Risale-i Nur’daki ‘sakın’ ihtarı kimin için?

Risale-i Nur’daki ‘sakın’ ihtarı kimin için?

Risale-i Nur hizmetinin enerjisini, sinerjiye dönüştüren en temel değer tesanüttür

Risale Haber-Haber Merkezi

 

İsmail Çelik’in yazısı:

 

Koynumuzdaki Akrep

 

Risale-i Nur hizmetinin enerjisini, sinerjiye dönüştüren en temel değer tesanüttür.  Vahdet ve itihad, cemaatî hayatın ortaya çıkmasına vesile olur. İmtizaçkârâne ittihat gittiği vakit birlikte hareket edenlerin manevi hayatı da dağılır gider. Bu ruhun ortaya çıkmasına sebep olan en büyük amil ise takdirkârane uhuvvet ve muhabbettir. Bu ruhun şahs-ı maneviden uzaklaşmasını hızlandıran ise tenkit ve kusur sayıcılıktır.

 

Nasıl ki; Kur’an-ı Kerim’in içinde birbirine zıt gibi görünüp hakikatta vech-i tevfîkı” gereken ayetler vardır. Onun hakikatli bir tefsiri olan Risale-i Nur’da da aynı özellik mevcuttur. Yani bir konu onunla ilgili diğer konularla birlikte mütalaa edilirse o konu kemale erer. Aksi takdirde kısmî bir bakış açısı olur ki bu da yanlış yorum ve amellere sebep olabilir.

 

İşte Nur eserlerinde muamelatta genelde karıştırılan, çoğu zaman da şahs-ı manevinin tadını kaçıran en önemli vech-i tevfîki gereken husus; âcizane, “tenkit ve kusur” konusunun risalelerde farklı anlaşılması ve bazen de bir görev bilinci içinde yanlış bir şekilde uygulanmasıdır.

Şimdi sırası ile bu konu ile ilgili yerleri kısmen iktibas ile nazarlara verelim sonra da vech-i tevfîkini birlikte yapalım.

 

“Bu hizmet-i Kur'âniyede bulunan kardeşlerinizi tenkit etmemek ve onların üstünde faziletfuruşluk nev'inden gıpta damarını tahrik etmemektir” (1)

 

Sakın birbirinize tenkit kapısını açmayınız.” (2)

“Sizler her zamandan ziyade bu fırtınada tesanüdünüzü ve ittihatınızı ve birbirinin kusuruna bakmaması, birbirini tenkit etmemesi, Risale-i Nur'un vazife-i kudsiye-i imaniyesi hesabına mükellef ve muhtaçsınız.

Sakın birbirinizden gücenmeyiniz ve tenkit etmeyiniz. Yoksa az bir zaaf gösterseniz, ehl-i nifak istifade edip sizlere büyük zarar verebilirler.” (3)

 

Sakın! Dikkat ediniz, ihtilâf-ı meşrebinizden ve zayıf damarlarınızdan ve derd-i maişet zaruretinizden ehl-i dalâlet istifade edip, birbirinizi tenkit ettirmeye meydan vermeyiniz.” (4)

 

“Biliniz, en esaslı kuvvetimiz ve nokta-i istinadımız tesanüddür. Sakın, sakın bu musibetlerin verdiği asabîlik cihetiyle birbirinizin kusuruna bakmayınız.” (5)

“Sakın, sakın birbirinizin kusuruna bakmayın. Hiddet yerinde hürmet ediniz, itiraz yerinde yardım ediniz.” (6)

 

Bu emsaldeki ifadelere baktığımızda görürüz ki tenkit etmek ve kusurları söylemek tamamen men edilmiştir. Özellikle de “Sakın” veya , Sakın, sakın” ihtar edici kelimeleri ile de konun ciddiyeti ve önemi nazara verilmiştir. Bu satırları okuyan bir nur davası müntesibinin, hizmet ederken; tenkit etmek ve kusurları saymak gibi bir konu hiçbir zaman âleminde bulunmaması gereken bir husus olarak karşımıza çıkmaktadır.

Diğer taraftan da aşağıdaki satırları okuyunca da sanki üzerimize vazifeymiş gibi de kusur sayıcı olabilmekteyiz çoğu zaman.

