İskilipli'den bahsedince Said Nursi duygulandı

İskilipli'den bahsedince Said Nursi duygulandı

İskilipli Atıf Hoca hakkında bir kitap yazan Dr. Mehmet Sılay’la gerçekleştirdiğimiz röportaj...

Röportaj: Dursun Sivri - Risalehaber

Sunum:
Dr. Mehmet Sılay 1949 Hatay Kırıkhan doğumludur. İlk ve Orta öğrenimini Kırıkhan ve İskenderun Lisesinde, Üniversiteyi İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp fakültesinde tamamladı. Üroloji ihtisasını Almanya’da, askerliğini Erzincan’da yaptı.
İskenderun Devlet Hastanesi Başhekimliği ve 20. Dönem milletvekili olarak görev yaptı.
Türkiye Yazarlar Birliği, Sınır tanımayan Doktorlar Grubu, Cansuyu Yardımeli dernekleri ve Hilal Tv. Ankara temsilciliği gibi görevleri yürütmektedir.
Aktif faaliyetlerin yanında üretken bir yazardır. Eserleri: Hatay Evliyaları, Antakyalı Habip, Belen Debendi, Bereketli Hilalde Aleviler, Tünel Faciası, Yüzyılın Depremi, Mecliste Merve Olayı, Parlamentodan Haber. Ayrıca on konu başlıklı seyahatnameleri var.
Bu röportaja konu olan, şapka hakkında yazdığı kitap yüzünden idam edilen İskilipli Atıf Hoca hakkında yazdığı son kitabıdır. Üzeri hâlen açılmamış olan, bazı tarihçi yazarların kıyısından köşesinden birçok eser yayınlandı. Bu eser de yakın tarihe ışık tutan çok önemli bir belgesel niteliğinde.
Kısa özgeçmişini kitaplarından yukarıya aldığımız Sayın Dr. Mehmet Sılayı bir de kendi ağzından tanıyalım istedik.

Efendim Mehmet Sılay’ı kendi ağzından kısaca tanıyabilir miyiz?

Hatay’ın Kırıkhan İlçesine bağlı bir köyde doğdum. Babam merhum Mesrur Sılay köyün imamıydı. Üç beş yaşında iken Namaz surelerini, Kur’an okumayı öğrendim. Hafızlık için başladığımın birinci yılında babam beni okula kayıt yaptırmak istedi. Kur’an harflerini okuduğum için Latin alfabesini öğrenmem çok kolay oldu. Babam o zaman Kırıkhan Müftüsü. Okul müdürüne diyor ki, “benim oğlum dördüncü sınıftan başlasın”. Müdür olmaz diyor ama üçüncü sınıftan başladım.

mehmet_silay_haberici.jpg

BABAM RİSALE-İ NUR’U HATAY’A GETİREN İLK ADAMDI

Babam köy imamlığından çalışıp çabalıyor, Ankara’da sınava giriyor müftülüğü hak ediyor. Önce Ankara’da vaiz sonra İlk müftülük görevi Kahramanmaraş’ın Pazarcık’a, daha sonra Kırıkhan müftülüğüne tayin oluyor ve 25 yıl müftülük yapıyor.

Babam imamlık döneminde Bediüzzaman’dan haberdar oluyor. Arada bir seyahate gider birkaç gün sonra gelirdi. Bediüzzaman neredeyse oraya gider birkaç saatliğine görüşür dönerdi. Geldiğinde Risaleler getirir, esnafı ziyaret eder onlara okurdu.

Marmara İlâhiyat Fakültesi hocalarından Emin Işık Bey, babamı Risale-i Nurlar’ı Hatay’a ilk getiren adamdır der.

Bugün halen Kur’an Kursu ve Risale-i Nur hizmetleri ile meşhur soyadı ile müsemma olmayan yumuşak huylu, mütevazi Ali Sert Hoca’nın hem hocası hem de Risale-i Nurları tanıtan kişidir. Ali Sert hoca bir hatırasında “ Kırıkhan’da yirmi yıl Müftülük yapan Mesrur Sılay hocam” diye sitayişle bahseder.

