Mümtazer Türköne: Said Nursi'nin doğu formülü deha ürünü

Mümtazer Türköne: Said Nursi'nin doğu formülü deha ürünü

Türkiye'de etnik sorun toplumdan kaynaklanmıyor. Devlet katında üretilmiş. Toplumu birbirine düşman etmeye çalışıyorsunuz ama toplum buna direniyor.

Kemal Benek'in röportajı:

Prof. Dr. Mümtaz’er Türköne: "Ankara projeleri iflas etti"

Güneydoğu merkezli sorunla ilgili farklı tanımlamalar var. Siz nasıl tanımlarsınız?
Ben Kürt sorunu olarak tanımlıyorum. Bunu da şöyle temellendiriyorum. Bu bölgede kadim zamanlardan beri yaşayan bir halk var. Bunlar farklı bir dili konuşuyorlar. Etnik olarak kendilerini farklı bir topluluk olarak tanımlıyorlar. Kendilerine Kürt diyorlar. Kürt etnisitesine mensuplar. Bu topluluğun kendi dillerini konuşma, kültürel haklarını bağımsız bir şekilde yaşama, ülkenin geri kalan kısmı tarafından saygı görme ve siyasal hakları konusunda şikayetleri var. Bu insanların kendi dilleri ve özgürlükleriyle ilgili rahatsızlıkları, sıkıntıları olmasa bu bölgede terör olur mu? Olmaz. Bu bölgede güneydoğu sorunu diye sadece bölgesel, coğrafi özelliklere dayalı bir sorun olur mu? Olmaz. O zaman bu Kürt sorunudur. Bunun adını doğru koymak lazım. Bu tanımlamanın önemi de şuradan kaynaklanıyor; İsmini doğru koymazsanız çözümlerini de gidip başka yerlerde ararsınız. Bu sorunu battığı yerden çıkartacaksınız. Kürt sorunu dediğiniz zaman oradaki insanların etnik farklılıklarından kaynaklanan taleplerine duyarlı olacaksınız. Annelerinden öğrendikleri dili saygıdeğer bulacaksınız. Ona göre davranacaksınız. O insanların gönlünü kazanacaksınız. O insanların onurlarını koruyacaksınız. Ve o insanlara kendilerine 72 milyon insan içinde dışlanmış, ikinci sınıf vatandaş muamelesi görmüş, onurları, gururları zedelenmiş, ayrıma tabi tutulmuş insanlar olarak görmeyeceksiniz. Bu neticeyi hasıl etmek istiyorsanız sebebi ve tanımı doğru koymak zorundasınız.

