Said Nursi ihtilali Ayasofya ile durduracaktı

Said Nursi ihtilali Ayasofya ile durduracaktı

Bediüzzaman Beşlemesi romanlarının yazarı İslam Yaşar “Bediüzzaman’ın Son 60 Günü”nü Risale Haber’e değerlendirdi

Röportaj: Nurettin Huyut-Risale Haber

Bediüzzaman Beşlemesi romanlarının yazarı İslam Yaşar

BEDİÜZZAMAN’IN HÜKÜMETE SÖYLEMEK İSTEDİĞİ BİR TEHLİKE VAR

Son günlerinde Bediüzzaman’ın çok hareketli bir yaşamı var. İki defa Ankara’ya gidiyor, üçüncüsünde ise yoldan geri çevriliyor, İstanbul’a, Isparta’ya, Konya’ya, Emirdağ’a gidiyor, en sonunda da Urfa’da hem seyahatlerine hem de hayli hareketli uzun denecek yaşamına son noktayı koyuyor. Son günlerindeki bu hareketliliği değerlendirmek gerekirse neler söylersiniz?

Üstadın aslında tüm hayatı hareket halinde geçmiş, yani hareketlilik onun hayatında tabii bir seyirdir. Dolayısıyla diğer zamanlarda çok yavaşmış da son altmış günde hareketlenmiş nazarıyla bakmak bana göre doğru değil.
Son altmış günde, maddi bakımdan çok hasta olduğu, bitkin olduğu, bir yerden başka bir yere gidecek durumda olmadığı halde ve kendisine bazı yasaklar konduğu, dönemin iktidarı tarafından (en azından muhalefetin tahrikiyle) bazı yerlere gitmemesi yönünde bazı ricalarda bulunulduğu halde… Münhasıran Isparta, Emirdağ, Konya, Ankara ve İstanbul hattında mütemadiyen gidip gelmesi o günün şartlarında ülkenin siyasi gidişatıyla mütenasip bir harekettir diyebiliriz.

Ülkenin siyasi gidişatı nedir dediğiniz zaman: Son derece büyük bir istikrarsızlık var. İstikrarsızlığın temelinde hükümetin bazı icraatlarından rahatsız olan Halk Partisinin, yani o günün muhalefetinin tahrikkar hareketleri var. Bu tahrikkar hareketlere, üniversitenin, askeriyenin, askeri okulların veya benzer bazı sivil toplum kuruluşları diyebileceğimiz kuruluşların ve hassaten medyanın büyük bir desteği var.  O günün şartlarında bazı gazetelerin bu yönde yayınları var.

islam_yasar1.jpg(Bediüzzaman Beşlemesi romanlarının yazarı İslam Yaşar)

Bu yönüyle Üstad adeta yaklaşan bir tehlike sezer. Sezmiş olduğu tehlikenin kendisi ile cemaati ile değil, ülke ile hatta insanlık ile ilgili olduğunu fark eder. Ve zamanın insanlarını bu yönde ikaz etmek için, hassaten Ankara’yı ikaz etmek üzere Ankara’ya gider. Bu konuda mühhasıran Menderes’le görüşmek ister. Onun Ankara’da olmadığını öğrenince, bu defa İçişleri Bakanı ile görüşmek ister. Onlar bu noktada yaklaşmak istemeyince görüşemeden geri döner. Üstad, devletin erkânına özellikle hükümetin birinci derecede yetkililerine söylemek istediği bir tehlike var.
Üstadın hissettiği bir tehlike var. Dolayısıyla bu tehlikeyi münhasıran onlara vermeye çalışır. Bu tehlikeyi haber vermek için adeta mekik dokur, birkaç defa ısrarla Ankara’ya gidip geldiğini söylemek mümkün.

O tehlike nedir?