İlk, orta ve lise tahsili sonrası İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi tahsil dönemi başlıyor.

Hangi yıllar üniversite tahsil yıllar?

1965 – 1972 arası

“ÖNCE ON OKU BİR YAZ… SONRA ON YAZ BİR NEŞRET… SONRA ON YAZ ON NEŞRET” PRESİBİ

Siz de altmış sekiz kuşağı gençlik hareketlerinin içinde yer aldınız galiba o zaman?

O zaman milliyetçi muhafazakar grup vardı. “Ülkücü” veya “Milli görüşçü” gibi şeyler yoktu. “Milliyetçi – Mukaddesatçı...” Yani anti-komünist bir grup vardı. Milli Türk talebe Birliğinde kendimize yer bulurduk. Ama buna rağmen Erzurumlu Nurettin Topçu hocayı ve onun çevresindeki insanları tanımam, benim için bir lütuftur. Orada iki kardeş Hüseyin ve Hüsrev Hatemiler, biri tıpta, biri hukukta okuyorlardı... Daha sonra aziz hemşehrimiz merhum Reyhanlı’lı Cemil Meriç’in evine giderdik. Kendisi komünist olduğu halde, sırf yerli ve milli olduğu için Kemal Tahir'in evine de giderdik. O da bir Osmanlı hatırasıdır. Herkesle temas kurardık, kapatmazdık kendimizi. İlk araştırmalara orada başladık. Deneme yazılarımızı yazdık. Ama önce okuttular. Zaten Mehmet Akif'in bir tekniği varmış efendim. “Önce oku. Çok oku. Hatta on oku, bir yaz. Daha sonra on yaz, bir neşret.” Sonra üçüncü etap: “On yaz, on neşret.” Çünkü önce benzemeye çalışıyorsun. Mesela Necip Fazıl'a veya o günün yazarlarına. Mesela Kemal Tahir'e... Realist yazılar dökülüyor kaleminden. Bazen konuşurken bile konuşulmaması gereken şeyleri yazanlar var. Kimi örnek aldıysan onunla başlıyorsun ama daha sonra kendi kimliğini buluyorsun.

Erzurumlu Nurettin Topçu büyük bir fikir adamıydı. Bir cümlesini okuduğunuz zaman anlamanız çok zor. Bir daha okurduk. “İradenin Davası” diye bir kitabı var efendim. Üç defa okuyup çizmişimdir cümlelerin altını. Kurşun kalemle, kırmızıyla, maviyle.

mehmet_silay_haberici-(1).jpg

Nurettin Topçu’nun daha sonra Bediüzzaman'la da görüşmesi var. Hatta sürgüne gitmiş kırklı yıllarda...

Nurettin Topçu önce İzmir'e gitmiş. Orada bir dergi çıkarmaya başlamış. Mevcut ideolojiye karşı bir fikir dergisi. Altıncı sayıda bir yazısı var onun. “Çalgıcılar Ankara'da toplandı” demiş. Böylece ona bir sürgün gelmiş. Denizli'ye sürgün edilmiş. Hani diyoruz ya “Hayrihi ve şerrihi minallahi tealâ” imanın şartlarından, hayır ve şerrin Allah'tan geldiğine iman ediyoruz. Bu sürgünde hayra dönmüş. Denizli'de Bediüzzaman’la karşılaşmış. Bütün duruşmalarında bulunmuş. O zaman onu ziyaret edenler dahi fişlenirmiş. O da öğlen üzerini beklermiş. Herkesin yemeğe gittiği zaman “tak” çıkarmış yanına. Ve oturur konuşurmuş. Sohbetin sonuna doğru Bediüzzaman onun imanıyla alakalı dualarda bulunurmuş. Ve dermiş ki: “Ben öğretmenlere küskünüm, dargınım. Çünkü burada 47 adet medrese vardı. Hepsi kapandı.” Yani onların sahip çıkması lazımdı anlamında diyor.

Az önce de ifade ettiğim gibi Nurettin Topçu, Necip Fazıl, İsmail Danişmend, Ali Nihat Tarlan, bunlarla tanışmak bize bir yol haritası kazandırdı.