Sorun bu haliyle ne zamandan beri var? Başlangıcı olarak hangi tarihi ve olayları gösterebiliriz?
Kürt sorunu Türkiye’nin ulus devlet olarak cumhuriyetle birlikte kurulmasıyla başlıyor. Yani çok uluslu bir imparatorluk geleneğinden çıkıp tek ulusa dayalı devlet modeline geçtiğiniz zaman kendiliğinden kendisini etnik olarak farklı hisseden insanlar farklı bir yerde durmaya başlıyorlar. 1924’ten itibaren başlayan ve o bölgeye mahsus isyanların tamamında da bu dinamik vardır. Yani Kürt sorununun tarihi Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ile birlikte başlıyor.
Ankara 1923’ten itibaren bir “Türk ulusu yaratmaya” girişiyor. İnsanlara “siz Türksünüz, zekisiniz, çalışkansınız, mutlusunuz” diyor. İnsanlar da Türk olduklarından dolayı mutlu olmaya başlıyorlar. Fakat bunu bir şekilde kendi idrak menziline alamayacak olanlar Türk olmadıklarını bilenler var. Ankara’nın ürettiği tek tipleştirici politikalar Diyarbakır merkez olmak üzere bir tepki meydana getiriyor. Bu sefer Ankara ile Diyarbakır arasında bir diyalektik ilişki, çekişme başlıyor. Kürt milliyetçiliğini üreten de Ankara’daki “ulus yaratma çabası”dır. “Türk ulusu yaratmaya kalktığınız zaman karşılığında bir de Kürt toplumu yaratmış” oluyorsunuz. Bu da doğal bir şey. O tek tipleştirme çabalarına bir tepki oluşuyor.
Merkezi bir devletin oluşması bu politikaları eğitimdi, kültürdü, sağlıktı bu tür araçlarla daha etkili bir hale getiriyor. Ve sorun daha da büyüyor. Çok abartılı, çok agresif bir ulus devlet psikolojisi var cumhuriyetin ilk yıllarında. Yani, “ben sana sen Türksün diyorsam Türksün” anlamına gelecek bir baskı var. Yakın zamana kadar da “Kürtlerin karda yürürken kart-kurt sesi çıkartmaktan dolayı Kürt adını almış Türklerin bir boyu” olduğunu söylediler. Bugün kimse böyle bir saçmalığı söylemiyor. O bölgede yaşayan farklı bir ırktan gelen, farklı bir etnik kültürel dairede yüzyıllar boyu yaşamış ve tamamiyle farklı ve daha çok ari dillere yakın dili konuşan bir topluluk var. Bu bölge Mezopotamya uygarlığının kurulduğu, yazının ilk keşfedildiği bölgelerden biri. Çok kadim tarihi olan bir bölge. Bu tür medeniyetlerin beşiği olan bölgelerde de her zaman farklı ırklar, diller, dinler, etnik topluluklar varola gelmiştir. Burada da bir zenginlik var.

Osmanlıda böyle bir sorun var mıydı?
Osmanlıda böyle bir sorunun olduğunu söylemek Osmanlı devletinin yapısını anlamamak demektir. Çünkü Osmanlı devleti bir imparatorluktu. İmparatorluk demek de çok uluslu devlet demektir.

Neden Türkiye’de Kürt sorununu konuşuyoruz. Neden bir Arap sorunu, Çerkez sorunu, Laz sorunu yok?
Bu tür sorunlarda genellemeye gitmek bir grubun insiyaklarını, tepkilerini diğer grupla özdeşleştirmek çok zordur. Balkanlarda yaşayıp Türkiye’ye göç eden Türk olmayan unsurlarda böyle bir sorun yok. Orada İslamiyet Türklük anlamına geliyor çünkü. “Müslüman oldum” yerine “Türk oldum” diyorlar. Böyle bir sıfat belirleyici olmuş. Ama Ortadoğu’da öyle değil. Türkiye’nin ciddi bir Arap sorunu yok, çünkü Kürt sorunu var. Kürt sorunu olmasaydı belki de Arap sorunu olacaktı. Kürt sorunu diğer etnik sorunları da bastırıyor. Çünkü diğer etnik grupları çoğu zaman çoğunluk yanında yer alarak bu etnik sorun karşısında tavır almaya zorluyor. Bir kısmı da tam tersine kendi etnik kimliklerini geliştiriyor.
Türkiye’de şöyle bir manzara var; Kürt sorunu toplum için yakıcı bir sorun haline gelince, şiddetle, siyasi tartışmalarla gündemine girip cenazelerle çok dramatik bir hal aldıkça her grup için etnik kimliklere ricat etmek, yeniden keşfetmek genel bir eğilim oldu. İnsanlar etnik kimliklerini yeniden keşfetmeye başladılar. Çok önemsizdi, çok üzerinde durulmuyordu. Bu tür karmaşa dönemlerinde, yoğun ateş altında insanlar saklanacak sığınak arar. Bu sığınaklar da her zaman kimlikleridir. O kimlikler etrafında gruplar oluşturup onların içinde yer almaya çalışırlar. Kürt sorunu bir açıdan etnik kökeni Türk olmayanların büyük bir kısmını çoğunlukla birlikte tavır almaya zorladı. Bir kısmını da etnik kökenlerini merak etme, araştırma, etnik kökenler etrafında bir kimlik oluşturmaya teşvik etti. Fakat Kürt sorununun başat bir sorun olması nüfusça Türklerden sonra en çok sayıyı onların oluşturmasıdır. Onların içinde kadim zamanlardan beri burada yaşayan Araplar, Gürcüler, Lazlar gibi halklar var. Bir de göç etmiş halklar var. Türkiye nüfusunun büyük bir kısmı göçmen. Balkan, Kafkas, Girit, Yunanistan göçmenleri var.
Göçmen nüfus yerleştiği topraklarda kendine ait hissedecek ortak değerler arıyor. Cumhuriyet, ulus devlet oluşturmaya giriştiği zaman göçmen nüfus buna çok kolay boyun eğdi, çok kolay angaje oldu. Bu anlamda bir ulus da oluşturuldu. Cumhuriyet projesinin büyük ölçüde başarılı olduğunu kabul etmek lazım. Ancak sayıca çok fazla olan yani asimile edilmesi, eritilmesi zor olan Kürt nüfusta sorun yaşandı. Bugün geldiğimiz nokta da aslında Cumhuriyetin bugüne kadar izlediği politikaların başarısız olduğunu, asimilasyonun imkansız olduğunu gösteren bir sonuç. Ankara’nın projelerinin iflas ettiğini, çöktüğünü gösteren bir sonuç. Öbür taraftan oluşturduğu aksül amelle yani karşı cephe ile Kürtler için de bir açmazı, fasit daireyi ifade eden bir tarafı var. Kürtlerin de karşı tez oluşturup oradan pozitif bir siyasal proje çıkartmaları, kendi toplumları için refah, zenginlik, mutluluk vaadedecek bir proje çıkartmaları çok zor. Ama bir formül bulmak gerekiyor.

