Kur’ani bir çevre ahlakı anlayışına doğru

Kur’ani bir çevre ahlakı anlayışına doğru

Harvard Üniversitesince “Çevre Ahlakı ve Felsefesi üzerine doktora yapan ilk Müslüman” olarak nitelendirilen Prof. İbrahim Özdemir’in röportajı

Risale Haber-Haber Merkezi

İklim krizinde suçlu kim?
Çocuklarımızın ve torunlarımızın ekmeklerini yiyor, sularını içiyor, oksijenlerini mi soluyoruz?
Onların geleceklerini mi çalıyoruz?
Peki, gezegenle uyumlu yaşamak mümkün değil mi? İnsan, sınırsız iştahına “dur” diyebilir mi?
Bu konuda hazırlanan söyleşi kitabında, iş ve bilim insanlarından gazetecilere, aktivistlere ve STK yöneticilerine kadar 15 kişi söz alarak bu kritik soruların yanıtlarını arıyor…
Söz konusu kitapta Prof. Dr. İbrahim Özdemir’le de bir söyleşi yapıldı. BZD Yayın ve İletişim Proje Müdürü Barış Doğru’nun sorularını cevaplayan, Harvard Üniversitesince “Çevre Ahlakı ve Felsefesi üzerine doktora yapan ilk Müslüman” olarak nitelendirilen Özdemir’in görüşleri dikkat çekici.

Bize biraz özgeçmişinizden bahsedebilir misiniz?

Özgeçmişimi ilk kez “çevreci” bir bakış açısıyla anlatmak istiyorum. Bu, aynı zamanda çevreye olan ilgime de ışık tutabilir.
Gaziantep’in İslâhiye ilçesinde suyu, okulu ve camisi olmayan küçük bir köyde dünyaya gelmişim. Okuma çağına geldiğimde 3 km. uzaklıktaki komşu köye gidip geldim. Yağmurlu ve olumsuz havalarda, o köydeki bir tanıdığın evinde kalıyordum.
Köyümüzde içecek su olmadığı gibi, okul kitapları dışında okuyacak kitap da yoktu. İçecek suyumuzu eşek ile uzaktan getiriyorduk. Bu sebeple içilecek suyun önemini çok erkenden fark ettim. Su olmayınca, yemekler yapılamıyor, çay bile içilemiyordu. Rahmetlik annemin gözü hep evdeki sudaydı. Azaldı mı, hemen pınara gidip su getirmemiz gerekiyordu.
Sekiz kardeşin en küçüğü idim. Ağabeylerimle eşeksırtında su getirmeye gitmek önceleri bana çok eğlenceli gelirdi. Ancak sıra bana gelince, öyle olmadığını fark ettim. Her biri 18 kg olan tenekeleri pınardan doldurup, daha sonra eşeğe yüklemek 13-14 yaşlarında hiçte kolay değildi.

Daha önemlisi hayatın kaynağı olan suyun, şiddetin ve kavganın da kaynağı olabileceğini çok erken bir yaşta fark ettim. Köyün uzağındaki pınarın başında su için sıra beklerken, daha yaşlı veya daha güçlü olanlar gücü ve gerektiğinde şiddeti kullanarak sıraya girmeden suyu alıyorlardı. Bu da kavgaya sebep oluyordu. Ayrıca köyümüzde pamuk ve biber yetiştirilirdi. Bunları sularken de köyümüzde sık sık su kaynaklı kavgalar olurdu. Komşu köylerde bu tür kavgalar bazen ölümle bile sonuçlanabiliyordu.

Her köylü çocuğu gibi bunları erken yaşta görmeye ve yaşamaya başladım. İnsan-doğa ilişkisinin ne denli köklü olduğunu kavradım. Buna bir de hayvanlarla olan ilişkiyi eklemek lazım. Çok küçük yaştan itibaren kuzuların, koyunların içinde yaşadım. At, eşek ve köpekle birlikte büyüdüm. Bu hayvanların dünyaya gelişleri gibi, ölümlerini de gördüm. Ayrıca onlar benim ve ailem için sadece hayvan değildi. Aynı zamanda arkadaşlarımdı. Ailem için ise her şeydi. Hayvanlarımızın sütünden yoğurt, peynir ve tereyağı yapıyor; hem kendimiz kullanıyor hem de satıyorduk. Yününde gübresine kadar her şeylerinden faydalanıyorduk.

Dahası hayvanların kendi aralarındaki kavgayı da gördüm. Vahşi hayvanları yakından tanıdım. Kendimi başta yılan, akrep ve diğer zehirli hayvanlardan korurken, hayvanlarımı da başta kurt olmak üzere, diğer vahşi hayvanlardan korudum. Bunu yaparken en sadık arkadaşım ise köpeğim Karabaştı.
Kuzu veya koyuna giderken tabiatı daha yakından tanıdım. Geceleri yıldızları saymaya kalktım. Yıldızların anlamlarını (tabii köyümdeki anlayışa göre) öğrendim. Ayrıca köy hayatında mevsimlerin ve tabiattaki her değişimin izlemek zorundaydık. Kurak mevsimler hayvanlarımızı ve mahsullerimizi ve dolayısıyla hepimizi etkiliyordu.
Kısaca, şehirde doğmuş ve büyümüş, birinin hiçbir zaman yaşayamayacağı kadar doğayla iç-içe ve çok zengin bir çocukluk yaşadım. Elbette birçok zorluklar da yaşadım. O zamanlar şehirli çocuklara imrenirdik. Ancak bugün geriye dönüp baktığımda, hiçte pişmanlık duymuyorum. Hele hele erken çocukluk dönemimin ilk köpeği olan Karabaş’ımı hiç unutamıyorum.