 

“Evet, ben nefsim ile musalaha etmemişim. Çünkü, terbiye etmemişim. Benim boynumda veya koynumda bir akrep bulunduğunu biri söylese veya gösterse, ondan darılmak değil, belki memnun olmak lazım gelir.” (7)

 

“Bizler, kusurumuzu görene ve bize bildirene-fakat hakîkat olmak şartıyla-minnettar oluyoruz, "Allah râzı olsun" deriz. Boynumuzda bir akrep bulunsa, ısırmadan atılsa, nasıl memnuz oluruz; kusurumuzu-fakat garaz ve inat olmamak şartıyla ve bid' alara ve dalâlete yardım etmemek kaydı ile-kabul edip minnettar oluyoruz.” (8)

 

Görüldüğü gibi bir tarafta tenkit ve kusurları gündeme getirmek şiddetle yasaklanmış, bir tarafta da sanki bunları birbirimize yapmamız gerekiyor gibi bir tezat durum ortaya çıkmaktadır.

Elbette ki tezat bir durum yok. Sadece mevzi bir bakış açısı ile konuya bakmak var. Peki nedir gerçek durum?

 

Baş kısımlarda verilen konulara baktığımızda görürüz ki; tenkit etmemek ve kusurları saymamak bu hizmet-i imaniyede bulunan kişiler arasındadır. Çünkü tesanütün virüsü bunlardır. Halbuki; “en esaslı kuvvetimiz ve nokta-i istinadımız tesanüddür.” (9) Çünkü tesanüd; bir şahs-ı manevinin en değişmez ve temel sinerji kaynağıdır. Zira; “Tesanüd içindeki bir cemiyet, atâleti harekete tebdil eden bir vasıta olur.” (10)

 

Diğer konuya baktığımızda da şunu fark ederiz ki; o tarzdaki sözde kusurları ve tenkide medar konuları gündeme getirenler aynı çatı altında hizmet edenler değil, dış daireden gelen tenkitvarî hususlardır. Nitekim o konuların baş kısımlarına dikkatle bakarsak şu ifadeleri görürüz:

“İki sene evvel benim hakkımda bir müdür sebepsiz, gıyabımda tezyifkârâne, hakaretli sözler söylemişti. Sonra bana söylediler.” (11)

Bana itiraz edenler, gizli ayıplarımı bilmiyorlar. Yalnız zahiri bazı hatalarımı bahane edip ve yanlış olarak Risale-i Nur u benim malım zannedip Risale-i Nur'un nurlarına perde çekmek, intişarına rekabet etmek için derler: "Said Cuma cemaatine gelmiyor, sakal bırakmıyor" gibi tenkitleri var.” (12)

 

Netice şu çıkıyor ki; Bu hizmet-i imaniye ve Kur’aniye’de bulunanlar kesinlikle ama kesinlikle bir birlerini tenkit etmemeliler. Ancak dış daireden, gerçeği bilmeyenler tarafından bir itiraz veya kendilerine göre kusur zannedilen hususlar gündeme geldiğinde onlara karşı takınılması gereken bir davranış tarzı nazara verilmiştir. Hizmet edenler arasında uygulanması gereken bir prensip değildir. Nitekim aşağıdaki satırlar bize bu anlamı aklımıza getirtmektedir:

 

“Zaten Risale-i Nur'un bize verdiği ders de, hakikat-i ihlas ve terk-i enaniyet ve daima kendini kusurlu bilmek ve hodfuruşluk etmemektir. Kendimizi değil, Risale-i Nur'un şahs-ı manevisini ehl-i imana gösteriyoruz. Bizler, kusurumuzu görene ve bize bildirene -fakat hakikat olmak şartıyla- minnettar oluyoruz, "Allah razı olsun" deriz. Boynumuzda bir akrep bulunsa, ısırmadan atılsa, nasıl memnun oluruz; kusurumuzu-fakat garaz ve inat olmamak şartıyla ve bid’alara ve dalalete yardım etmemek kaydıyla-kabul edip minnettar oluyoruz.” (13)

 

Anlaşılan o ki; hizmetimizin en değerli düsturlarını ihtiva eden ve hiç olmazsa 15 günde bir defa okunması gereken ihlâs risalesinin ikinci düsturu, tenkit konusunu kesinlikle gündeme getirmeyi yasaklamıştır. Bununla birlikte özellikle aşağıdaki iki hususun kesinlikle ama kesinlikle gündeme gelmemesi gereken en önemli tenkit konuları olarak nazara verilmiştir.

 

“Birbirinizi enaniyetle veya sadakatsizlikle ittiham etmemek için, bir hakikati beyan etmek ihtar edildi.” (14)

 

Şu sorunun cevabını vermek gerekir herhalde: Neden tenkit etmek ve kusurları söylemek zararlıdır?

