İmdad –ı Vâhidiyet

İkinci Şua’yı Anlamak-19

Onbeşinci yazımızda beş maddelik bir tasnif yapmış idik. Bunlardan üç madde üzerinde durduk, şimdi dördüncü maddeden devam edeceğiz. Hatırlamak adına bu maddeleri yeniden sıralayalım:

1.  Allah’ın kudreti zatîdir

2.  Kudret eşyanın melekut veçhine taalluk eder

3.  Kudret kanunlar suretinde iş görür

4.  Bu hakikatin sırrı hikmeti şu üç menbadan çıkar:

a.  İmdad-ı vahidiyet

b.  Yüsr-ü vahdet

c.   Tecelli-i ehadiyet

5.  Bu hakikatin sırrı üç şeydir:

a.  Sanideki vücub ile tecerrüd

b.  Mahiyetin mübayeneti ile adem-i takayyüd

c.   Adem-i tahayyüz ve adem-i tecezzi

Bu maddeler üzerinde durmamız, İsm-i Ferd’in Dördüncü İşareti’nin Birinci Nokta’sı içindeki ilk mesele olan; Zat-ı Ferd-i Ehad’in kudretine nisbeten en büyük şey, en küçük şey kadar kolay olması ve bir baharı bir çiçek kadar kolay yaratması, binler haşrin numunelerini bir baharda gözümüz önünde kolaylıkla yapması meselesini anlamak içindir. Bir de en küçük şeyde bile büyük bir san’at ve kıymet olduğunu.

Bu dördüncü maddede bu hakikatin hikmetinin sırrının kaynakları izah ediliyor. Yani; nasıl olur da bu böyle olabilir, bunun böyle oluşunun kaynakları nelerdir. Şimdi sırası ile maddelerimiz üzerinde duralım.

a.  İmdad-ı Vahidiyet

Her şeyin bir tek zata intisabı, bağlı olması işleri kolaylaştırır. Mesela; bir memleketin tek bir padişahı olsa ve tüm işler o tek padişahın kanunları ile idare olunsa, o tek padişaha intisab etmiş olması ile bir tek asker o padişaha bağlı olan ordu kadar kuvvet kazanabilir. Padişah dilerse orduyu o bir tek askerin yardımına gönderir. Böylelikle padişaha intisabı olan bir asker ordu kadar kuvvete dayanır ve tek başına yapamayacağı işleri o kuvvet ile yapar. Fakat orduya dahil olmasa ancak kendi kuvveti kadar iş görebilir. Yine o tek padişah, kendisine intisab eden orduyu kolayca idare ve sevk eder. Eğer o neferlerin her biri bağlılığını bıraksa, her birinin idaresi bir ordunun idaresi kadar zor olur.

Bu misal ile aklımızı yaklaştırmaya gayret ettiğimiz hakikat budur ki; sonsuz Esması ile müsemma olan Allah, kainata ve her şeye müteveccih olan esması ile bir tek şeye de bakar ve idare eder. Vahid olduğundan ve mülkünde bir başka tasarrufa meydan vermediğinden, yani; istiklal ve infirad sahibi olduğundan kainatta tasarruf eden tüm esması ile bir tek ferde bakar. Lüzum olsa tüm eşyayı birinin imdadına gönderip kuvvet verir. Vahidiyyet sırrıyladır ki; bütün eşyayı bir tek şey gibi icad eder. Ve bununla beraber sanat ve kıymet itibariyle her şey âli bir keyfiyettedir.

Cenab-ı Hak tüm esması ile her bir şeye müteveccihtir. Eşya ise hikmet ve iradenin tayini ile bazı isimleri galiben gösterir. Mesele; güneşte Nur ismi, toprakta Hafiz ismi galiben görünür. Bu ayinedarlığı tayin eden de yine Allah’ın iradesi ve hikmetidir. Her bir şey kendi kabiliyetince ayinedarlık etmekle beraber bir tek şeye, tüm eşyaya medet veren esma ile medet verir.

Sanat ve kıymet cihetinde her şey gayet yüksektir çünkü “hakiki hakaik-ül eşya esma-i İlahiyedir.”(Otuz İkinci Söz)Her şeye bakan esma, bir şeye de bakması ile bir tek şey her şey kadar kıymetli olur. Mesela bir insanın en çok üzerine titrediği varlığı onun ruhudur. Çünkü; ruhu onun hem görmesidir, hem işitmesi, hem konuşması, hem yürümesi hem hayatı ve hayatına taalluk eden ne varsa ruhundadır. Ruhu cesetten ayrılınca cesedin dağılıp çürümesinden bunu anlayabiliriz. Cesedi hayatlı yapan,hayatın zatı olan ruhtur. Başta Efendimiz Aleyhiselatü Vesselam ve O’nun varisleri ve şehitlerin ise cesetlerindeki zerreleri dahî ruhlarına tâbi olmak ile ruh gibi hayatlandıklarından çürümüyorlar, dağılmıyorlar. O ruhtaki hayat, onları madde kaydından uzaklaştıracak bir letafete ve nuraniyete yükseltiyor. Öyle ulvî bir ruha hane olmak şerefi onların çürümesine müsaade etmiyor. Adeta her zerreleri aynı o ruh gibi bir hâsiyet kazanıyor. Ruh ise katiyyen bakidir. Diğer insanların ise cesetleri, ruh ile ayrıldıktan sonra dağılıp çürüyor.