Nedir o formül?
Bir kere şu en önemli nokta. Diyelim ki, Türkiye’de yaşayan Kürt nüfus uluslaşma bilinci ile her ulusun kendi devletine sahip olma hakkını ileri sürmesi gibi kendi devletine sahip olmak istedi ve oldu. Bu Kürtleri mutlu eder mi? Bunu somut bir şekilde göz önüne getirdiğimiz zaman cevabı daha kolay bulabiliriz. Türkiye bundan çok şey kaybeder ama Kürtler de bundan mutlu olur mu? Kürtlerin mutsuz olması bir kenara proje olarak da imkansız bir şey. Kürt nüfusunun Türkiye’de yarıya yakını Ankara’nın batısında yaşıyor. Bu anlamda güçlü bir nüfus entegrasyonu var. Güneydoğuda Fırat’ın doğusunda bağımsız bir Kürt devleti ortaya çıktığı zaman bunun ancak Kürt nüfusunun yarısına faydası olacak. Geri kalan Kürt nüfusu ne olacak? Çok ciddi zorluklardan biri bu. En önemlisi de “benim olsun küçük olsun” mantığıyla hareket edildiği zaman Güneydoğuda ortaya çıkacak bir devletin coğrafi zorluklardan, tarihsel birikimden kaynaklanan sınırları var. Oradaki insanlara mutluluk getirmesi mümkün değil. O zaman çare ne? 72 milyonla birlikte bu ülkenin bütünlüğü içinde Kürtlerin kendilerini mutlu, onurlu, gönüllü ortaklığa dayalı, geri kalan nüfusla birlikte yaşamak isteyen taraf olarak var olması gerekiyor. Bunu oluşturmanın birinci sorumluluğu da çoğunluğa ait. Çoğunluk şikayet ettiği sorunları, sıkıntıları çözecek, Kürtleri kendisiyle birlikte yaşamaya, gelecekte de aynı kaderi yaşamaya ikna edecek ve 72 milyon birbirinden, devletinden razı bir şekilde yaşamaya çalışacak.