O tehlikenin, ülkede büyük bir inançsızlık ve inkar fırtınasına hazırlanmakta olduğu bunun kaynağının da dışarıdan geldiği, o günün şartlarında bilindiğine göre Üstad,  adeta bu tehlikeyi önlemek ister. Bu tehlikeyi önlemenin yolu da o günün şartlarında son derece radikal gibi görülebilecek yeni bir hamlenin yapılmasıdır. O hamlenin ise Ayasofya’nın ibadete açılması olarak yorumlanıyor bazı kesimler tarafından…

DARBEYE KARŞI AYASOFYANIN AÇILMASINI İSTER

Zaten Üstad’ın çok önceleri bu yönde mektubu var. Sözgelişi bir mektubunda Menderes’e “siz ezanı aslına çevirmekle çok büyük destek aldınız, şayet Ayasofya’nın açılması ile bu memleketin bir mahsulü olan Risale-i Nurların serbest basılmasını temin ederseniz bu hizmetinin siyasetinize çok daha yüksek bir oranda bir destek sağlayacaktır. Bundan sonra sizin için en uygun yolun bu olduğunu görüyorum” demiş.

Bir şey daha ekleyelim, Demokrat Parti iktidara geldiğinde aslında Üstad onlardan üç şey istiyor. Ezanın aslına çevrilmesi, Risale-i Nurların serbest bırakılması ve Ayasofya’nın açılması…
Menderes’in kendi iradesiyle ve hükümetin iradesiyle ilk istek yerine getirilir ve ezan aslına çevrilir. Birinci merhaleyi gerçekleştirir. İkinci merhale için Diyanet İşlerine emir verir ama Diyanet İşlerinin Başkanının bazı savsaklamalarından dolayı Risale-i Nurun devlet eliyle neşredilmesi gerçekleşmez. Nur Talebelerinin gayretleri ile ve resmi olmasa bile, izinle veya benzer bir şekilde Risale-i Nurların serbestçe neşredilmesi sağlanır.

ayasofya.jpgÜçüncü tavsiyesi muallakta kalmıştır. O da Ayasofya’nın ibadete açılmasıdır. Üstad, münhasıran Ankara’ya bunun için geldiğini bazı yorumcular söylerler. Ayasofya’nın buradaki ehemmiyeti şudur. Bediüzzaman Hazretlerinin bir başka beyanında “Ayasofya İslam’ın fecri sadığıdır” der. Yani, eğer Ayasofya ibadete açılırsa İslam’ın fecri sadığı çıkmış demektir.
Ayrıca Ayasofya İslam’ın inkişafında bir merhaledir, bir hareket noktasıdır. Dolayısıyla, küfrün ve bazı benzer mihrakların olabildiğince harekete geçtiği bir zamanda, Üstad Hazretleri İslami camianın ve İslami camialara heyecan verecek, İslamiyet’i yaşamayı hedef haline getirecek unsurların da harekete getirmek için Ayasofya’nın açılmasını ister ve bunu münhasıran Hükümetin yetkililerine, Başbakan dâhil olmak üzere söylemek ister.

Bunun için Ankara’ya gider. Ama orada buna imkân bulamayınca bu sefer döner Emirdağ’a, kısa bir müddet sonra tekrar Ankara’ya gider. Böylece birkaç defa Ankara’ya geliş gidişleri söz konusu olur. Hatta, son seferinde Ankara’ya sokulmaz, Polatlı civarından geriye döndürülür. Menderes’in özel ricası üzerine geriye döner. Eğer, “Ben buraya gelmişken istediğimi söylemeden gitmezdim ama, o İslam Kahramanının ricası üzerine geriye dönüyorum” yönünde bazı beyanları da var.

İSTANBUL’DA MEDYAYA MESAJ VERİR

Bediüzzaman’ın daha sonraki bir seyahatinde Ankara’ya gelmişken seyahatini İstanbul’a kadar uzatmasının hikmeti nedir?