Öncelikli olarak tenkit edilmeyecek ve kusurlu olmayacak hiç kimse yoktur. Hele bir de bu kimse sürekli olarak hizmet eden bir kişi ise oldukça tenkit edilecek hususlar mutlaka olacaktır. Çünkü sürekli olarak bir şeyler yapmakta ve her işi de mükemmel olmamaktadır.

Malum ya, kusursuz dost arayan dostsuz kalır. Çünkü kusursuz insan yoktur.

Hem, hiç kimse kusuru kabul etmez. Nefsi tezkiye olmayanlar daima nefsini noksanlardan tenzih eder. Haşa bir ilâh gibi ona muamele eder. Çünkü Allah insana kendindeki bazı özelliklerin anlaşılması için numunecikler nevinden insanî hisler vermiş, onların dürbünü ile Allah’a ait bazı özellikleri uzaktan da olsa anlamak için. Bir insan kendisinin kusurlu olduğunu kabul etmese de vicdanen bilir ki kendisinde kusur var. Ama buna rağmen binler teviller ile kendisinin kusursuz olduğunu savunur. Bu durumdaki bir insan eğer o anda imanının enerjisi ile şöyle dese ki:

Ben kusurlu olmama rağmen kendimin kusursuz olduğunu iddia ediyorsam demek Allah noksan sıfatlardan uzakken kusurlardan beri iken neden ben Alllah’ı layıkı ile tenzih etmiyorum, O’nu neden takdis etmiyorum, diyecek ve sübhanallah kelime-i mübarekesini layıkı ile söyleyecektir.

 

Buradan şu neticeye ulaşabiliriz ki; insan, başkası tarafından söylendiğinde kusurunu kabul etmek ve tenkide açık olmak fıtratı icabı mümkün değildir. Çünkü kendini mabudiyete layık olarak takdis etmek üzere yaratılmış. Tabii nefsin terbiyesine geldiğimizde, bunun kendi nefsi için değil Allah’ın tenzihi ve takdisi için verildiğini anlar ve nefsinde kusurdan başka bir şey bırakmaz. İnce nokta ise kişinin kendi nefsini kendi ittiham etmesi ve kendini sürekli olarak öz tenkit ile eleştirmesidir. Bunu başka kimse yapması doğru değildir. Çünkü tenkit kapısı açılınca bu sefer de tenkit eden kişinin de tenkide medar özellikleri olacağından mutlaka tenkide maruz kalan kimse karşı tarafı tenkit etmeye başlayacak, tenkit edemese de gıybet gibi çok tehlikeli bir hastalık şahs-ı manevide virüs olarak dolaşmaya başlayacak, tenkitleşme illeti o cemaatte bir giyotin olarak çalışmaya başlayacaktır.

 

Nur talebelerinin en önemli bineği şevktir. Şevkin gelmesini ve devamını takdir ve teşvik sağlarken gitmesini ve körelmesini ise kusur sayıcılık ve tenkit etmek sağlar.

Bunun içindir ki; ihlâs risalesinin ikinci düsturu tenkitten men ederken dördüncü düsturu ise “en güzel takdir edici yoldaş” ifadesi ile takdir etmenin uygulanması gereken bir haslet olduğu nazara verilmiştir. Elbette ki kimse yapmış olduğu hizmeti gereği kimseden takdir beklemez ama nur talebeleri hizmet edenleri takdir etmeleri de ihlâslarının gereğidir.

 

Bu durumda şu soru sorulabilir belki de: Bir kimse kusurunu görmüyorsa ne yapmak gerekir? Bu sorunun da risalelerde cevaplandığını görmekteyiz:

“Bir kardeşimiz, kusurunu görmediği münasebetiyle, onu ikaz için yazılmış ince bir meseledir.” (15)

 

“… ikinci nefs-i emmârede şuursuz kör hissiyat bulunduğu için, akıl ve kalbin sözlerini anlamıyor ve dinlemiyor ki onlarla ıslah olsun ve kusurunu anlasın. Yalnız tokatlar ve elemlerle nefret edip veya tam bir fedailiğe her hissini maksadına feda etsin. Ve Risale-i Nur'un erkânları gibi, herşeyini, enaniyetini bıraksın.” (16)

 

Dikkat edilirse burada söz konusu olan kişinin ismi zikredilmeden nazara verilmiş. Eğer söz konusu kişi bu mektubu okuduğunda kendi kusurunu anlarsa aşağıdaki konuların başına gelebileceğini ya da yapması gereken davranışları anlayarak gerekli düzeltmeleri kendi hayatında yapar.

