O azâbı vâdilerine doğru gelen bir bulut hâlinde görünce şöyle dediler

O azâbı vâdilerine doğru gelen bir bulut hâlinde görünce şöyle dediler

Ayet meali

Bismillahirrahmanirrahim

Cenab-ı Hak (c.c), Ahkâf Suresi 21-25. ayetlerinde meâlen şöyle buyuruyor

21 . (Habîbim, yâ Muhammed!) Bir de Âd’ın kardeşini (Hûd’u) an! Hani (o da) Ahkāf (nâmındaki belde)de (*) kavmini: “Allah’dan başkasına ibâdet etmeyin! Şübhesiz ki ben, sizin üzerinize (dehşeti pek) büyük bir günün azâbından korkarım!” diye korkutmuştu ki kendinden önce ve kendinden sonra da korkutucular geçmişti.

22 . (Onlar:) “(Sen) bizi ilâhlarımızdan çevirmek için mi geldin? Eğer (iddiâsında) doğru kimselerden isen, haydi bizi tehdîd edip durduğun (azâb)ı bize getir!” dediler.

23 . (Hûd) dedi ki: “(Azâbın geleceği vakte dâir) bilgi, ancak Allah’ın katındadır. (Ben) size, kendisiyle gönderildiğim şeyi teblîğ ediyorum; fakat ben sizi, câhillik etmekte olan bir topluluk olarak görüyorum.”

24 . Nihâyet onu (o azâbı) vâdilerine doğru gelen bir bulut hâlinde görünce: “Bu (olsa olsa) bize yağmur yağdırıcı bir buluttur!” dediler. (Hûd dedi ki:) “Hayır! O, kendisini acele istediğiniz şeydir! İçinde (pek) elemli bir azab bulunan bir rüzgârdır!”

25 . “Rabbisinin emriyle herşeyi helâk edecek!” Derken o hâle geldiler ki, evlerinden başka bir şey görünmez oldu! İşte, günahkârlar topluluğunu böyle cezâlandırırız! (**)

(*) Ahkāf, uzun ve yüksek kum tepeleri ma‘nâsına gelir. Hz. Hûd (AS)’ın peygamber olarak gönderildiği Âd kavmi, Yemen’de denize nâzır böyle yüksek ve uzun kum tepelerinin bulunduğu bir mevki‘de yaşıyorlardı. (Beyzâvî, c. 2, 396)

(**) “Adâlet iki şıktır. Biri müsbet, diğeri menfîdir. Müsbet ise, hak sâhibine hakkını vermektir. Şu kısım adâlet, bu dünyada bedâhet derecesinde (apaçık bir şekilde) ihâtası (kuşatması) vardır. Çünki; (...) herşeyin isti‘dad (kābiliyet) lisânıyla ve ihtiyâc-ı fıtrî (yaratılışlarına âid ihtiyaç) lisânıyla ve ızdırar (çâresizlik) lisânıyla Fâtır-ı zü’l-Celâl’den (celâl sâhibi yaratıcıdan) istediği bütün matlûbâtını (istediği şeyleri) ve vücud ve hayâtına lâzım olan bütün hukūkunu (haklarını) mahsus mîzanlarla (husûsî ölçülerle), muayyen (belirli) ölçülerle bil-müşâhede (herkesin müşâhede ve görmesiyle) veriyor. Demek adâletin şu kısmı, vücud ve hayat derecesinde kat‘î vardır.

İkinci kısım menfîdir ki, haksızları terbiye etmektir. Yani haksızların hakkını, ta‘zîb ve tecziye (azab ve cezâ vermek) ile veriyor. Şu şık ise çendan (gerçi) tamâmıyla şu dünyada tezâhür etmiyor (görünmüyor). Fakat o hakîkatin vücûdunu (varlığını) ihsâs edecek (hissettirecek) bir sûrette hadsiz işârât ve emârât (işâretler ve emâreler) vardır.

Ezcümle (meselâ): Kavm-i Âd ve Semûd’dan tut, tâ şu zamânın mütemerrid (hakka karşı inad eden) kavimlerine kadar gelen sille-i te’dîb (edeblendirme tokadı) ve tâziyane-i ta‘zib (azabkamçısı), gāyet âlî bir adâletin hükümrân olduğunu hads-i kat‘î (delilden kalbe çabuk gelen kat‘î bir kanâat) ile gösteriyor.” (Zülfikār, 10. Söz, 37-38)