İlkönce ilahiyat eğitimi, sonradan da felsefe eğitimi almışsınız. Peki çevre/ekoloji alanına ilginiz nasıl başladı?

İlahiyat eğitimimi tamamlayınca, hep bir yanımın eksik olduğunu düşündüm. Bunda ilahiyatta aldığım felsefe derslerinin de etkisi vardı. Prof. Dr. Necati Öner ve Prof. Dr. Mehmet Aydın Hocalarımın felsefeyi sevmemde çok etkisi olduğunu belirtmem lazım. Bunun bir sonucu olarak felsefe alanında önce mastır, sonra da doktora yapmaya karar verdim. Bunun içinde ODTÜ Felsefe Bölümünü seçtim.
Bir ilahiyatçı olarak bunun ne denli zor bir iş olduğunun o zaman belki de tam olarak farkında değildim. Daha mülakatta bir hocam sordu: “Neden felsefe ve neden ODTÜ? Kendi fakültende niçin devam etmiyorsun?”
O gün verdiğim cevap, sanırım sorunuza da cevap olabilir.
Kısaca şunu ifade ettim: İlahiyat eğitimi ile genelde dinler ve özelde de İslam ve İslam Düşünce Tarihine aşina oldum. Felsefe Tarihini de kısaca gördüm. Ancak esaslı bir felsefe tahsili almadığım takdirde, İlahiyat’ta öğrendiklerimin tek yönlü ve eksik olacağı kanaatine sahip oldum. Bu sebeple, felsefeyi derinlemesine öğrenmeye karar verdim. ODTÜ’yü tercih etmemin elbette sebepleri vardı. Felsefe tahsili yanında İngilizceyi de çok iyi derecede öğrenmem gerekiyordu. Bu da bir yandan birinci el kaynaklara, diğer yandan da dünyaya ulaşmamı sağlayacaktı.

Hakikaten de öyle oldu. Daha sonra başta Harvard Üniversitesi olmak üzere birçok Batı üniversitesinde ders verdim. Birçok uluslar arası toplantıya katıldım. ABD’de üç yıla yakın öğretim üyesi olarak bulundum. Bunda Felsefe tahsilim yanında, iyi derecede İngilizce bilmem etkili oldu. Dahası, birçok aday arasında beni tercih etmelerinin önemli bir sebebini daha sonra öğrendim. O da teoloji eğitimimi, felsefe ile tamamlamamdı. Böylece hem teoloji, hem felsefe tahsil etmiş birini, tek kanatlı bir meslektaşıma tercih ediyorlardı. Tabii, buna disiplinler ötesi olarak adlandırılan bir perspektiften de yaklaşabilirsiniz.
Özetlemem gerekirse, teolojisiz bir felsefe eğitimi eksik olduğu gibi, felsefesiz bir teoloji eğitimi de eksik ve tek boyutlu kalır, diye düşünüyorum.

Akademik olarak çevre sorunlarına ve çevre ahlakına ilgim ise doktoram için konu ararken başladı. Tarihin derinliklerinde kalmış ve günümüz insanını doğrudan ilgilendirmeyen felsefi bir konuyu veya filozofu çalışmak istemiyordum. 20. Yüzyılın son çeyreğinde yaşayan bana ve günümüz insanına hitap eden bir konu olsun istiyordum. Yani biraz varoluşçu bir yaklaşımım vardı. Güncel bir konu bulmak için filozofların konuyla ilgili yazılarını incelemeye başladım. Bunun için de ODTÜ ve Bilkent Kütüphanelerine gelen Felsefe Dergilerini düzenli olarak takip etmeye ve incelemeye başladım. 1992 yılıydı. Çalışmalarım sonucu ortaya çıkan konuları alt alta dizdim. İnsan-Doğa ilişkisini ele alan “çevre felsefesi” ilgimi çekti.

İnsanlığın o zaman yeni yeni fark ettiği, günümüzde ise bir kâbus gibi sonuçlarından rahatsız olduğumuz çevre sorunlarının gerçek sebepleri neydi?
İnsan-doğa ilişkisi nasıl bir ilişkiydi? İlk filozoflardan başlayarak doğa nasıl görülmüş ve kavranmıştı? Doğanın bir anlamı ve kendinde (intrinsic) değeri var mıydı?
Tüm bu sorular sonucu konumu belirledim; “The Ethical Dimension of Human Attitude Towards Nature” Yani “İnsan-Doğa İlişkisinin Ahlakî Boyutu”.

Seçtiğim konuyu ilk tez hocam Prof. Dr. Ahmet İnam’a söylediğimde tipik bir felsefeci hayretiyle karşıladı. Ben de tek tek argümanlarımı sıraladım. Çalışmalarımı anlattım. “İlginç bir tez olacak” dedi ve başarı diledi.
Sanırım bu konuyu seçmemde çocukluğumdaki insan-doğa ilişkisiyle ilgili tecrübelerimin de çok etkisi var.
Tabii, ne kadar yerinde bir konu seçtiğimi daha sonra anladım. 1998 yılında Harvard Üniversitesi “Dinler ve Çevre” başlıklı bir dizi konferans düzenledi. Bir konferansın adı da “İslam ve Ekoloji” idi. (Daha sonra burada sunulan tebliğler kitap olarak Harvard Yayınlarınca yayınlandı. İslam ve Ekoloji kitabı Oğlak Yayınlarınca Türkçeye tercüme edildi.)