Şu andaki durumda çözüme ne kadar yakınız?
Türkiye’de Kürt sorununun “terör sorunu” olarak görülmesi gereği askeri çözümler gündeme geliyor. Askeri çözümlere konu yapılmasının sorunu iyice içinden çıkılmaz hale getirdiğini düşünüyorum. Çünkü askeri çözüm dediğimiz zaman basit bir şiddet olayını toplumsal tarafları da olan bir kan davasına, bir nefret deryasına dönüştürüyorsunuz. Türkiye bu anlamda yıllarca ciddi bir travma yaşadı. 30-40 bin insanın hayatından bahsediliyor. Çok büyük bir travma. Ölen insanların, bunlar hem Türklerden hem Kürtlerden, asker, polis hepsinin annesi, babası, yakınları, sevenleri vardı. Bunların unutulması çok kolay değil. Terörün tek başına zaten mantığı da odur. Toplum içinde nefreti arttırmak için vardır. Devletin çaresiz olduğunu göstermek, toplumla karşı karşıya getirmek için terör tırmandırılır. Bu açıdan çok esaslı bir travma yaşandı Türkiye’de. Bunun getirdiği acılar, gözlerin önünden gitmeyen hatıralar, dökülmüş gözyaşları var. Bunlar çok önemli şeyler. Bir şeyi duygusal olarak çözmeden mantık sınırları içinde çözemezsiniz. Öbür taraftan bugün bu sorunun çözülmesine katkı sağlayacak aynı süreçten başka bir şey de çıktı. Terörün bir işe yaramadığı bir sonuç vermediği, mesafe almanın imkansız olduğu ortaya çıktı.

Terörü kullananlar tarafından mı?
Evet. Oturup bir PKK’lı kurmayın “ben terörle şu sonucu elde edeceğim” diye Kürtleri ikna etmesi imkansız bir şey artık. Terör seçeneği yaşandı ve kendini tüketti. Bu şiddet ihtimalinin de ortadan kalktığı bir geleceği bize haber veriyor. O zaman şiddet dışı yöntemlerle bu sorunu çözeceksiniz.

Nedir bunlar?
Siyasettir. Toplumsal muhalefettir. Şikayet ettiğiniz konuları tek tek sıralayıp bunları toplumsal muhalefet haline getirmektir. Böyle bir yol açıldı. Ben Türkiye’nin bugün geldiği noktada şiddetin mantığının tükendiği, bir geçiş evresi yaşadığımızı düşünüyorum. Şayet siyasetin kendi dinamikleri Kürt sorununun siyasal zeminde, barışçı yöntemlerle çözümüne veya tartışılmasına, bir hal yoluna konmasına fırsat verirse Türkiye bu konuda çok hızlı mesafe alabilir. Biraz sabır, basiret gerekiyor. Türkiye’deki siyasi dengeler de bu sorunun çözümünü geciktiriyor. Ona da dikkat etmek lazım. Ama ben Türkiye’de yaşayan her Kürdün, annesinden ana dil olarak Kürtçeyi öğrenmiş her vatandaşın, kendisini toplum içinde eşit, onurlu bireyler olarak göreceği bir siyasal düzenin ve bunun etkisi altında toplumsal düzenin çok kolay oluşturulabileceğini düşünüyorum. Yaraların sarılması, geçmişin unutulması lazım.