Adeta aynı mesajları İstanbul’da muhalefete büyük destek veren medya merkezlerinde vermek için İstanbul’a geldiği ve Piyer Loti Otelinde yapmış olduğu bazı görüşmelerde bunu sağladı bir yönüyle ifade edilebilir.
Bu yönüyle İstanbul’a gelmesinde her ne kadar zahiren onun talebeleri Eyüp Sultan’ı ziyaret etmek ve İstanbul’u bir daha ziyaret ederek geriye dönmek gibi bir sebebe bağlarlarsa da Üstadın orada vermiş olduğu mesajlar ve talebeleri vasıtasıyla, özellikle Zübeyir Gündüzalp vasıtasıyla medyaya vermiş olduğu adeta aynı Hükümete yapacağı tavsiyeleri muhalefete destek veren, dolayısıyla inkara kuvvet veren –bir manada- medyaya da vermek istediği düşünülebilir.

İstanbul’a bunun için gelmiştir. Ama medyanın bu manadan uzak olduğunu ve kendisini adeta bazı tuzak sorularla rahatsız ettiğini görünce İstanbul’da kalmadan, bir gece kaldıktan sonra Ankara’ya ve oradan Isparta’ya dönmüştür.
Dolayısıyla Isparta, Emirdağ, Konya ve diğer hatlarda Üstadın hareketleri bu manadadır diye değerlendirilebilir. Tabii, Konya’ya ayrı bir sayfa açmak lazım, Mevlana’ya gidişi ve Urfa’ya gidişi noktasında…
Yani Üstadın bu hareketliliği, Urfa’ya müteveccih olmadan önce söylediğim şartlara ve hedeflere münhasırdır.

MÜSBET HAREKET DERSİ CİHANŞUMÜL BİR DERSTİR

Urfa’ya gitmeden önce Ankara’da yapmak istediği bir şey daha var. O da Talebelerinin müspet hareket etme noktasında yeniden tahşidat yapması ve onları toplayarak bu manada dersler yapması...

Ankara’da beklediği ilgiyi veya görüşmek istediği insanlarla görüşemeyince orada bazı talebelerine “müspet hareket” dersi verir. Bu Beyrut Otelinde vermiş olduğu bir derstir. Tabiri caizse Üstadın talebelerine verdiği son dersidir. Münhasıran o derste bazı talebelerinin bulunmasını ister.
Bunlardan birisi Mehmet Kayalar’dır. Sık sık bir kısım askeri birliklerce rahatsız edildiği ve onlara mukavemet etmeye hazır bir fıtrata sahip olduğu için hem o da bir asker idi… Dolayısıyla, özellikle onun bu derste bulunmasını ister. Artı Said Özdemir ile bazı hala hayatta olan Nur Talebelerinin de bu derste bulunmasını ister.
O dersinde münhasıran “bizim vazifemiz müspet harekettir” mesajını verir. Böylece Üstadın yapılan bütün menfi hareketlere rağmen, bu menfi hareketlerde Müslümanları veya bazı unsurları tahrik etme temayülü olabileceği için özellikle “müspet hareket” dersini verir.

“Müspet hareket” dersini verirken de sadece oradaki talebelerine münhasır kalmaz, bu dersini lahika mektubu şeklinde Risale-i Nur Külliyatına aldırarak gelecek bütün Risale-i Nur talebelerine de yapılacak her türlü menfi hareketlere karşı müspet hareket ölçülerini ortaya koyar ve bu ölçülere riayet etmelerini ister.
Dolayısıyla Üstadın zamanında da, vefatından sonra da Nur Talebelerinin vatana, millete, İslamiyet’e ve benzer diğer değerlere yapılan hücumlara, menfi hareket etmeden, onların karşısına menfi bir tavırla çıkmadan, doğruları, gerçekleri anlatarak, “müspet hareket” anlayışıyla muhatap olmasının temelinde Üstadın o dersi vardır denebilir. Ve bu zamana kadar hiçbir Nur Talebesinin asayişi muhil bir hareket yapmamış olması, bu dersin ne kadar isabetli bir ders olduğunu göstermeye yeter.
Zannediyorum bu ders, Müslümanlara atfedilen bazı menfi hareketler medarı bahs olduğunda, yalnız Nur Talebelerini değil bütün Müslümanları ilgilendiren bir cihanşumul ders nazarıyla bakılmalı ve bu ders her vesileyle, her şekilde yeniden hatırlanmalıdır diye düşünüyorum.