-Şefkat tokatlarının tahattur edilmesi,

-Başa gelen musibetlerin elemleriyle yapılan kusurlardan nefret etmek,

-Her hissin, nur hizmetinin kemale ermesi için feda edilmesi,

-Kevser-i Kur'ânîden süzülen tatlı, büyük bir havuzu kazanmak için, bir buz parçası nev'indeki şahsiyetini ve enâniyetini o havuz içine atıp eritmek.

 

Bu aşamada da şu soru gündeme gelecektir. Söz konusu kişi bu kusurunun farkına nasıl varacaktır? Cevabı gayet basittir. Nurları ciddiyet ve samimiyetle ihtiyaca binanen ve yaralara devaen okuyan bütün nur talebeleri için en büyük üstadı risalelerdir. Risaleler ise daima terbiye ediciliğine devam etmektedir. Zira bu husus şöyle nazara verilmektedir:

“İşte, kardeşlerim, dikkat ediniz, sizin nefs-i emmâreniz, kıyas-ı binnefs cihetinde, su-i zan noktasında sizleri aldatmasın, Risale-i Nur terbiye etmiyor diye şüphelendirmesin.” (17)

 

Aslında alıntıladığımız bu satırlar tenkit etmenin ve kusurları saymanın en temel dinamiği olan kusurları söyleyen ve tenkit eden kişinin kendi iç özelliklerini nazara vermektedir. Belki de kusur olarak gördüğümüz ve tenkit ettiğimiz konular göründüğü gibi de olmayabilir. Çünkü bu yasaklanmış konunun temelinde kişinin;

-nefs-i emmâresi,

-kıyas-ı binnefsi

-su-i zannı hükmetmiş olabilir.

 

Özellikle birine “enaniyetli” ve “sadakatsiz” yakıştırmasını yapmak, çoğu zaman kişinin kendi değerleri ile karşı tarafı değerlendirmesi ile gündeme gelmektedir. Yani bir kimse birini enaniyetle itham etse bu durumda karşı tarafın enaniyetli olması yüzde 50’dir. Fakat bu ifadeyi kullananın ise enaniyetli olması yüzde 100’dür. Çünkü kendindeki özelliklerle karşı tarafı değerlendirdi. Halbuki karşı tarafın o ahlakı, yüksek bir ahlak olan ciddiyet ve vakar olabilir.

 

Yapılması gereken nedir bu durumda? Nurları her gün az da olsa sürekli okumak, nur derslerine iştirak etmek.

 

Son bir soru da şu olabilir: Acaba meşveretlerde kişi tenkit edilip kusurları gündeme getirilebilir mi?

 

Elbette ki hayır! Çünkü meşveret ortamları dinin ve nurların düsturlarının çiğnendiği yerler değil, bilakis o nezih ortamın daha ziyade titizlikle korunması gereken yerler olduğu nazarlardan asla kaçmamalıdır. Zaten nur talebelerinin mesleği hakikat mesleğidir. Meselelerini hakikatler muvacehesinde hallederler. Onlar kişileri, olayları değil fikirleri ve hakikatleri gündemlerinde tutarlar. Ki aşağıdaki ifade de bu anlamda çok manidardır:

“Haklı şûrâ ihlâs ve tesanüdü netice verdiğinden”… demek düsturlara göre yapılan meşveret ihlâsı ve tesanüdü netice verir. Yoksa meşverettir tenkit etmek de gıybet etmek de caiz denirse haklı meşveret yani şeriatın ve nurların çiğnendiği bir meşveret haklı meşveret olmamış olur. Bu durumda da ihlâs ve tesanüd meyvesi o şah- maneviyi kuşatmaz. Bilakis ayrılık ve şevksizlik fırtınaları o şahs-ı maneviyi girdabına alıverir.

 

DİPNOTLAR:

1-Lem’alar, 21.Lem’a, shf:164

2-Barla Lahikası, shf: 87

3-Kastamonu lahikası, shf: 172

4-Kastamonu lahikası, shf: 183

5-Şualar, shf: 275

6-Şualar, shf: 289

7-Mektubat, 16. mektup, shf: 67

8-Tarihçe-i Hayat,Emirdağ Hayatı, shf:416

9-Şualar,13. Şua, shf: 275

10-Mektubat, Hakikat Çekirdekleri, 73. Hakikat

11-Mektubat, 16. mektup, shf: 67

12-Emirdağ Lahikası, shf: 45

13-Emirdağ Lahikası, shf: 46

14-Şualar, 13, şua, shf; 293

15-Kastamonu Lahikası, shf;180

16-Kastamonu Lahikası, shf; 181

17-Şualar, 13. Şua, shf:294