Terörle sonuca ulaşılamayacağı anlayışının altındaki yatan sebep nedir?
Çok farklı faktörler bir araya gelip bir sonuç ortaya çıkarıyor ama şunun üzerinde durmak lazım: Bence PKK ciddi bir halk desteği aldı. PKK’yı basit bir silahlı örgüt olarak nitelemek yanlış olur. Bölge halkının hiç olmazsa üçte birinin PKK’yı gönülden desteklediğini düşünüyorum. Zaten devlet de bu işi askeri müdahale ile çözemiyor çünkü halk sürekli yeni militan üretiyor. Bu durumda sadece şu gelişme var: PKK’nın daha önce televizyonda, eylemlerinden bahsederken “kökü dışarıda terör örgütü” denirdi. Dışarıda bir kökü kalmadı. Hangi ülkede kökü var derseniz en fazla Kuzey Irak’ı söylersiniz. Ne AB’den, ne ABD’den, ne Suriye’den, ne İran’dan bir destekleri var. Şu anda PKK yüzde 100 yerli silahlı bir silahlı örgüt durumunda. Türkiye’nin böyle bir mazereti de kalmadı. Aynı şekilde PKK’nın yönetici kadrosunun bölgesel dengeler, ülkelerarası rekabete güvenerek o çatlaklarda yerleşip kendileri için bir yaşama alanı seçme ihtimalleri de ortadan kalktı. O yüzden terörün bütün mantığını, gerekçelerini kaybettiğini düşünüyorum. Var olan bütün sorunların tek çıkış yolu, tek çaresi barışçı yöntemlerle çözüm. O yüzden terör tükendi derken bir çok dinamiğin içinde bunu söylüyorum.
Devlet katında da cumhuriyet tarihi boyunca izlenen politikaların iflas ettiği çok açık bir şekilde söyleniyor. Bunu Kenan Evren de söylüyor. MİT Müsteşarı “proaktif olmak gerektiğini” söylüyor. Türkiye’de terörle mücadeleden gelmiş DP eski Genel Başkanı Mehmet Ağar, Güneydoğuda uzun süre görev yapmış eski MİT müsteşar yardımcısı söylüyor. Hem PKK kanadının hem de devlet kanadının bugüne kadar şiddete dayalı çözümler, karşı tedbirler, askeri çözümlerle varılabilecek bir yer kalmadığını, denizin tükendiğini herkesin fark ettiğini düşünüyorum.

Başbakan Tayyip Erdoğan daha sonra geri adım attığı “Kürt sorunu” kavramını da bu gelişmeler çerçevesinde mi söyledi?
Başbakan terörün tükendiğini gördü. Ve terörün tarafı olan PKK’nın yeni bir sayfa açmaya niyetlendiğini gördü. Başbakan olarak böyle bir çıkış yaptı. Gördüğü manzara da doğruydu. Fakat devlet içinden o kadar tepki geldi ki geri dönüş yaptı. Sorunun bütün taraflarında bir tükeniş, bazılarının şiddetin olduğu günlerdeki o gücü ve iktidarı özlemek gibi bir arayışı var. Mesela Şemdinli olayı böyle bir şeydi. Şemdinli olayının PKK terörü sona ererse devlet içinde silahlı gücün etkisi azalır endişesi ile girişilen bir provokasyon olduğu anlaşılıyor. O da aslında şiddetin kendi mantığını, muhakemesini kaybettiğini gösteriyor. Bu önemli bir gösterge.

Bir Türk-Kürt kutuplaşması tehlikesi görüyor musunuz?
Bu kutuplaşmanın 1984’ten bugüne kadar ortaya çıkması gerekirdi, çıkmadı. Bu çok önemli bir şey.