Bu ders İslam dünyasına ulaştırılabilseydi meydana gelen menfi hareketler olmazdı veya asgariye inerdi diyebilir miyiz?

Hiç olmazdı diye de düşünebiliriz. Çünkü Üstadın bu dersinin müessir olduğu yerlerde menfi hareket olmadığı ki Türkiye bunlardan biriydi yakın zamanlara kadar. Eğer bu ders dediğiniz gibi İslam Aleminde -bilhassa- duyurulabilse ve Müslümanlar bu manada ikaz edilebilseydi, bugün Müslümanlara atfedilen bazı menfi hareketlerin hiçbiri olmayacaktı, en azından asgariye inecekti ve böylece İslam Camiası dünyada menfi hareketlerle mütenasip bir görüntü vermeyecekti diyebiliriz.

SON ALTMIŞ GÜNÜN EN MANİDAR YOLCULUĞU

Daha sonra adeta her şeyi terk edip birdenbire karar vererek Urfa’ya gidiyor. Bütün bu olanlardan sonra Urfa’ya yönelişini nasıl değerlendirirsiniz?

Bu dersi verdikten sonra Üstad hazretleri, Emirdağ’a döner. Emirdağ’da biraz rahatsızdır. Artık nazarı başka bir yöne müteveccihtir. Hatta işte, Ankara’dan dönerken “ben son ikazımı yaptım. Büyük bir tehlike gelecek, ama onlar kendilerini kurtaramayacaklar. Çok büyük zarar edecekler” gibi, bu mealde hükümeti ve o günün erkanını ikaz eden sözleri var.
Dolayısıyla Üstad, yapabileceği şeyi yaptıktan sonra yönünü başka bir tarafa döndürdüğü anlaşılıyor bu ifadelerinden…

nursi_veda.jpgEmirdağ’daki talebeleri ile vedalaşır. Talebeleri bu vedalaşmada bir başka yöne gidişin varlığını hissederler. Hasta olmasına rağmen Isparta’ya gider. Orada birkaç gün kalır. Zaman Ramazan’dır. Çok zor şartlar altında, çok az şeyler yiyerek orucunu tutmaya devam etmektedir. Ve Isparta’da da birkaç gün kaldıktan sonra talebelerine arabasını hazırlamalarını ister.

Talebeleri onun çok rahatsız olduğunu görünce ve gitmesinin rahatsızlığını arttıracağını düşünerek arabanın arızalı olduğunu söylerler. Fakat Üstad kararlıdır. “Onu bırakın başka bir araba bulun muhakkak gideceğiz” der. Dolayısıyla bunun üzerine araba hazırlanır. Kendisi arka tarafa oturtulur ve yanın da birkaç talebesi ile birlikte çok yağmurlu ve şiddetli fırtınaların bulunduğu bir günde harekete geçer.
Hareket Isparta üzerinden Konya’ya doğrudur. Artık, Urfa’ya gidilecek hat kesinleşmiştir. Talebeler buna göre kendilerini ayarlarlar. Ama Konya’da kendilerini bekleyen bir tehlike vardır. Ve bundan korkmaktadırlar. Konya’da Bediüzzaman ve talebelerine karşı mücadele kararı almış, daha başka bir ifade ile savaş açmış diyebileceğimiz Konya Valisinin bu seyahati durdurabileceği endişesi vardır.
Fakat yağmur buna fırsat vermez… Onların yağmur engeli ile o barikattan çekilmesi sağlanır. Üstad rahat bir şekilde Konya’ya gelir ve Konya’da Mevlana’yı ziyaret eder. Mevlana’yı ziyaretinde halkın da bulunduğu söz konusudur. Orada onlarla ve kardeşi ile görüşür. Daha sonra oradan Urfa’ya doğru harekete geçer.