Ben de söz konusu konferans için bir tebliğ hazırladım. İlk uluslararası tebliğim olduğu için üzerinde altı ay kadar çalıştım. Özellikle hocam Prof. Dr. Alparslan Açıkgenç’in değerli eleştiri ve katkısı oldu. “Towards An Understanding Of Environmental Ethic From A Qur’anic Perspective” (Kur’ani Bir Çevre Ahlakı Anlayışına Doğru) başlıklı tebliğim kabul edildi. Harvard Üniversitesine gittiğimde “Çevre Ahlakı ve Felsefesi üzerine doktora yapan ilk Müslüman” olarak takdim edilmem benim için bir sürpriz oldu. Çok da hoşuma gitti. Tezimi yazarken çektiğim tüm zahmet ve sıkıntıları unutturdu. Daha sonra gelişen hadiseler hep bunu teyit etti.

Bunlar arasında Rusya Bilimler Akademisi ve İsveç Bilimler Akademisinde davetli olarak tebliğ sunmak benim için unutulamayacak tecrübelerdendi. Daha ilginci ise SSCB’in son Başkanı ve daha sonra çevreci olan M. Gorbaçov’un başkanlığında 2002 yılında Lyon’da (Fransa) düzenlen uluslararası bir toplantıya davet edilmemdi. O zaman ABD’de misafir öğretim üyesiydim. Gorbaçov’un sekreterine sormadan edemedim: “Beni nasıl buldunuz?” diye. Cevabı kısa ve anlamlıydı: “Harvard Üniversitesi sizi önerdi” dedi. Yine bu tür toplantılarda başta Nelson Mandela, Dala Lama, Steve Rockefeller olmak üzere, birçok ünlü yazar, sanatçı ve hatta Hollywood yıldızları ile tanıştım. Bu anıların genç meslektaşlarıma yararlı olmasını umarım.

AYDINLANMA VE MODERNİTE TABİATIN MANEVİ VE KUTSALDAN ARINDIRILMASIDIR

Genel olarak dinlerin doğaya bakışı nasıl sizce? Tek tek dinleri ele alırsak neler söyleyebilirsiniz?

Dinlerin çevreye bakışı farklı olsa da, modern anlayıştan tamamen farklı olduğunu biliyoruz. Zaten aydınlanma ve modernite tabiatın manevi ve kutsaldan arındırılmasıdır. Bu anlayışa göre tabiatın kendinden başka ve kendinden öte (metafizik anlamda) hiçbir değeri yoktur. Bu da zamanla tabiatı istediğimiz gibi kullanabileceğimiz bir meta olarak görülmesine sebep oldu. Şimdi başta derin çevreciler ve radikal çevreciler olmak üzere herkes modernitenin “ruhsuz, cansız ve anlamsız” tabiat anlayışını eleştiriyor. Tabiatın bizden bağımsız ve kendinde bir değeri olduğunu savunuyor. Dahası başta kuantum, biyoloji ve çevrebilim olmak üzere gelişen bilim dalları da tabiatın son tahlilde canlı olduğunu; her şeyin birbirine bağlı olduğunu belirtiyor. İnsanı tabiatın efendisi olarak değil, onun bir üyesi olarak görüyor.
İşte bu bağlamda farklı dinlerin tabiat anlayışı dikkat çekmeye başladı. Daha doğrusu farklı dinlerin müntesipler kendi dinlerindeki çevreci unsurları fark etmeye ve keşfetmeye başladılar.

Bu konuda dünyanın belli başlı büyük dinlerinin, inanç ve geleneklerin ilginç ve dikkat çekici bakış açıları var. Konfüçyüs geleneğinde, Budizm’de, Amerikan Kızılderililerinde de çevreye duyarlı anlayışların olduğunu görüyoruz. Günümüzde dünyanın birçok ileri gelen üniversitelerinde “Din ve Ekoloji” derslerinin konulmasının temelinde bu olgu yatıyor. Ülkemizde de bu dersi ilk kez ben okuttum ve şimdilerde İlahiyat Fakültelerinde seçmeli ders olarak okutuluyor. Çevreyi anlamamızda, çevre ile ilgili sorunları çözmemizde çevre ile daha barışık yaşamamızda dünya dinlerinin bize nasıl yardımcı olabileceği; bakış açımız nasıl zenginleştirebileceği tartışılıyor. Dahası, dinlerin çevre duyarlı mesajlarının vurgulanması ve öne çıkarılması dini radikalleştirmek ve siyasi nedenlerle sömürmek isteyenlere de en iyi cevap olur diye düşünüyorum. Bırakınız fakir, yoksul, yetim ve mağdurlara yardım etmeyi; karıncaya, arıya, solucana ve tüm canlılara karşı merhameti ve şefkati öğreten bir dini anlayışta, din adına şiddet ve teröre yer olmasa gerek. Şimdi farklı dinlerdeki çevre anlayışlarına kısaca bakabiliriz.