Hemen konuya girersek. Necip fazıl'ın yazdığı “Son dönem Din Mazlumları” arasında Bediüzzaman Said Nursi gibi, Süleyman Hilmi Tunahan gibi isinler vardı. Bir de İskilipli Atıf Hoca vardı. Ben ilk defa orada duydum, okudum. İdama gitmeden evvel rüyasında Resulullahı görmüş. Resulullah O'na sitem etmiş: “Bize katılmayı neden erteliyorsun Atıf ?” diye. Atıf Hoca tekbirle uyanmış ve Üç Aliler'in hazırladığı infaz divanına savunmasız gitmiş.

İSTİKLAL MAHKEMELERİNDE HAKİM YOK CELLAT VAR

Üç Aliler kimlerdir biraz açıklar mısınız?

İstiklal Mahkemelerinin cellatlarıdır bunlar. Hâkim değildirler. Burası çok önemlidir. Hukuk tahsili yapmamışlar. Meselâ Ben doktorum. Benden hâkim olmaz. Toprak hukuku, aile hukuku hakkında bir şeyler söylemezsem mazurum. Ama bu insanlar atanmış milletvekilleri, Türkiye Meclisinde Afyon Milletvekili Ali Çetinkaya, nam-ı diğer “Kel Ali” şu an anayasa mahkemesi üyesi Osman Paksüt'ün dedesi... Bu adam aynı zamanda Kars Fatihi Halit Paşa’yı vuran adam... Katil yani... Katil ama el üstünde…

İkinci adam da Kılıç Ali. Aytemur Kılıç'ın babası. Bu da Milletvekili o zaman. Asker kökenli...
Üçüncüsü Reşit Galip pratisyen tıp doktoru... Bunlar mahkemede.. Biri reis... Bir tek müdde-i umumi (savcı) Necip Ali... Mahkeme safahatı için söylüyorum. Tek hukuk tahsili görmüş olan savcıdır. Ama diğerleri hiç biri mahkeme reisi de dahil, hakim bile değiller. Ama öyle bir yetki var ki bunlarda Nurettin Topçu'nun kendi ifadesine dayanarak söyleyeyim : “27 Mayıs'da Başbakanı asanlar, İstiklal mahkemelerinin, karar mercilerinin yanında cübbeyi çıkarmışlardır. İstiklal mahkemelerinde hakim yoktur, cellat vardır.”

Az önce bahsi geçtiği gibi “Önce sanığın infazına, sonra şahitlerin dinlenmesine...” gibi kararların çıktığı bir mahkemedir. Öyle ilginçtir ki 1920 de kurulmuş, 1927 de görevi bitmiş. DGM gibi... Nuh Mete Yüksel'in içinde bulunduğu mahkemeler gibi... Bunlar olağanüstü mahkemeler. Ama tarihin asla affedemeyeceği büyük yaraların açıldığı mahkemeler. Hatta bunlar mahkeme de değil... Efendim 1920-1927 yılları arasında Türkiye Nüfusunun diğer yıllara oranla hapishanelerin ağzına kadar dolu olduğu bir dönemdir.

Mesela Ulucanlar cezaevi bir at harasıdır. Osmanlı döneminden kalma at harasıdır. Bir ucu Ankara hastanesinde, diğer ucu Ankara kalesinin surlarına kadar dayanır. Orayı cezaevi yapmışlar. Oranın kadrolu celladı Keskinli Kara Ali... Tasvir-i Efkâr gazetesinde O’nunla yapılan bir röportaj var. Normalde eldeki istiklal mahkemesi zabıtlarında 2440 adet insan infaz edilmiş. Ama bu Kara Ali diyor ki: “Sadece ben kendim 6500 küsur ip çekmişim.” yani eğer İstiklal Mahkemelerinin arşivleri eğer dijital ortama aktarılıp, açılmazsa, bu dönem Türkiye'nin en karanlık dönemidir. Bu dönemde “At izi, it izine” karışmıştır. Bunların açıklanması lazım.

O zaman mahkemeye girmeden birçok insan infaz edilmiş. Verilen sayı dışında kalan insanlara ne oldu?