Dolayısıyla “son altmış günün en manidar yolculuğu bu yolculuktur” diyebiliriz. Tabi bu yolculukta Konya’yı ve Mevlana’yı ziyaretinin başka manaları olduğunu da düşünmek mümkün… Ama ben sözü uzatmamak için oradan bu kadarla geçiyorum.
Zor şartlar altında birkaç damla suyla ve birkaç küçük parça yiyecekle -ekmekle diyelim- orucunu tutmaya devam eden Bediüzzaman Urfa’ya gelir. Urfa’da talebesi Abdullah’ın (Yeğin) rehberliğinde İpek Palas oteline yerleştirilir.
İpek Palas’ta halkın büyük bir teveccühü ile karşılaşır. Ve orda da yine o zamana kadar yapmadığı farklı bir şey yapar. Ziyaretine gelen herkesi kabul eder. Bir manada onlarla da vedalaşır. Ve orada da bir gün kaldıktan sonra çok hasta bir şekilde Kadir gecesine tekabül eden bir gecenin, 23 Mart gecesi ahrete irtihal eder. Ve böylece Bediüzzaman son altmış günün hareketliliğini son derece farklı bir hareketlilikle neticelendirir. Ve o hareketliliğe Türkiye’nin pek çok yerini de katarak, hatta ahreti de katarak genişletir. Yani mekân genişliği kazandırır. Ve ahrete irtihali onun altmış gününün dünya cihetindeki hareketliliğinin noktalanması demektir.

NEDEN URFA’YI TERCİH ETTİ?

Peki Urfa’yı tercih etmesinde maddi-maddi manevi ne gibi hikmetler vardır? Bu konuda neler söyleyebilirsiniz? 

Urfa’yı tercih etmesinin pek çok gaybi sebepleri ve hikmetlerinin olduğu muhakkaktır. Daha önceden başkasının yaptırdığı bir mezarın boş bırakılmış olması da nazara alındığında Bediüzzaman Hazretlerinin Urfa’ya geleceğini çok zaman önce maneviyat ve gayb aleminde tespit etmiştir. Ve hayatını orda neticelendireceğini bilmiştir diyebiliriz.

Hatta bunu defalarca talebelerine söyler. Kendisini Urfa’ya davet eden Abdullah Yeğin ve Abdulkadir Badıllı gibi talebelerine Urfa’ya geleceğini söyler hatta eserlerini ve eşyalarının bazılarını gönderir. Neticede sözünde durmuştur, Urfa’ya gelmiştir, Urfa’da kalmıştır. Ama bu geliş ve kalış Urfa’da ebedi aleme intikal noktasındadır diyebiliriz.

Bunu söylerken Urfa’nın Türkiye toprakları içerisinde maneviyatı en derin yer olması, Peygamberlerin şehri olarak bilinmesi, böylece orada ruhani âlemlerde pek çok noktada kabrin ötesinde kendisini karşılayan maneviyat ehli insanların, peygamberlerin ve benzeri diğer büyük evliyaların, bulunması da nazara alınabilir.
Haliyle “Rüyada bir hitabe” ile düşündüğümüzde o asırların mebuslarının, maneviyat ehli olan o insanların oradaki peygamberlerle birlikte kendisini kabir âleminde berzah aleminde karşıladığı tahayyül edilebilir. Bu da Üstadın Urfa’yı seçmesindeki bir başka sayılabilir.
Ama hepsinin ötesinde burada bir kaderi tecelli ve takdiri İlahi var. O hayatını Urfa’da nihayetlendirecekmiş, takdirde… Orada nihayetlendirmiştir ve kadere tabi olmuştur, kadere razı olmuştur diyebiliriz.

