Mezar hırsızlığının hikayesi: Said Nursi'nin mezarı 65 yıl önce bugün parçalandı!

Mezar hırsızlığının hikayesi: Said Nursi'nin mezarı 65 yıl önce bugün parçalandı!

11 Temmuz 1960’ta mezarın bulunduğu dergah ve Balıklıgöl tanklarla ve silahlı askerlerle çevrildi

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri 23 Mart 1960 tarihinde Urfa'da Hakkın rahmetine kavuştu.

İpek Palas otelinde vefat eden Bediüzzaman Hazretlerinin cenazesi ertesi gün Ulu Camiinde kılınan öğle namazının ardından Mevlid-i Halil dergahının yanına defnedildi.

Bir süre sonra Adana’dan getirilen mermerlerle bir mezar yaptırıldı ve kitabesi yerine yerleştirildi.

Bu arada 27 Mayıs 1960'ta askeri darbe yaşandı. Millete 10 yıl boyunca hizmet eden, Arapça ezan yasağını kaldıran Adnan Menderes hükümeti darbeci askerler tarafından devrildi.

Ancak aradan birkaç ay geçtikten sonra aynı darbeciler Bediüzzaman Hazretlerinin mezarını da yıktı. 11 Temmuz 1960’ta mezarın bulunduğu dergah ve Balıklıgöl tanklarla ve silahlı askerlerle çevrildi.

27 Mayıs cuntasının emriyle kabir, askerler tarafından parçalandı.

Bir gün sonra yani 12 Temmuz'da tabuta konan naaşı uçakla önce Afyon’a oradan da Isparta’ya götürüldü.

Mezar parçalama hadisesi Abdulkadir Badıllı ağabeyin Mufassal Tarihçe-i Hayat kitabında şöyle anlatılıyor:

KABİR CANAVARLIĞI

Her şey yapıldı, sözde her bir tedbir uygulandı, çok mühim bir şey daha vardı onlara göre... Bediüzzaman’ın kabrini gizlice yıkıp, na’şını Urfa’dan alıp, meçhul bir semte götürmek işi kalmıştı. Bunu da yapsalar, artık Türkiye’de sözde inkılablar adına büyük bir iş, bir başarı gerçekleştireceklerdi. Ondan sonra artık din namına hiç kimse bir şey diyemiyecek ve bir şey konuşamayacaktı.

Milli Birlikçiler gizli gizli bu meseleyi de müzakereye aldı. Alpaslan Türkeş efendi de bunların içinde idi. Planlar düşünüldü, Urfa’dan belli bazı bedbaht insanlar tarafından da şikâyetler yazdırttırıldı. İhbarlar ettirildi.. ve nihayet planladıkları projenin tatbik safhasına gelinmişti. Plan şu idi: Konya’daki Bediüzzaman’ın kardeşi Abdülmecid’in ağzıyla bir dilekçe yazdırılacak, ona imza ettirilecek ve bu dilekçe Türkiye siyasetinde hükmetmekte olan Milli Birlikçilere verilecek.. Bunlar da bu dilekçenin gereğini yerine getireceklerdi.

ZORAKİ DİLEKÇE VE MOLLA ABDÜLMECİD’İN HİKÂYESİ

1962’de bizzat Abdülmecid Efendi’yi Konya’daki evinde ziyaret ederek dinlemiştim. Evine Hüsmen Hoca ile birlikte gitmiştik.

“Urfalıyım” deyince, mübarek yaşlı, mahzun Molla Abdülmecid Efendi, ben hiç sormadan hikâyeyi tafsilâtıyla anlatmaya başlamıştı:

“1960 ihtilalinden iki, iki buçuk ay sonra idi. Bir gün eve iki sivil polis geldi: “Sizi vilayetten istiyorlar” dediler. Düşündüm, benim vilayetle ne işim var?.. Fakat gitmemezlik de yapamazdım. Kalktım, gittim. Konya Valisi makam odasında oturmuş bir kaç general vardı. Bunlar sonradan öğrendim Konya askeri valisi, Urfa askeri valisi General Necdet Yalçın, Isparta valisi ve zamanın kara kuvvetleri komutanı orgeneral Cemal Tural'dı. Bana yer gösterdiler. Oturdum. Merhabalaşmalardan sonra, Cemal Tural söze başladı, dedi ki:

“Urfa’daki ağabeyin Said i Nursî’nin mezarı başında çok izdihamlar, ayinler oluyormuş. Hükûmet bu işi hoş görmüyor. Buna dair Urfa’dan çok ihbarlar, şikâyetler geliyor. Bu arada ziyaretçi ismi altında başka ülkelerden casuslar da geliyor” dedi.. ve “Hülâsa: hükûmet, onun mezarını Urfa’dan kaldırmak istiyor, başka yere nakledecektir.” dedi.

“Fakat hükûmet bu işi yaparken kendi adına değil, senin adına, senin müracaatına bina edecek. Kanunda da yeri vardır. Bilmem hangi maddenin 14. bendi vardır. Bu maddeye istinaden senin adına bir müracaat dilekçesi hazırlanmıştır. Bunu imza edeceksiniz!.” dedi.

Ben: “Siz onu nereye götürseniz de aynı ziyaretçi izdihamı olacak. Yine her taraftan ziyaretçiler gelecek!..” dedim.