Mesela aynı tarihte biri 25 Aralık ayından 26 Ocak'a kadar bir ay Ankara cezaevinde yatmış. Bir haftada idam edilmiş. 4 Şubat’ta... Bir hafta dört duruşma ve idam kararı... Bunun temyizi yok, itirazı yok, avukatı yok, Hammurabi kanunlarında bile böyle bir şey yok. Bir savunma hakkı var insanların.

İSTİKLAL MAHKEMESİ REİSİ BİLE HUKUKÇU DEĞİLDİ

İskilipli Atıf Hocanın infazına kadarki safahat nasıldır? Yani bir duyuma göre bir kitap yazmış, o sebeple idam edilmiş.

TBMM Adalet Komisyonu Başkanıyla az önce görüştük. Ben ona da dedim: “Listenin dışında nehir yayınlarında yayınlanmış 6 ciltlik bir eser var. İslam Hukuku... İskilipli Atıf Hoca’nın. Hayreddin Karaman da bu şehit hemşerisinin kitabına bir önsöz yazmış iki buçuk sayfa. Onu bulun lütfen. Bulalım.” Bunun dışında başka bir eser daha var: “Amme Tefsiri” yayınlanmamış daha...

İskilipli Atıf Hoca bu günkü YÖK Başkanlığına denk görevler yapmış bir insan. Yani Türk Medaris Müfettişi. Medrese üniversite demek o zaman. Tüm Osmanlı toprakları içerisinde Trablustan, Bosna'ya, Makedonya'ya, Filibe'ye, Kırım'a kadar ne kadar medrese varsa hepsinin kontrolü onun elinde. Yani bugünkü karşılığı olarak izah edecek olursak YÖK Başkanı... Ondan sonra o makamda Umum müdürlüğü yapmış. Yalnız İstanbul Fatih medrese mezunu değil, aynı zamanda İlahiyat mezunudur. Kabataş Lisesinde lisan öğretmenliği yapmış.

O zaman şimdiki gibi sömestr gibi tatiller yok. Kitap geçme var. Akaid, Sarf, Nahiv, Faraiz ne varsa artık, kitabı bitiren geçiyor. Bitiren icazetini alıyor.

İkilipli Atıf Hoca Çorum'un İskilip İlçesine bağlı bir köyünde dünyaya geliyor. Orada başlamış iki yıl Kur'an eğitimine ve hafız oluyor. Ondan sonra İskilip'e geliyor. İskilip tıpkı Amasya ve Antakya gibi bir kültür kenti o zaman. İskilip'te Cacabey Medresesinde, İskilipli Müderris Ahmet Hoca'dan da icazet almış. Köye dönüyor ama o artık öyle dolmuş ki, köy onu doyurmuyor. Diyor ki: “Ben İstanbul'a gideceğim. İstanbul Fatih.” Sonra ağabeyi Çankırı üzerinden İstanbul'a getiriyor. Yedi yıl boyunca babasının geri dön çağrısı bulunan mektupların hiç birini açmadan ilim tahsiline devam eden bir insan bu. Maşallah hafızlığı da mükemmel... Kendi çalışıyor, kendi okuyor.

Bir ağa çocuğu... Akkoyunlu'lardan Mehmet Ali ağanın oğlu... Konak var. Bütün garip guraba orada beslenir. Anne tarafı da çok ilginçtir, Hattaboğlu ailesinden Karamanlı... Şu anda beş altıncı nesil dedesi Arap Dede... Çorum Kartal Dağında medfun türbesi vardır. O da kalkmış Mekke-i Mükerreme’den, Orta Anadoluya tebliğ ediyor. Böyle bir aileden gelmiş anne tarafı. Hatta akrabaları Cidde'de yaşıyor şu an. Karamanlı hanım'da İskilipli Atıf Hoca henüz altı aylıkken vefat ediyor. 

mehmet_silay_haberici-(2).jpg

“BEDİÜZZAMAN'IN KABRİ NERDEYSE, ATIF HOCA'NIN KABRİ DE ORADADIR”

İskilipli Atıf Hoca çalışmanızda geçmişe ait birçok örtülü olayın açığa çıkmasını sağlayacak yönler var. Tarih kitaplarında yazılmayan var kitapta. Şimdi yazmanız, yazabilecek iklimin oluşmasından mıdır? Yeni bilgiler var mı kitapta?