ISPARTA MİLLETVEKİLLERİ SAİD NURSİ’NİN NAŞININ ISPARTA’YA GETİRİLMESİNİ TALEP ETTİ

Bir de daha sonra adeta kendi vasiyetine uygun olarak mezarının yıkılması var ve başka kimsenin bilmediği, bilemeyeceği bir yere götürülmesi var. Böyle bir hikmet için de gitmiş olabilir mi?

Elbette… Üstad vefat ettiği zaman iki şehir Üstad’ı çok ister. Bunlardan biri Urfa’dır, diğeri Isparta’dır. Hatta Üstad’ın vefatını duyunca Isparta Milletvekilleri naşının Isparta’ya getirilmesini talep ederler. Urfalıların vermemesi üzerine bu talep gerçekleşmez. Ama kader Üstad’ın bu iki mühim şehirdeki insanların gönüllerini rahatlatma, onların taleplerini yerine getirme ilkesi de burada tahakkuk etmiş olur.
Kendisi zaten defalarca vasiyetlerinde “Hz. Ali gibi benim kabrim de gizli kalacak, benim kabrim gizli olacak” vasiyetini verir. Dolayısıyla binlerce insanın önünde radyoların bulunduğu bir yerde vefat eden ve belli bir yere defnedilen insanın kabrinin gizli olacağını vasiyet etmesi bir muammadır ilk bakışta… Ama kader Onun dileğini, Onun vasiyetini Ona muarız insanların -muarız olacak bir sebep yoktu aslında- eliyle gerçekleştirir.

Dönemin İhtilal Hükümeti Bediüzzaman’ın mezarına duyulan teveccühü, Bediüzzaman’ın insanlar üzerindeki etkisini kırmak için kabrini kaldırınca bu işin biteceğini zanneder. Dolayısıyla mezarını oradan alıp gizli bir yere götürerek Bediüzzaman’a duyulan milli teveccühü, insani teveccühü kırmaya çalışır.
Uçakla kardeşini ve aynı zamanda talebesini bu noktada kullanırlar. Biraz tehditle Ona dilekçe imzalatırlar. Onu Urfa’ya getirip, Onun refakatinde mezarını kırıp naşını bir tabuta koyarak tekrar Uçakla Afyon’a, Afyon’dan da Isparta’ya götürürler ve Isparta’da bir yere defnederler. Ve tabii bu defnedilen yer daha sonra belli olmuştur. Ama bir vesile ile Nur Talebeleri onu oradan alıp başka bir yere defnetmişlerdir.
Dolayısıyla hükümetin kaynaklarında Bediüzzaman’ın defnedildiği yer belli de olsa Isparta’daki Şehir Mezarlığında olduğu söylense de Bediüzzaman’ın naaşı orada değildir. Oradan alınmış başka bir yere defnedilmiştir. O nedenle şu anda insanlar devletin kaynaklarını ortaya koyarak arşivleri açarak defnedildiği yeri istese bile Bediüzzaman’ın mezarının gerçekte nerde olduğunu bilemez. Çünkü ancak birkaç talebesi onun yerini biliyordu. Onun da birkaç tanesi de vefat etmiştir. Belki dünyada onun mezarını bilen bir veya iki kişi vardır. Onlar da bunun açıklanmaması noktasındaki hassasiyetleri bilen insanlardır. Dolayısıyla Bediüzzaman’ın vasiyeti kıyamete kadar böyle kalacaktır. Ve mezarı bulunmayacaktır. Çünkü, kendisinin mezarının bilinmesini Hz. Ali’ye benzeterek söylediğine göre; Hz. Ali’nin mezarı hala bilinmiyor. Üstadın mezarı da bundan sonra bilinmeyecektir diye bir sonuç çıkarabiliriz.