Çıkması için altyapı hazırdı yani?
Her şey yapıldı. 30 bin insanın hayatı böyle bir kutuplaşmayı ortaya çıkarmaya yeterliydi ama çıkmadı. Çıkmaması hem Türklerde hem Kürtlerde çok esaslı bir sağduyunun egemen olduğunu gösteriyor. Bir de çok önemli bir şeyi gösteriyor: Dünyanın her ülkesinde Türkiye’dekine benzer etnik sorunlar var. Genel kural olarak dünyanın büyük bir kısmında etnik sorun azınlıkla çoğunluk arasındaki çatışmalarla büyür. Çoğunluk azınlıktan nefret eder, azınlık kendini korumaya çalışır ve bu şiddete dönüşür. Devletler de bu çatışmayı çözmek için azınlık politikaları geliştirirler. Evrensel düzeyde de azınlık hakları geliştirilir ki devletler iç hukukunda kendi içinde ortaya çıkacak sorunları adil bir şekilde çözsün. Kendi halkını da ikna etsin. Böyle bir hukuk gelişiyor. Sebebi; devletlerin bu konuda kendi kararlarıyla baş başa bırakmamaktır. Türkiye’de bu sorun toplumdan kaynaklanan bir sorun değil. Bu sorun devlet katında üretilmiş, siyasal düzeyde üretilmiş bir sorun. Ve topluma indirgiyorsunuz bu sorunu. Siyaset katında üretilen sorun ile toplumu birbirine düşman hale getirmeye çalışıyorsunuz ama toplum buna direniyor.
Dünyadaki etnik sorunlardan farklı olarak Türkiye’deki sorun toplumsal bir sorun değil, siyasi bir sorun. O yüzden çözüm çok kolay. Dünyanın diğer taraflarında sorun toplumsal bir sorun olduğu için çözülemiyor. Türkiye’de bugün bile bir TC vatandaşı etnik kökeni sırf Kürt olduğu için bir Kürt’ten nefret etmez. Aynı şekilde bir Kürt etnik kökeni Türk olan birinden sırf Türk olduğu için nefret etmez. Bu konuda en ateşli görülenlerin bile kendi özel ilişkilerinde Kürde, Türke kız vermemek adeti iki toplumda çıkmadı. Bunlar birbirlerini kendilerinde uzak görmüyorlar. Alevilerle Sünniler arasında maalesef böyle bir ayrım var. Ama Türkle Kürt arasında yok. Türk Kürdü, Kürt Türkü kendisinden ayrı görmez. Bazen abartılan, provoke edilen etnik çatışmaların arkasında da araştırıldığında ekonomik rekabetin olduğu görülüyor. Kimse üretemedi bunu. Devlet uğraştı, PKK uğraştı hiç biri üretemedi. Toplum çözüyor zaten bunu. Toplumdaki çözümü alıp devlet katına çıkardığınız zaman böyle bir sorunun olmadığını göreceksiniz. Bir Türk, Kürt komşusuna nasıl saygı gösteriyorsa, nasıl onun hayatına, yaşam biçimine, giyimine saygı gösteriyorsa aynı saygıyı devlet gösterecek.

AB süreci bu sorunu nasıl etkiler?
AB süreci bu sorunun çözümünde aslında toplum için çok faydalı katkılarda bulundu. Kürtler AB sürecinde geliştirilen reformlarla, aradıkları hak ve hukuku bulacaklarını düşünmeye başladılar. Bu konuda çok bağnaz davranan devlet içindeki güçler de AB hukuku ile sınırlandırıldılar. Ciddi manada mesafe katedildi. Özellikle dil konusunda. Şu anda Türkiye’de ana dilde eğitim dışında farklı etnik gruplara tanınması gereken haklarda eksiklik yok. Uygulamalarda bazı sorunlar var. Ama kanun düzeyinde bir eksiklik yok. Bu büyük ölçüde AB sürecini bir ürünü. Bu şekilde bakarsanız AB süreci Türkiye’yi rahatlattı. Devlet sırf o bağnazlığından dolayı gerçekleştiremediği konuları yapmak zorunda kaldı. Öbür taraftan AB süreci PKK’yı da etkiledi. AB, -hakkını teslim etmek lazım- şiddet yöntemleriyle sonuç almaya çalışan terör örgütlerine sıcak bakmıyor. PKK Avrupa’da meşruiyet, dayanak noktası kaybettiğini gördü. Geçen yıllarda Kuşadası’nda Marmaris’te sivil halka yönelik şiddet eylemleri oldu. Bunun kendisine zarar verdiğini de gördü. AB’nin pozitif etkileri hem PKK’nın şiddetten uzaklaşmasına hem de Türk Kürt halklarının arasındaki sorunun yumuşamasına katkıda bulunmak şeklinde gerçekleşti. Bir tek sakıncası devletin kendi gücü, iradesi, kararıyla yapması gereken şeyleri AB zorlamaları ile yaptığı için devlet, kendi vatandaşları gözünde itibar kaybetti.

