete atmaları etkilemedi. Ülkenin kalkınması, hak ve hürriyetler bakımından mevcut olan sorunlar, darbenin hâlâ etkisini sürdürdüğünü göstermektedir. Risale-i Nur hizmeti için asıl darbe sonuçları itibarı ile ortaya çıkan ayrışma oldu.



Bu ayrışmanın dış etkenli gerekçeleri arasında şahısların şahsiyetlerinden kaynaklanan diğer yanlışları veya faziletleri de görülemedi. Hâlbuki şahsi fazilet ile içtimai kusur birbirinden ayrı tutulmalıydı. Tabii bu konu iş işten geçtikten sonra ortaya çıktı ama fitne planlayanlar amacına ulaşmış oldu.



Bugünkü Risale-i Nur hizmetlerini nasıl görüyorsunuz? Birçok gruplar farklı şekillerde faaliyet gösteriyor. Gelinen nokta sizi tatmin ediyor mu?

Risale-i Nur hizmeti hiç kimsenin tekelinde değil elbette. Risale-i Nurla insanların imanlarının kurtulması için yapılan her faaliyet takdir edilmeli.



“Biz yaparsak hizmet başkası yaparsa hizmet değil” yaklaşımı çok yanlış. Her kim ve hangi vesile ile olursa olsun Risale-i Nur’un hakikatleri ile insanların tanışması memnuniyet vesilesidir. Ankara’nın 4.5 milyon nüfusu var. Belki bin bir oranında bu hakikatlerle tanışmış insan var. Geriye o kadar çok muhtaç insan kalıyor ki, onlara ulaşmak ve bu hakikatleri onlara da vermek için, eş zamanlı en az dört yüz faaliyet olmalı. Özellikle Risalelerden haberdar olmayanlara ulaşmak için dışa yönelik sosyal faaliyetler düzenlenmelidir.



Yani sonuca bir diyeceğim olmaz ama yapılan faaliyetleri yeterli bulmuyorum. Cemaatler faaliyetlerini arttırmalı diye düşünüyorum.



YASEM vasıtası ile benzeri faaliyetler yapıyordunuz, biraz da ondan bahseder misiniz?

Evet, YASEM 2003’ten 2008’e kadar çok çeşitli hedef kitlelere karşı birçok program gerçekleştirmemize vesile oldu. Gazetecilik Seminerleri ile başladı, 50’ye yakın farklı program uygulandı. 70 il ve ilçede faaliyet gerçekleştirildi. Sadece 22 Gazetecilik programında 450 gencimiz eğitimden geçti. Resmi ve özel okullarda, öğretmenler, veliler ve öğrencilere yönelik eğitim programları düzenlendi. YASEM’de haftanın her günü uzun süreli eğitimler yapıldı.



Çocuklara, gençlere, hanımlara ve ailelere yönelik bu programlarla Risale-i Nur öğretisini duymamış insanlara ulaşıldı. Katılanların yüzde yetmişinin bu durumda olduğunu söyleyebilirim. Çok olumlu geri bildirimler alındı.



2008 Ağustos’una kadar YASEM 23 bin kişiye ulaşmıştı. Özellikle gençlerimizin hayata hazırlanmasında önemli bir misyon üstlenmişti. Merkezi İstanbul’a taşındığı için biz bırakmak durumunda kaldık.



Bugün ve ileriye yönelik hizmetler konusunda neler düşünüyorsunuz?

İleriye yönelik oldukça iyimser düşünceler taşıyorum. İletişim ve bilişim teknolojilerin gelişimine paralel olarak toplumun, özellikle dini cemaatlerin yaşadığı acı tecrübelerin de teşviki ile çok güzel hizmetler olacağına inanıyorum. “Rahmet zahmette” sırrı ile ödenen bedellerin neticesi olarak insanlar ve gruplar artık kolay maniple edilemeyeceklerdir.



Risalelerden istifade ettiği halde farklı kulvarlarda faaliyet gösteren gruplar artık birbirlerinin hizmetlerini takdir edebilme, tebrik etme olgunluğuna erimiş bulunuyor. Soğuk savaş döneminin dünya genelindeki iki kutuplu yaklaşımının Türkiye yansımaları 1970’li yıllarda çok şiddetli cereyan etti.



Kutuplaşma ve çatışmalar, başta eğitim sistemi insanlarımızın genlerine (iç ve dış düşmanlar konsepti ile) işlemişti. Farklı fikirlerdeki insanların birbirini yok saymasının düşük versiyonu Risale-i Nur hizmetinde bulunan insanlara da yansıyordu. Meseleye nefsimizin kusurlarından çok dış etkenleri (derin mihraklar gibi…) bahane ederek yaklaşma yolunu seçtik. Ne kişisel ne de gruplar olarak nefis muhasebesi, öz eleştiri yapmadık.



Son zamanlar derin mihrakların deşifre edilmesi, sahte şeyhlerin arka planlarının ortaya çıkması önemli bir kazanım olacaktır. Sun’i sebeplerle dini gruplar içinde yer alan bireyler ve gruplar arası ayrışma ve çatışmaların yaşanmayacağını ümit ediyorum.



Üstad Bediüzzaman “Dini cemaatler maksatta ittihad etmelidirler. Meslek ve meşrepte itithad mümkün olmadığı gibi caiz de değildir. Zira nemelazım kapısını açar” diyor.



Gelişmeler oldukça sevindirici. Küreselleşme gerçeğinin pozitif yönü dünyanın her köşesinde Risale-i Nur vesilesi ile imanını kurtaran insanların olması gerçekten mutluluk vesilesi.



Önemli olan şahs-ı manevi içinde yer almak. Hizmet etmek istiyorum diye saltanat ve rol tartışması hizmete perde olduğu gibi maddi ve manevi çok yönlü zarar demektir.



“Vücudunda ademi ademinde vücudu” sırrını Üstad Bedüzzaman, “Said yoktur Said’in kudret ve ehliyeti de yoktur” ifadesini pratiğe yansıtmasından ders almamız gerekir diye düşünüyorum.