BUDİZM VE ÇEVRE

Kadim bir din olan Budizm, başta çevre olmak üzere, sade bir hayat yaşama ve mütevazı olma gibi değerleriyle günümüz insanlarını etkilemeye devam etmektedir. Dünyanın en ünlü mankeni Kate Moss’un Budizm’in insan-çevre ilişkileriyle ilgili görüşlerinden etkilenerek, Budizm’e ve ekolojik konulara daha çok yönelmesi bu konuda sadece bir örnektir. Budizmin etkisiyle başta uyuşturucu olmak üzere tüm aşırı ve hızlı hayat tarzını değiştiren Moss; Budist bir çevreci olarak satın aldığı ürünlerin içerdiği maddelere dikkat etmektedir.
Dalai Lama Tibet’in hem dini hem de politik lideridir. Kendisi ile 1999 yılında Cape Town’da tanışmıştım. Çevre konusunda sohbet ettik. Çevreyle ilgili söyledikleri beni ve orada bulanan herkesin dikkatini çekmişti. Uzun yıllardır Kuzey Hindistan’da sürgünde yaşayan Dalai Lama çevreyle ilgili görüşlerini şöyle özetlemişti:

“Çevrenin ve doğal hayatın tahribi tamamen tabiattaki zengin canlı türlerini hesaba katmayan ve onlara karşı saygı duymayan cahilliğin, aç gözlülüğün ve saygısızlığın bir sonucudur. Eğer yaşadığımız dünyada barışı gerçekleştiremezsek ve çevreyi tahrip edişimiz bugünkü hızı ile devam ederse, çocuklarımıza ve gelecek nesillere ölü bir dünya bırakacağımızdan şüphe yoktur. Bugün uluslararası topluluk birçok krizle yüz yüzedir. Büyük insan topluluklarının açlık ve sefaletle yüz yüze kalması ve yeryüzündeki canlı türlerinin yok olması, bilim ve teknolojideki gelişmeleri gölgelemese bile, onlar kadar bir gerçektir. Uzayına fethine paralel olarak insanın cahilliğinin ve güdük anlayışının bir sonucu olarak göller, nehirler, denizler ve okyanuslar kirlenmektedir. Gelecek nesillerin hayvanların gerçek habitatları ile ilgili bir şey bilmeme tehlikesi ile karşı karşıyayız. Muhtemelen gelecek nesiller bugün yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olduklarını bildiğimiz ormanlar ve bazı hayvan türleri hakkında hiçbir şey bilmeyecekler. Bizler bu büyük tehlikenin farkında olan bir nesiliz. Bundan dolayı bir şeyler yapmak için çok geç olmadan harekete geçme somut adımlar atma durum ve sorumluluğundayız.”
Dala Lama gerçekten çok haklı. Oğlumu bir yaz köyüme gönderdim. Döndüğünde onu dinleyince çok üzülmüştüm. Çocukluğumdaki birçok hayvan türü yok olmuştu. Özellikle ölçüsüz ve bilinçsiz kullanılan tarım ilaçları ekolojik dengeye büyük zarar vermiş.

HİNDUİZM VE ÇEVRE

Kadim manevi geleneklerin en büyük özelliklerinden birisi insanı etrafındaki tabii âleme koparılamaz ruhi ve manevi bağlarla bağlı ve bu tabiatın bir parçası olduğunu öğretmeleridir.
Bu anlayışın en yaygın olduğu gelenek aynı zamanda dünyanın da en eski geleneklerinden biri olan Hinduizm’dir. Temel Hint dini metinlerinden olan Vedalar, canlı ve cansız tüm mahlûkatın aynı manevi güç tarafından kuşatıldığı bir dünya görüşünü yansıtmaktadır. Bunun bir sonucu olarak Hinduizm, kendisini evrimin çeşitli safhalarıyla gösteren ve her şeyi kuşatan ilahi hâkimiyete inanır. İnsanoğlu şu anda evrim piramidinin en tepesinde olsa da, tabiatın ve onunu çok yüzlü/boyutlu hayat şekillerinden ayrı görülemez. Tepe de olma ana ayrıcalıklı bir konum ve meşruiyet de vermez. Atharra Vedası çevreci değerlerle kokan muhteşem bir ilahiyi içermektedir. Bu ilahiden bazı alıntılar:

İçinde tahıl ve mısır tarlalarının yeşerdiği; nefes alan ve hareket eden her şeyi barındıran; denizin, ırmağın ve diğer suların yattığı yeryüzü!
Yeryüzü, anneciğim, gökyüzündekilerle uyum içinde beni güvenli kıl.
Ey hikmet sahibi! Beni şefkat ve bollukla kucakla.

Sadece Vedalar değil daha sonraki kutsal metinlerden olan Upaniştler ve Puranalarda da Hinduizm’in tabiata bakış açısı ifade edilmiştir ve tabiata hürmet ve saygıyı vurgulamaktadır. Tabiatın büyük güçlerinin- yeryüzü, gökler, hava, su ve ateş- bitkileri ve ağaçları da içeren çeşitli canlı türlerin hepsi tabiatın muazzam ritmiyle birbirine bağlanmıştır. Kutsal olan tabiatın dışında değil, içindedir. Tüm tabii fenomenlerle kendini ifade etmekte ve göstermektedir.
Hint kültünde tabiata verilen bu önemin çevre bunalımıyla yeni bir ivme kazandığı görülmektedir. Dünyadaki birçok insan bu kültürü anlamaya çalışmaktadır. Bunların başında da batılı araştırmacıların geldiği görülmektedir.

YAHUDİLİK VE ÇEVRE

Yahudiliğin çevre anlayışını Dünya Musevi Kongresi Başkan Yardımcısı Rabbi Arthur Hertzberg çok güzel özetlemektedir. Hertzberg’e göre hepimiz hayata karşı sorumluyuz ve her yerde onu korumamız gerekir:
“Hepimiz bu nazenin ve harika dünyada yolcuyuz. Dünya gemisini korumak için aynı safta ve ele ele tutuşalım. Çevrenin ve ona bağlı olarak hayatın tahrip edilmesi; hayatın zenginliğini hesaba katmayan cahilliğimizin, aç gözlülüğümüzün bir sonucudur. Eğer barış bu dünyada hâkim olmazsa, dünyanın ve çevrenin tahribi bu hızla devam ederse, gelecek nesillerin ölü bir dünyayı miras olarak alacaklarından kimsenin şüphesi olmasın.”
Çevreci bazı Yahudilerle yaptığım temaslarda, savaşa ve şiddete karşı olduklarını; Filistinlilere yapılanları kesinlikle onaylamadıklarını gördüm. Ama maalesef bu gruplar pek tanınmıyor. Radikal grupların sesleri daha çok çıkıyor ya da medyada yer buluyor.