Aynen ifade buyurduğunuz gibi, uygun ortan oluştuğu için yazmaya başladık biz bu kitabı. 2009'un Aralık ayında ilk defa dediler ki: “Doktor artık bunu gündeme taşı.” Ve kameramanda gönderdi arkadaşlar. Anadolu Ajansından gelenlerle gittik köyüne. Efendim aslında 1998 senesinde bu düşünce başladı.

Benim gelinim İskilipli... Başörtüsü sebebiyle okuyamadı. Oğlum daha önce bitirdi fakülteyi. Son iki yılını, internete girdi, Medical Centrum'un Ankara Tıpla anlaşması varmış. Yani buradaki orda devam edebilir. Oradaki burada devam edebilir. Yazışmalar sonunda orası kabul etti. Ve oğlum hanımıyla beraber yurtdışına gitti. 13 sene oldu...

Şimdi biz İskilip'e gittik. Tabi dünürümüz de tanıyacak. Ona gittik: “İskilipli Atıf Hoca nerede acaba?” diye sordum. “Kelebekler Sonsuz Uçar.” diye bir film vardı. O iki yerden esinlenerek çekilmiş. Bir de tabi mazlumun yanında olması lazım, içimizde var olan eğilim bu.

Dediler ki: “Burada değil.” Hemen başladık o an araştırmaya. 1998 yılı bu. Mehmet Doğan'a (Yazarlar Birliği Başkanı) telefon ettim, “Kardeşim şu an İskilip'teyim. Kaldırım kenarındayım. Nerede İskilipli Atıf Hoca?” dedim.

Dedi: “Bunu Mesut Uçakan’a sor.” Hemen onu aradım. O da bir film çekmiş montajıyla ilgileniyor. “Mesut kardeşim sen filmini de çektin, nerede bu Atıf Hoca?” diye sordum.
Bana dedi ki: “Ağabey, Bediüzzaman'ın kabri nerdeyse, Atıf Hoca'nın kabri de oradadır.” Benzetme çok ilginç tabi. Dedim ki: “Demek mevcut ideoloji, bu âlimlerin bırakın dirisinden, ölüsünden bile korkuyorlar.” Bu olmaz ki ya. İnsan buna isyan eder yani...

İSKİLİPLİ ATIF HOCA’NIN KABRİNİ BULDUM

Hür Adam filminin yapımcısı Mehmet Tanrısever “Bediüzzamanın kabrini biliyorum ama söylemem” dedi. Mesut Bey de öğrenmiştir belki…

Birkaç bilen kişi var elbette. Fakat Üstad kabrinin bilinip türbe olmasını istememiş. Biz aynı saygıyı gösteriyoruz. Şimdi ben on sene boyunca araştırdım İskilipli Hoca'yı. Ve buldum.

İSKİLİPLİ ATIF HOCA'DAN BAHSEDERKEN, BEDİÜZZAMAN GÖZLERİNİ SİLİYOR

Nasıl buldum? Aramızda adli tıp'tan hocalar var. Müftülükten var. Milli Eğitim'den kardeşler var. Özel koruma amirliğinde var. Allah hepsinden razı olsun. Tabi emekli olanları kastediyorum.
En son rastladığımız biri var ki, zabıt katibi... İskilipli Atıf Hoca'nın her duruşmasında bulunmuş. İnfazında bulunmuş, defninde bulunmuş. Ama şimdi vefat ettiyse Allah rahmet eylesin. Hayatı boyunca Cuma geceleri gidip, Fatiha okumuş kabrinde.

