O ölü yeryüzü de öldükten sonra dirilme husûsunda kendileri için bir delildir

O ölü yeryüzü de öldükten sonra dirilme husûsunda kendileri için bir delildir

Ayet meali

Bismillahirrahmanirrahim

Cenab-ı Hak (c.c), Yasin Suresi 28-36. ayetlerinde meâlen şöyle buyuruyor:

28 . Ondan sonra (Habîbü’n-Neccar’ın öldürülmesinin ardından) onun kavminin üzerine gökten hiçbir ordu indirmedik; indirecek de değildik.

29 . (Onların cezâsı) sâdece (korkunç) bir ses oldu; öyleki onlar (hayat cihetiyle) o anda sönüveren kimseler kesildiler!

30 . Yazıklar olsun o kullara! Kendilerine ne zaman bir peygamber gelse, mutlakā onunla alay ederlerdi.

31 . Görmediler mi ki, kendilerinden önce nice nesilleri (böyle zulümleri sebebiyle) helâk ettik; muhakkak ki onlar (bir daha) kendilerine dönüp gelmezler.

32 . (Onlar, mahşer günü) hep birlikte ancak huzûrumuzda hazır bulundurulan kimseler olarak, toplanacak olanlardır.

33 . Hâlbuki o ölü yeryüzü de (öldükten sonra dirilme husûsunda) kendileri için bir delildir. (Biz) onu dirilttik ve ondan dâneler çıkardık da bundan yiyorlar.

34 . Hem orada hurmalıklardan ve üzüm bağlarından nice bahçeler yaptık (*) ve orada gözelerden (pınarlar) akıttık.

35 . Tâ ki onun mahsûlünden yesinler! Hâlbuki onu (o mahsulü) elleri yapmamıştır. Hâlâ şükretmeyecekler mi?

36 . Pek münezzehtir O (Allah) ki, yerin bitirmekte olduklarından ve (insanların) kendilerinden ve bilemeyecekleri şeylerden (nice) çiftleri, onların hepsini yaratmıştır.

(*) “Aklı bulunanlara, bu iki meyvede (hurma ve üzümde) tevhîd için büyük bir âyet, bir delil ve bir hüccet vardır. Evet bu iki meyve, hem gıdâ ve kūt (rızık), hem fâkihe (meyve) ve yemiş, hem çok lezzetli taâmların menşe’leri (yemeklerin yapılmasına vesîle) olmakla berâber, susuz bir kumda ve kuru bir toprakta duran bu ağaçlar, o derece bir mu‘cize-i kudret ve bir hârika-i hikmettir ki, ve öyle bir helvalı şeker fabrikası ve ballı bir şurub makinesi ve o kadar hassas bir mîzan (ölçü) ve mükemmel bir intizam ve hikmetli ve dikkatli bir san‘attır ki, zerre kadar aklı bulunan bir adam: ‘Bunları böyle yapan, elbette bu kâinâtı yaratan Zât olabilir’ demeğe mecburdur.

Çünki, meselâ bu gözümüz önünde, bir parmak kadar asmanın üzüm çubuğunda, yirmi salkım var ve her salkımda şekerli şurub tulumbacıklarından yüzer dâne var. Ve her dânenin yüzüne incecik ve güzel ve latif ve renkli bir mahfazayı (kılıfı) giydirmek ve nâzik ve yumuşak kalbinde, kuvve-i hâfızası ve programı ve târihçe-i hayâtı hükmünde sert kabuklu, ceviz içli çekirdekleri koymak ve karnında cennet helvası gibi bir tatlıyı ve âb-ı Kevser (Kevser suyu) gibi bir balı yapmak ve bütün zemin yüzünde, hadsiz emsâlinde ayn-ı dikkat, ayn-ı hikmet, ayn-ı hârika san‘atı, aynı zamanda, aynı tarzda yaratmak, elbette bedâhetle (açıkça) gösterir ki; bu işi yapan bütün kâinâtın Hâlıkı’dır (yaratıcısıdır) ve bu nihâyetsiz bir kudreti ve hadsiz bir hikmeti iktizâeden (gerektiren) şu fiil, ancak O’nun fiilidir.” (Şuâ‘lar, 7. Şuâ‘, 143-144)