HIRİSTİYANLIK VE ÇEVRE

Hıristiyanlığın çok farklı yorumları ve mezhepleri var. Bununla birlikte Hıristiyanların çevre anlayışını en iyi yansıtan “çevreci aziz” olarak ilan edilen 12. Yüzyılda yaşamış Asisili Fransis’tir (1181-1226). Konuyla ilgili olarak Peder Lanfranco Serrini’nin görüşleri şöyledir:
“Tanrı her şeyin iyi olmasını, gerçekten iyi olmasını istemiştir. Lüzumsuz hiçbir şey yaratmadığı gibi, lüzumlu hiçbir şeyi de ihmal etmemiştir. Böylece, birbiriyle çarpışan ve çatışan kâinatın elementleri arasında bile bir denge ve ahenk bulunmaktadır. Yaratıcı, kâinattaki tüm bu karşılıklı etkileşmeler ve değişmelerle kendi güzelliğini ve mükemmelliğini göstermek istemektedir. Tanrı’nın hâkimiyetini ve iyiliğini göstermek için yaratılan görünen her şeyin hâkimiyeti de insanoğluna emanet edilmiştir.
Katolik dünyasının müteveffa lideri Papa Jean Paul’un çevre ile ilgili görüşleri, hem Katolik dünyasının anlayışını hem de sorunuzda ifade ettiğiniz dinlerin rolünü özetlemektedir:
“Ekolojik kriz, toplumda barışın aranması manasında ele alınırsa, evrende saygı duyulması gereken bir nizamın mevcut olduğu, serbestçe seçme yeteneğine sahip insanın gelecek nesillerin mutluluğu için bu nizamın koruma bakımından ağır bir sorumluluk altında bulunduğu konuları önem kazanır. Ekolojik krizin ahlaki bir konu olduğunu tekrar etmeyi isterim. Hangi dini inançtan olursa olsun umumun iyiliğine yönelik sorumluluk duygusuna sahip erkek ve kadınlar sağlıklı bir çevrenin tesis için katkıda bulunma zorunlulukların farkındadırlar. Tanrıya yaratan olarak inanan ve böylece dünyada birlik ve nizamın varlığını kabul eden erkek ve kadınlar bu problemin muhatabı olduklarını hissetmek zorundadırlar.”

Ortodoks dünyasının dini lideri Patrik I. Bartholomeos’un da çevreye duyarlı dini bir lider olduğunu vurgulamak isterim. Her yıl dünya çevre günü vesilesiyle çevreyle ilgili mesajlar yayınlıyor, uluslararası toplantılara katılıyor ya da mesajını okutturuyor. Geçen yıl (2008) konuşmacı olarak katıldığım İsveç Bilimler Akademisince düzenlen “Dünya Su Haftası” bağlamında yapılan bir panelde konuyla ilgili tebliğini bir rahip okumuştu
Patrik I. Bartholomeos’a göre “insanlık, çoktan beridir yaradılışı koruma yönündeki kutsal emri çiğnemiş durumdadır. Bu kayıtsız ve açgözlü davranışın sonuçlarını bugün yaşamaktayız. İklimsel değişimlerin feci sonuçlarını, iç suların ve denizlerin kirlenmesini, aşırı avlanmayı, biyolojik çeşitliliğin yitirilmesini, toprakların çölleşmesini, caniyane yangınlarla ormanların yok olmasını ve daha önce yaşanmamış ölçekteki çevre felaketinin nice başka tezahürünü, duyarsız izleyiciler olarak yaşamaktayız”.
Görüldüğü gibi I. Bartholomeos öncelikle kendi cemaati olmak üzere tüm insanları çevre konusunda daha duyarlı olamaya davet etmektedir.

ÇEVRECİ BİR BAKIŞ AÇISIYLA KUR’AN

Peki Müslümanlığın bu anlamda diğer dinlerden bir yaklaşım farkı var mı?

Çevreci bir bakış açısıyla Kur’an’ı okuduğumuzda, Kur’an’ın kutsal kitaplar içinde çevreye en çok önem veren kitap olduğunu görüyoruz. Bu sadece benim Müslüman bir bilim adamı olarak ulaştığım kanaat değildir. Dünyaca ünlü çevreci bilim adamları da aynı kanaati paylaşıyor.
Bunlardan birisi şu anda Kanada’da öğretim üyesi olan Prof. Richard Foltz. “İslam’da hayvan hakları” diye bir kitabı var. İslam ve Ekoloji kitabının da editörlerinden biri. Onun da ulaştığı sonuç şu: Çevreye ve hayvanlara en çok duyarlılık gösteren ve yer veren kitap Kur’an’dır. Çevreci görüşleriyle bilenen ve özelikle sokak köpeklerine babalık yapan rahmetli Prof. Dr. İsmet Sungurbey’in Hayvan Hakları kitabı da bunun güzel bir örneği.