Kürt halkının çoğunluğunun dindar ve İslamiyet’e bağlılığı düşünüldüğünde dinin bölge için ne gibi bir önemi var?
Zaten Türkle Kürt arasındaki çatışmayı büyük ölçüde baştan önleyen ana damar, ana dinamik aynı inancı paylaşmalarıdır. Kürtlerden evliya çok çıkıyor. Türklerin evliyası da hep Kürtler. Enteresan bir toplum Kürtler bu anlamda. Hakikaten çok dindar, çok muhafazakar bir toplum. Ayrıca kapalı bir toplum tabi. Bunu Kürt milliyetçiliği yapanlar da fark ediyorlar. PKK o yüzden laik bir hareket. Öcalan Atatürk’ten saygı ile söz ediyor. Kemalist politikalardan sitayişle söz ediyor. PKK’nın tam anlamıyla laik bir perspektifi var. Hatta Mehdi Zana’nın “Kürtlerin asıl dini Zerdüştlüktü” açıklaması, İslamiyet’i atlayarak tıpkı Türkler için Şamanizmin oynadığı rol gibi dayanak bulma çabasını ifade ediyor.
Güneydoğuda Kürt sorununu hafifleten, her şeye rağmen katlanılır tutan en önemli sebep Kürtlerin dindarlığıdır. Bunu kabul etmek, görmek lazım. Din etnik farklılıkları aşan bir toplumsal yapıştırıcı gibi farklı grupları bir arada tutuyor. Kaynaştırıyor. Ayrıca etnik milliyetçiliği de engelliyor. Din evrensel bir dil sunuyor. Müslüman olarak insanların etnik kökenine bakmadan kardeşliğine inanmanız gerekir yoksa Müslüman olmazsınız. Bu hem Kürt hem de Türkler açısından aradaki kutuplaşmayı, çatışma potansiyelini engelliyor. Bunun değerinin yeteri kadar fark edilmediğini, anlaşılmadığını büyük ölçüde bu gerginliğin, kutuplaşmanın, çatışmanın ortaya çıkmasının altında da dinin bu kaynaştırıcı rolünün yeteri kadar dikkate alınmamış olduğu anlaşılıyor.

Bediüzzaman’ın bölgeye uyarlanabilecek ‘cehalet, zaruret, ihtilaf’ gibi hastalıklar için önerdiği ‘sanat, marifet, ittifak’ reçetesini nasıl değerlendirmek gerekir?
Deha ürünü çok parlak bir formülasyon. Bugün de büyük ölçüde geçerliliğini muhafaza eden bir formülasyon. Herkesin anlayabileceği, basitleştirilmiş kavramın arkasında bir dünya var. Bazı şeyleri birbirinden ayırmak lazım. Kürdün göçebesi ile Türkün göçebesi arasında hiçbir fark yok. Çünkü göçebeliğin oluşturduğu farklı bir kültür vardı. Şehirli hayata geçince toplumlar arasında farklar azalmaya başlar. Cehaleti ortadan kaldırdığınız zaman hemen farklı bir dünya ile karşılaşırsınız. Cehalet taassubu kuvvetlendirir. Aşiret yapılarına bağlı olarak düşmanlığı kuvvetlendirir. İhtilaf cehaletten çok kolay üretilir. Bunun yerine bir arada, birlikte yaşamayı yani ittifakı, ortak paydalar bularak onları geliştirmek için aklı selim sağduyu gerekir. Toplumun önderleri de bunu önerir. Bediüzzaman da bunu vermiş.

Bediüzzaman’ın bölgenin sosyo-kültürel yapısını da dikkate alarak önerdiği, din ve fen ilimlerinin kaynaştırıldığı bir üniversite modeli olan “Medresetüzzehra” projesinin bölge için önemi nedir?
Bu projenin Van’da kurulmasını öneriyor. Van’da hala böyle bir üniversite kurma şansı var. İslam dünyasında El Ezher’in itibarı gibi itibarının olduğunu düşünün böyle bir merkezin. Son derece yapıcı pozitif bir etki meydana getirir.

Ortadoğu için de etkisi olur mu?
Bütün Ortadoğu’yu etkiler. Arapçanın, Kürtçenin ve Türkçenin konuşulduğu bütün coğrafyayı etkiler. Eğitim, ilim birleştirici bir şey, bölmez, parçalamaz.

HABERE YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.