Efendim Mamak Kabristanı var. O zaman her semtin kabristanı var Ankara'da. Mamak'taki kabristan da karışık kabristan. Yani bir tarafta Müslümanlar, diğer tarafta Ermeniler var... Bir de Karabük'ten geldi, Hatay'dan geldi, oradan geldi, buradan geldi ama üzerinde kimlik yok. Öldü ama arayanı soranı yok. Kim olduğunu öğrenemeden, tabi daha fazla tutamazlar o şekilde, onların gömüldüğü Garipler Mezarlığı var. Şimdi o kabristanın yanı Şafaktepe Parkı... Bir tarafında da Askeri Şehitlik var. Ortasından geçen yol da aslında onun bir parçası...  
Son görüştüğümüz o şahıs hayattayken önceleri kandil geceleri yanına gidiyor. Diyor ki: “Bu büyük bir alim. Zulme uğramış. Ve arayanı soranı da yok.” Çünkü zor günler. Kimse sahip çıkamıyor.

Bakın Sungur ağabeyin Bediüzzaman'la ilgili anlattığı bir şey var. Bediüzzaman’ın huzurunda konuşurken, İskilipli Atıf Hoca'dan bahsederken, Bediüzzaman gözlerini siliyor. Bunu Sungur ağabey anlatıyor.

Mustafa Sungur Ağabey nasıl anlattı bu konuyu?

Mustafa Sungur Ağabey 01. 06. 2003 tarihli sohbetinde konuşuyor. Necip Fazıl'ın Büyük Doğu Dergisinde neşredilen İskilipli Atıf Hoca'nın başına gelenleri anlatan yazıyı Sungur ağabey Üstad'a okumuş. “Bir ara baktım Üstad gözyaşlarını siliyor.” diye. Dergiden bir bölüm okuyayım. “Atıf Hocaya uygulanan bu zulüm yakın akrabalarına da teşhir edilmiştir. Ve el an hayatta olan zat Bediüzzaman’la 1950'li yıllarda bir sohbetimizde İskilipli Atıf Hoca’nın yakın bir akrabasıyla tanıştığını anlatmıştır. Abdülmecid isimli bu zatın el parmaklarının onunda da tırnak yoktu. Hepsi çekilmişti. Sebebi mi? Atıf Hoca'nın soruşturması sırasında işkence edilmiş.

Neyse biz araştırmaya devam ettik. Elimizde de belge olarak, yani bilgi olarak son dönem kaynaklar var. Akrabalarını bulduk. Akrabalarının hiç haberi yok. 1954 yılında bir haber gitmiş bütün köye. Gecekondular yıkılacak. Başkent büyüyor. Demişler ki: “Mamak kabristanı, Gülveren tarafında yeni bir yer tahsis edildi, oraya taşınacak. Gelin kabrini açın. Kemiklerini alıp oraya defnedeceğiz. Hoca'nın bir yeğeni var. Diyor ki: “Köye böyle haber verdi ama biz korktuk gidemedik. Neredeyse orda kalsın. Biz Fatiha’mızı, Yasin’imizi buradan okuyalım.” Konuyu dallandırmayayım daha fazla diyorlar.

Şimdi görüştüğümüz kişi oğluna da demiş: “Bu çok zulme uğrayan insanlardan biri. Kaybolmasın. Gel sen de bana yardım et.” Bir taş koymuş başucuna. Ne yazı var üstünde ne bir şey. O şekilde yıllarca gidip gelmiş ziyaretine. İşte o şahsı bulmak, bizim için bir nimet oldu efendim.
“Ben hanımı alıp gidiyordum. Bizim tehlikesiz insanlar olduğumuzu anlamaları için gene aylar geçti.” diyor. En son yerini gösterdi. “Burası” dedi. Birlikte gittik. 2005 yılında bize yerini göstermişti. Doğru mu değil mi bilmiyoruz. Çünkü alana toprak serilmiş. Üzeri çimle örtülmüş. Eski ağaçlara dokunmamışlar. Çünkü park yapacaklar. Geriye de yenilerini dikmişler.