Bir diğer ilginç örnek ise İngiltere Kraliyet Veliahdı Prens Charles’tır. Bildiğiniz gibi Prens çok entelektüel bir zat. Anlaşılan İslam kültürü konusunda da malumatı var. Aslında imparatorluk geleneği olan devlet adamlarında benze bilgi birikimini görüyorsunuz.
Prens Charles 13 Kasım 1996’da İngiltere’deki uluslararası çalışmalarda saygın bir kuruluş olan Wilton Park’ın 50’inci kuruluş yıldönümünde vesilesiyle “İslam ve Batı Arasında Köprüler İnşa Etmek” konulu bir konferans vermişti. Burada “İslam medeniyetinin diğer bir çok din gibi (Yahudilik, Hinduizm ve Budizm) bizi kuşatan dünyanın kutsallığı konusunda daha bütüncül ve uyumlu bir bakış açısını muhafaza etmesiyle batı için önemli bir mesaj teşkil ettiğini” açıkça ifade etti.

Prens “İslami örfün, doğal düzenin zaman üstü geleneğine olan derin saygısını dikkatle izlemek yoluyla biz batıdakilere kendi anlayışımızın köklerini yeniden keşfetmek konusunda yardımcı olabileceğini düşünüyorum. İnanıyorum ki bu süreç inançlarımızı biraraya getirme konusunda yardımcı olacaktır. Bu aynı zamanda biz batıdakilerin mimari ve şehir planlamasında olduğu kadar sağlık, doğal çevre ve tarım konusunda da yeniden düşünmesine dahası, insanoğluna ve çevresine hizmet etmesine yardımcı olacaktır”.
Bu örnekleri çoğaltabiliriz. Ama gerek yok. Asıl üzüntü veren Müslüman toplumların hala bunun farkında olmamasıdır. Halkı Müslüman olan herhangi bir ülkeyi ziyaret ettiğinizde çevre konusundaki duyarsızlığı hemen görebilirsiniz. Tabii, bunun çok karmaşık sebepleri var. Bence en önemlisi Müslüman toplumlar birkaç yüzyıl sömürge altında yaşadılar. Adeta toplumsal hafızalarını kaybettiler. Bugün katıldığımız birçok uluslararası toplantıda Afrikalı ülkeler başta olmak üzere sömürge altında kalan ülkeler bu gerçeği olduğu gibi ifade ediyorlar. Batı sömürgeciliğinin olumsuz etkileri hala devam ediyor.

Sömürge altında yaşayan Müslümanlar kendi kutsal metinlerini ve geleneklerini ise daha çok “kurtuluş teolojisi” bağlamında anladılar. Onlar için öncelik ülkelerinin özgürlüğü idi. Ancak ülkelerinin bağımsızlığına kavuşmasından sonra da bu “kurtuluş teolojisi” anlayışının hala devam etmesi anlaşılır gibi değil. Katıldığım birçok uluslararası toplantıda Müslüman ülkelerin çevre bakanlarına ve eğitim bakanlarına çevreyle ilgili sorular sorduğumda tebessümle karşılandım. “Daha öncelikle sorunlarımız var. Çevre bizim için hala lüks” diyorlar. Hatta bazıları çevrenin batının bir oyunu olduğuna inanıyor. Dahası Müslümanların kalkınmak ve güçlü olmak için çevre dahil tüm doğal kaynakları sömürmesi gerektiğini bile söylediler.

Ancak ben böyle düşünmüyorum. Elbette, Müslümanlar da kalkınacak ve toplumlarının refah ve barış içinde yaşamalarını sağlayacaklar. Ama bu, Batınınkinde farklı olmalı. Materyalist Batının hatalarını tekrarlamak zorunda değiliz. Tarihe baktığımızda Müslümanların doğa ile barışık daha dengeli medeniyetler oluşturduğunu görüyoruz. Buna Osmanlı örneğinde döneceğiz. Şimdi yeryüzündeki tüm Müslümanlar için kutsal temel metin olan Kur’an’a çevreci bir gözle bakalım.

Ama öncelikle Mehmed Akif’in tevekkülü tembellik ve miskinlik olarak anlayan Müslümanlara verdiği çok etkili cevabı bu bağlamda hatırlatmak isterim:
Görürsün, hissedersin varsa vicdânınla îmânın:
Ne müdhiş bir hamâset çarpıyor göğsünde Kur'ân'ın!
O vicdan nerdedir, lâkin? O îman kimde var? Heyhât!
Ne olmuş, ben de bilmem, pek karanlık şimdi hissiyyât!

M. Akif haklıdır. Osmanlıyı çöküşe götüren öncelikle çarpık din anlayışı ve bunu takip eden yozlaşmadır. Bugün de Müslüman toplumların tabiat, çevre, nesli tükenen hayvanlar, küresel ısınma gibi konulardaki “hissiyatı”; duyuş ve kavrayışı çok müphem ve karanlık görünüyor. Bu sebeple olsa gerek, yabancı araştırmacıların bile itiraf ettikleri Kur’an’daki canlı ve anlam dolu “tabiat” anlayışını yeterince önemsemiyorlar. M. Akif bugün olsa çevre konusunda duyarsız Müslümanlara da şunu derdi diye düşünüyorum:
Görürsün, hissedersin varsa vicdânınla îmânın:
Ne müdhiş bir [çevre şuuru] çarpıyor göğsünde Kur'ân'ın!

Tekrar konumuza dönersek, her dinin müntesiplerine bir dünya görüşü sunduğunu yukarıda ifade etmiş ve örnekler vermiştik. İslam dini de müntesiplerine çok farklı bir âlem anlayışı sunar. Bunun en müşahhas örnekleri Mekke’de inen ilk Kur’an ayetleridir. İslam öncesi Araplar için tabiat, “anlamsız, ruhsuz ve anlamsız” bir varlık iken, daha Kur’an’ın ilk ayetlerinden itibaren, yaratıcısının kudretini, ilmini, iradesini, celâl ve cemâlini yansıtan muhteşem bir kâinat tablosu sunulur: Bu kâinatta her şey anlam yüklüdür; kendisinden ötesine işaret eden bir ayettir; O’nun hakkında bir belgedir.” Bu nedenle Kur’an’ın ayetleri ile ufuklarda ve insanın nefsinde ortaya çıkan ayetler arasında tam bir örtüşme vardır.