Cemal Tural: “Hükûmetin düşündüğü başkadır.. Lütfen imza edin!” dedi. Baktım ki, direnmelerim fuzulî olacak. Dilekçeyi bana her halukârda imza ettireceklerdir. Kalktım, imza ettim. Müsaade isteyip çıkacağım sırada, bana: “Evden uzağa ayrılmayın, seni yine çağırabiliriz.” dediler. Oradan ayrıldım, mahzun ve perişan bir şekilde eve döndüm”

URFA’DAKİ DURUM

Konya’da tertiplenen bu planlar ve işler olurken; Urfa’da da hazırlıklar başlanmıştı. Bir gün akşamdan itibaren Urfa’nın etrafına; belli noktalarına tanklar, zırhlı araçlar yerleştirilmiş, lazım gelen askerî tertibat alınmıştı. şehrin içinde de, yatsıdan sonra belli bir cadde hariç halkın dolaşmasına izin verilmiyor.. hatta emniyet kuvvetleri olan polis ve bekçiler de karakollara hapsedilmiş gibi çıkıp dolaşmalarına izin verilmiyordu.. Her tarafta silahlı askerler, her köşede nöbetçiler, caddelerde de zırhlı araçlar... Urfa halkı bu durumdan hiç bir şey anlamıyor.. Hatta Urfa’nın kalesine de askerler yerleştirilmiş, Dergâh camiinin etrafı zırhlı araçlarla kuşatılmış vaziyette.. O tarafa hiç kimse bırakılmıyor..

Takvim 11 Temmuz gecesi ve 12 Temmuz sabahı 1960 10 Muharrem 1380(192) aşure gününü gösteriyordu. Gece saat bir buçukda bir yüzbaşı nezaretinde evvela türbenin o zamanki itibarıyla batı tarafındaki mezarlığa bakan penceresinin demir parmaklıkları keskilerle kesiliyor ve oradan türbeye girilmiş rengi veriliyordu.

Aslında bu bir oyundu. Çünkü aynı gece Urfa müftüsünü, Dergâh imamını ve müezzini de oraya getirmişlerdi. Yani normal olarak cami kapısını anahtarlarıyla açarak içeri girmişlerdi. Fakat öyle bir şekil vermişlerdi ki güya meçhul kimseler tarafından, arkadan mezarlığa bakan daracık üst penceresinden türbeye girilmiş ve na’ş kaçırılmış gibi...

Türbenin mermer taşları kırılırken; Urfa Müftüsü Eyyüp Sabri, Dergâh camii imamı Bahaeddin Hoca ve müezzin Durak da hazır bulunduklarına Bekçi Hanif Kaya şahidlik yapmaktadır. “Ben o saatte Dergâhın üst tarafındaki kayalık mağara gibi yerde oturmuş, manzarayı seyrediyordum” diyor.

Bazı rivayetlere göre, Üstâd’ın henüz kabri yıktırılmadan önce mezkûr müftü, imam ve müezzinin ve bir de o sıra Dergâhın yanında otobüs garajını işleten alevi meşrepli Maksud Çavuş isminde biri varmış.. Bu adamlar birlikte “Bediüzzaman’ın türbesi başında Nur ayini yapılıyor” diye askerî hükûmete şikâyetlerde bulunmuşlarmış.

Eğer bu hadisenin aslı varsa, mutlaka, Üstâd’ın kardeşi Abdülmecid Efendiye adı geçen zoraki dilekçe imza ettirildiği gibi, bunlara da icbar neticesinde imzalattırılmıştır sanırım. Yahut da mezkur adamlardan bazısının karakteri de o işe müsait gelmiş.

KABİR CANAVARLARI

Eski tarihlerde geceleyin mezar soyanlara “Nebbaş” diye ad koyarlarmış. Amma eskideki nebbaşlar sadece kabirdeki altın gibi eşyayı çalmak için o işi yaparlarmış. Fakat bizim resmî nebbaşlar, kabrin içinde ölü ile beraber gömülen eşyayı soymak ve çalmak değil, bizzat ölünün kendisini çalmak, cenazeyi kaçırmak şeklinde tarihlerde emsali olmayan bir soygunculuk, bir nebbaşlık, bir kabir canavarlığı tarzında kendini göstermiştir.

KABİR NASIL YIKILDI?

Aynı hadisede bulunmuş bir askerin ifadesine göre; masum erlerin eline keski ve çekiçler verilerek “Haydi kırın!..” diye emir vermiş subayları..

Erler gecenin sessizliğinden mübarek, muhterem ve masum kabrin mermerlerini çözmeye başlıyorlar. Kabrin içinden çıkartılan sandık, yer yer çürümüş olduğu için; yeni ve galvanizli bir saç sandık ve bir tutya tabut hazırlanmış getirilmişti.

Necmettin Şahiner’in bizzat Muşlu boksör Yusuf’tan dinleyerek naklettiğine göre, eskimiş ve çürümüş sandıktan çıkarılan cesed, hiç bozulmamıştı. Oraya getirilmiş bir sivil doktor, yeni sandığa konan Üstâd’ın cesedini ilaçlıyor ve etrafına kepek sıkıştırıyormuş.

HABERE YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.