Yanılmıyorsan eski bir yabani badem ağacı, onun iki üç metre üstünü gösterdi. Şimdi o sene Ankara'da yağmur yağmadı. Kar da yağmadı. 2006... Ne kar yağdı, ne yağmur yağdı. Hatta Kesikköprü barajından su geldi. Herkes evlerine bidon alıp koydu. 2007 yılındaysa çok güzel bir kar yağdı. Sulu kar... Biz o sene hazırlığımızı yaptık. Ama orayı açmak, izin almak mümkün değil. İmkansız. Hatta profesyonel kamerayla izin almadan çekim bile yapamıyorsun. Hemen “Yapamazsın, çekemezsin.” diyorlar. Bizim kamerayla tartıştılar bayağı. Dedim ki buradan başlarız çekime. Köyüne gider oraları da çekeriz. Dışarıdan çekebildiğimiz kadar çektik.

mehmet_silay_haberici-(3).jpg

Belgesel tarzında bir çekim hazırlığı mıydı bu?

Sonraki olayda kamera falan yoktu. Mezarın açılışında hepimiz diken üzerindeydik. Bir güvenlik şeridi çektiler ki kimse gelemesin oraya. Hızla açıldı. Halı gibi kaldırdılar o adamın gösterdiği yeri. Hemen içeri girildi. Vurulan her kürekte su doluyordu kabrin içi. Bir kafatası çıktı önce. Benim siyah bir kumaş vardı arabada. Hemen ona koyduk. Sardık. Uzun kemikler çıktı. İki köprücük kemiği çıktı. Tabi omurların hepsini çıkaramadık. Hepsini bulmak mümkün değildi. El, ayak, parmaklarını bulmak mümkün değildi. Yoktu. Çürüdü belki de... Ama o uzun kemiklerin hepsi çıktı.

Oraya koyduk. Çekildik bir tarafa. Aramızda hocalar da vardı. Biri dedi ki: “Arkadaşlar, evet o şahsın söylediği yerden kemikler çıktı. Ama burası bir mezarlıktı önceden. Doğru mu değil mi? Ya da milyonda bir ihtimal de olsa açtığımız yerden bir kaç kemik çıktı. Bir analiz yapmadan, biz inanmadan buna bir şey diyemeyiz.” Allah razı olsun öyle söyledi. Sonra aynı şekilde kapandı orası.

Biz hanımla atladık gittik köyüne. Köyde öz yeğeni var. Köyden fotoğrafları var mesela. O kadar çok benziyor ki, İskilipli Atıf Hoca'ya. Sakallı olanlar daha çok benziyor. Bir fotoğraf var bende. Bir sürü insan. Hepsi onun akrabaları. Öz yeğenleri... Köye gidice onlara: “Ben hastanede çalışıyorum. İnşallah ben bunu öğrenmek istiyorum.” Onların hepsinin isimlerini tek tek aldık yani. Bir tanesinden de kan aldık. Dedim “Ver, Çek-up yapıp getireyim sana.” Hakikaten yapıp götürdük sonradan. En yaşlılarıydı...

Peki şimdi DNA Testini nasıl yapacağız? Adli Tıp Adalet Bakanlığına bağlı... Önce birinci derece akrabasının avukat tutup, savcılığa başvurması lazım. Savcılığın bakanlığa bildirmesi lazım. Bakanlığın: “Evet. Bu DNA testi yapılsın.” demesi lazım. Bu mümkün değil. Adamlar öyle korku içindeler ki... Şimdi bile bazen köye gidiyorum. “Nerede mezarı?” diyorum. Cevap vermiyorlar. Öyle bir baskı hissediyorlar ki üzerlerinde korkunç bir şey ya. 2008 yılında ilk defa köyün yoluna asfalt döküldü. Biz daha önce gidiyorduk. Düşünün gittiğimiz zaman araba yarıya kadar çamur içinde kalıyordu. 

İSKİLİPLİ ATIF HOCA’NIN KABRİ ANKARA’DAN İSKİLİP’E NAKEDİLDİ

Prosedürü nasıl aştınız?