Bakara suresi 164. ayette, inanmak için Hz. Peygamberden mucize isteyenlere “göklerdeki ve yerin derinliklerindeki” mucizelere bakmaları istenir. Buna göre, yıldızlarda, güneşte, ayda; denizlerde yüzdürülen gemilerde, kuşlarda, hayvanlarda her şeyde “O’nu gösteren” ayetler, işaretler var. Bunlara bakılması ve farklı bir şekilde okunması istenir. Mucizelerle dolu bir âlemde yaşıyoruz. DNA’nın yapı taşlarının anlaşıldığı, içinde yaşadığımız âlemle ilgili bilgilerimizin insanlık tarihinde görülmemiş bir şekilde arttığı bir zamanda yaşıyoruz. Tüm bu birikime “âlemin Yaratıcısı ve Sahibi, ondaki düzen, ölçü ve güzelliğin devam ettiricisi (sürdürücüsü)” açısından bakıldığında bu mucizeler daha iyi anlaşılacaktır.

Kur’an oluşturduğu ve tarihin en ihtişamlı medeniyetlerinden birisi İslam medeniyetidir. Bu medeniyet önce Şam’a, sonra Bağdat, Endülüs, Kahire Konya, Bursa, Edirne ve İstanbul’a damgasını vurdu. Buna İsfahan’ı Tebriz’i ve Hindistan’ın bazı şehirlerini de ekleyebilirsiniz.
Bu medeniyetin oluşturduğu insan–tabiat ilişkisi diğer medeniyetlerden farklıdır. Bundan dolayı da, İslam medeniyeti bağlamında baktığımızda şu soruların dikkatle irdelenmesi ve cevaplanması gerekmektedir:
•Tabiatın ve etrafımızdaki çevrenin anlamı nedir?
•İnsanın tabiattaki yeri nedir?
•İnsan-tabiat ilişkileri nedir?

İslam’ın bu sorulara verdiği cevaplar, onu diğer medeniyetlerden ayırmakta ve özgün niteliğini vermektedir. Ya da İslam medeniyetinin bu sorulara verdiği cevaplara bakıldığında diğer medeniyetlerle ayrıştığı, örtüştüğü veya onlardan etkilendiği noktalar daha iyi anlaşılacaktır. İslam’ın ilk şairlerinden Lebid Kur’an’ın âlem anlayışını iki beyitte özetliyor:
“Kâinatın satırlarını derinden düşün;
Çünkü onlar sana Mele-i A’lâdan [Allah’tan] gelen mektuplardır!”

Kâinatın ve etrafımızdaki her şeyin Allah’tan bize yazılmış mektuplar olarak görmenin çevre açısından ifade ettiği değeri okuyucuların dikkatlerine ve takdirlerine bırakıyorum. Zira bizler bir sevdiğimize ait mektubu veya başka bir nesneyi öncelikle itina ile saklamaya ve korumaya çalışırız. Maddi değerinden çok, manevi değer ve anlamını düşünürüz. Bir ömür boyu bu tür mektupları itina ile saklar ve koruruz. İşte tam da bu bağlamda, etrafımızdaki varlıklara bakalım. Onların bize sağladığı fayda ve çıkarların ötesindeki anlamını anlamaya çalışalım. Onlardaki ilahi boyutu görmeye çalışalım. Norveçli çevreci düşünür Arne Naes’ın dediği gibi “derin çevreyi” anlamaya çalışalım. İşte o zaman çevre bilinci uyanmaya ve güçlenmeye başlar.

Kur’an’ın âlem anlayışının ilk ve en muhteşem örneği olan Hz. Peygamber’in hayatına bu açıdan bakmamız lazım. Peygamberimizin öğretilerinin bu boyutunu iyi vurgulamak ve dinamik tutmak çevre bilincinin toplumumuzda gelişimi açısında çok önemli olduğuna inanıyorum. Zira Hz. Peygamberin bu konudaki öğretileri konusunda yeterli çalışma olduğunu söyleyemem. Hâlbuki o, bir rahmet ve şefkat peygamberidir. Bir kuşun yuvasını bozan askerini uyararak “derhal o yavruyu götürüp yuvasına koymasını” söylüyor. Onu yerine koymadıkça ibadetlerinin kabul olmayacağını vurguluyor.

Aslında daha Kur’an’ın ilk inen ayetlerinde insanın “Yaratan ve Kerem sahibi olan Rabbin adı ile okuması” istenir. Bu sadece yazılı bir metni, kitabı veya ezberden bir şeyi okumanın çok ötesinde bir “oku”maya çağrıydı. İslam öncesi Arap toplumunun âlem tasavvuruna göre “cansız, ruhsuz ve anlamsız olan âlem, bu yeni “okuyuşla” yeni bir anlamlar kümesine kavuşur. Mekke döneminde gelen ayetler, Kur’an’ın âlem anlayışında yaptığı bu köklü değişimi gösteren örneklerle doludur.