Evet. Onu anlatayım. Her taraftan materyal topladık. Arkadaşlar var. Gaziantep’te var. Ankara'da var. İstanbul'da var. Adalet Bakanlığı’na bağlı. İstanbul'da biri daha var. Yine Cerrahpaşa Tıp Fakültesinin hemen yanında Rektörlüğe bağlı var. Ama hâlâ kimseye bir şey demiyoruz ki şurada burada diye. Hâlâ çalışıyor arkadaşlarımız. İki profesörün yaptığı analizler sonucunda, alınan kan, saç, tırnak örnekleriyle kabirden çıkarılan kemiklerin DNA'sı birebir, yüzde yüz örtüştü.
Dava budur. Cenab-ı Hak bu güne kadarki emeğimizi, çabamızı, çalışmalarımızın neticesini lutfetti. “Şimdiden sonra ne yapacağız? Dedik. Aldığımız yere mi gömelim?” Çünkü orada başka parçaları da var hâlâ. Yoksa anasının, babasının, hanımının, bütün akrabalarının olduğu köy kabristanına mı gömelim? Birisi dedi ki: “Şimdi on binlerce Atıf var Türkiye'de. Ama biri var ki, İskilipli Atıf...” Zaten ta İstanbul'a geldiği zaman İskilipli Atıf denilmiş. “İskilip’le bütünleşmiş o. Bu nedenle İskilip'e gömelim.” deyince biz kalkıp İskilip'e gittik.

Sonunda İskilip’e naklettiniz Atıf Hoca'yı?

Orada Bahattin ağabeyin oğlu var. Halk Eğitim'de öğretmen O’nu bulduk. Belediye başkanını bulduk. Acaba nereye gömelim? Çünkü iki tane mezarlık var. Biri Gül baba mezarlığı. Diğeri halkın daha rahat gittiği, daha çok yer bulunabilen bir mezarlık. Nihayetinde Gül baba'ya yakın bir yere defnettik. Torba içine kemiklerini koyduk ve cenaze namazını, bir mezarı açan, iki Ahmet Faruk öğretmen, üç belediye başkanıyla kıldık. Sonra ben Yasin-i Şerif okuyarak kemikleri verdim. Onlarda kabrin uygun olan yerlerine yerleştirdiler elhamdülillah.

Bu yapılanlar kitabınızda da anlatılıyor değil mi?

Kitapta var efendim. Anlatılıyor. Benim bir arkadaşım var. Ben hekimken, o da Hatay'da İl emniyet müdürüydü. “Mehmet bey biraz daha öznesiz konuş.” dedi. Biz de ona özen gösteriyoruz. Şu şurada, bu burada dememeye çalışıyoruz.

Yakın tarihe ışık tutma bakımından, belki ihmal edilmiş, gecikmiş bir vefaya vesile olmuşsunuz. Sonra nasıl gelişmeler oldu?

Üstünden zaman geçti. 2009... Beni Mustafa Bey aradı. Vakit gazetesi müdürü. Abdurrahman Dilipak vasıtasıyla duymuş. Dedi ki: “Mehmet Bey şimdi şeyh Hizan'ın, Bediüzzaman’ın torunları devlete resmen başvurdular. Dediler ki: “Verin dedelerimizin kemiklerini. Bir mezar yapıp, Fatiha okumak hakkımız” diyelim. “Tam zamanıdır. Artık İskilipli Atıf'ı gündeme taşıyabiliriz” dediler. Ve oğlu Ahmet'le birlikte kameraman gönderdi. Bende Hilal Tv'nin Ankara'daki sorumlusuyuz sözde. Buradaki kameramanı aldık. Gittik İskilip'e. Orada çekim yapmaya başladık. Hemen engellendi. Dışarıdan çektik. Köye gittik. Köy mezarlığı çekildi. Akrabaları çekildi. Sonra üstünden zaman geçti. Önce topraktı. Sonra oranın belediye başkanı Numan Bey üzerine mermer yaptırdı. Ama asıl yapılacak olan, İstanbul Ticaret Odası Başkanının buna, yine mimarlar odasından yapılan bir anıt mezar var. İçinde namaz kılmak için değil. Dışarıdan bakınca içini görüyorsunuz. O inşallah yapılacak seçimden sonra. Saim Uslu Bey var şu an Çorum milletvekili.  O da diyor ki: “Bunu ben yaptıracağım.” İnşallah.

Uzun ve yorucu bir süreç olmuş. Tebrik ederiz. Bizimle paylaştığınız için de teşekkür ederiz.

Evet uzun ve yorucu bir süreçti. Ama değdi. Ben de RisaleHaber’e teşekkür ediyorum.

www.RisaleHaber.com