Ancak inen ilk ayette geçen “Rab” ve “Kerem” kavramları çevreci bir bakış açısıyla ele alınınca anahtar kelimeler olduğu görülüyor. Buna göre içinde yaşadığımız âlemin bir sahibi ve efendisi var. Ve bu efendi kerem sahibidir. Yani etrafımızdaki bütün varlıkların, tabiatta var olan ve bizim kullandığımız her şey, Kur’an diliyle ifade edecek olursak, birer nimettir. Bu âlemin sahibinin bizlere ikram ettiği ve sunduğu nimetlerdir.

Bu açıdan bakılınca Kur’an diliyle yağmur, rahmettir. Su hayatın kaynağı olup, en büyük nimettir. Bağlar, bahçeler etrafımızdaki hayvanlar hepsi Allah’ın rahmetinin somut örnekleridir. Bulut görevlidir. Bu nedenle Allah, ısrarla bulutların sevkinden, dağların dik duruşundan, yıldızların hareketlerinden, gemilerin bir kuğu gibi denizlerde akıp gitmesinde, hayvanların yaratılışından anlam çıkarmamızı ister. Anlamak için de Kur’an’ın bize öğrettiği şekliyle bunları okumamız gerekir. Dindar bir insanın günlük hayatında Fatiha’yı okurken en az kırk kez “Âlemlerin Rabbini” hatırladığını ve ona teşekkür ettiğini unutmayalım.

Yine başka bir ayette “Yüzünüzü nereye dönerseniz dönün Allah oradadır” buyruluyor. Buna göre “Allah her şeyi ihata etmiştir”. Böyle bakıldığında bütün çevremizin Allah tarafından kuşatıldığı yani manevî bir çevrede yaşadığımız görülür. Bunun psikolojik olarak çok büyük anlamı vardır. Birincisi; bu âlemde yalnız değiliz. Etrafımızdaki bu varlıklar ve âlem cansız değil, hiçbir şey tesadüfen olmuş değil. Darwinci evrim teorisinin eski cazibesini yitirdiği görülüyor.

Dünyanın şu andaki en yaşlı ve en tutarlı ateist filozofu Prof. Antony Flew geçen yıl bütün bilim dünyasına DNA’lar üzerinde yaptığı araştırmalardan sonra evrimin evreni açıklamada yetersiz kaldığını bundan dolayı da ancak bir Tanrı’nın âlemi yaratabileceğine inandığını ifade etti. Âlemin muhteşem ve girift yapısını daha yakından anladıktan sonra ulaşılan bu sonuç önemlidir. Bu, çevre açısından da çok önemli bir tespittir.

Çevremizdeki her şey belli bir düzen, ölçü, güzellik ve anlam için yaratılmış. Rahman suresinin ilk ayetlerinde muhteşem bir âlem tablosu sunulur. Aslında Rahman suresi tek başına Kur’an’ın sunduğu âlem anlayışını muhteşem bir şekilde bize özetler. Buna göre “Kur’ân'ı öğreten, insanı yaratan ve ona beyanı [kendini ifade etmeyi] öğreten” Rahman olan Allah’tır. “Güneş de ay da bir hesap ile” hareket etmekte, bitkiler ve ağaçlar [Ona] secde etmektedirler. Göğü yükselten ve mizanı[ölçüyü] koyan da O’dur. Âlemin esası bir ölçüye dayandığından insan “Sakın tartıda taşkınlık etmeyin. Tartıyı adaletle yapın, terazide eksiklik yapmayın” diye uyarılır.

Devamında da dünyanın ve içindekilerin sadece insan için yaratılmadığı, bütün canlılar için yaratıldığı ifade edilir. Başta “meyveler, salkımlı hurma ağaçları olmak üzere, “yapraklı tanelerin ve hoş kokulu bitkilerin” hepsinin Allah’ın nimeti olduğu vurgulanarak, “Rabbin nimetlerinin inkar edilmemesi” konusunda insanoğlu tekrar tekrar uyarılır. Bütün bu nimetler ve uyarılar çevreci bir bakış açısıyla değerlendirildiğinde, Mehmet Akif’in sözleriyle

“Kur’an’ın kalbinde nasıl bir çevre anlayışının” yattığı daha açık görülür.
İsra suresinde “Âlemdeki her şey O’nu tesbih eder” buyruluyor. Klasik dönemin en büyük Kur’an yorumcularından kabul edilen Zemahşeri’den, çağdaş yorumcu Elmalı Hamdi Yazır’a kadar birçok tefsire baktım. Elmalı Hamdi Yazır’ın büyük ölçüde bu tefsirlerdeki görüşleri benimsediği görülüyor. Elmalı’ya göre bu ayeti iki şekilde anlamak mümkün. Birincisi; her şey hâl lisanıyla, yani beden diliyle Allah’ı tesbih eder. İkincisi ise; her şey kendi diliyle Allah’ı tesbih eder fakat biz onu anlayamıyoruz. Hamdi Yazır ikinci görüşü tercih ediyor. “Kuşlar, böcekler rüzgâr her şey Allah’ı tesbih ediyor, ama biz şimdilik onu anlayamıyoruz” diyor.

Yine Kur’an’da bu konuda başka ipuçları var. Davut (a.s.)’un duasına kuşlar, dağlar iştirak ediyor, onun gibi tesbih ediyor. Kur’an bize, Süleyman (a.s)’ın, karıncaların kendi arasında konuşmasını işittiğini söylüyor. Her şeyin kendine ait bir dili, bir konuşması var. Hamdi Yazır’ın tabiriyle onların kendi aralarındaki iletişimlerinin bir mantığı var. Biz sadece şimdilik bunu anlamıyoruz. İnsanlık belki bir gün gayret sarf ettiği takdirde bu dili anlayacaktır.
(Devam edecek)