Ruh hayatın zatı olduğuna göre gözümün, kulağımın, elimin ayağımın ve zahir ve batın tüm azalarımızın hayatı ruhla bağlı. Gözde hayat var, kulakta hayat var ve bu hayat ile kıymetli. Hayatı olmayan adeta kıymetten düşüyor. Cemadatın bile müekkel melaikesi ile temsil edilen bir hayatı var. Mesela desek ki : “gözümün arkasında ruhum var” hata etmiş olmayız zira hayat olmasa görmek olmaz. Ruhsuz görmek düşünülemez. Ruh, görmenin olmazsa olmazıdır. Ama gözü olmayanın ruhu yok demek değildir. Ya da bir insanın görmesi olmasa da ruhu olabilir. Fakat görmek varsa kat’i olarak deriz ki “ruh var ki görmek var”.

Mesela bir tohum farz edelim. Bu tohumun sümbüllenip fidan ve ağaç olması için su, hava, toprak ve ziya gerek. Bunların hepsi bir tek Zata ait olmakla kolayca bu külli unsurlar bir çekirdeğin inkişafına hizmet ederler. Eğer ihtiyaç olsa kainat kadar bir kuvvet bu bir tek çekirdeğin arkasında destekçi olur. Kainatta tasarruf eden Sani, Vahid olduğundan bir tek çekirdeğe, her şeye müteveccih olan esması ile müteveccihtir. Tüm kainatı yaratıp idare eden esması ile bir tek çekirdeği yaratır ve idare eder. Bu hakikatin sureti ise kocaman güneşin, toprak unsurunun, hava unsurunun ve daha pak çok şeyin o çekirdekçiğe hizmet etmesi olarak görünür gözümüze.

İmdad-ı vâidiyet sırrıyladır ki kainatta nihayet derecede ucuzluk içinde san’at cihetiyle yüksek bir kıymet ve ulviyet görünüyor. Mesela baharda hadsiz çiçekler kolayca icad ediliyor fakat bir tek çiçek ferdi öyle kıymetli ki tefekkür edebileni, kendi yaratanının manevi cemal ve kemaline intikal ettirebilecek bir keyfiyet taşıyor. Çünkü bu bir tek ferd, kainatta tasarruf eden ef’al tarafından icad edilip tasarruf ediliyor. Kainatın tamamının yaptığı ayinedarlığı kendi kabiliyetince o da yapıyor. Her şey ile kendisini tanıtıp sevdiren yaratıcı bir tek şey ile de kendisini tanıttırıp sevdiriyor.

Öyle ise, kainatın şu hal-i hazırdaki durum ve vaziyeti ancak kainattaki her şeyin sahip ve idarecisi bir tek Zât olması ile mümkün olabilir. Kainatın nevleri arasındaki irtibat da bize bunu bağırarak ilan etmekte. Yağmura muhtaç kurumuş toprak kimin ise o toprağı hayatlandıran yağmur da O’nundur. Bir tek insanı bu kadar ihtiyaçlı olarak kim yaratıyor ise kainatın nevlerini insanın etrafında toplattırıp hizmet ettiren de O’dur. Benim ihtiyaç duyduğum her şeyi kim yaratıyor ise beni bu ihtiyaçlarla yaratan da O’dur.

Evet, seyir ettiğimiz bir çiçeğin güzelliğini yaratan, bizi de o çiçeği seyir edip ondan lezzet alacak cihazlar ile donatarak yaratıyor. “Mesela, gözü veren Zât, hem gözü görür, hem ince bir mana olan gözün gördüğünü görür, sonra verir. Evet, senin gözüne bir gözlük yapan gözlükçü usta, göze gözlüğün yakıştığını görür, sonra yapar. Hem kulağı veren Zat, elbette o kulağın işittiklerini işitir, sonra yapar, verir. Sair sıfatları buna kıyas edebilirsin.” (İkinci Şua – Birinci Makam’ın Birinci Meyvesi) Demek ki, gözümü yapıp veren ve idare eden kim ise göz ile görülen her şeyi dahî O yapmıştır. Dilimi yapıp veren ve idare eden kim ise tattıklarımın ve tadacaklarımın tümünü de O yapıyor. Bana bu göz ve kulağı veren Zat beni ve gördüklerimi ve işittiklerimi biliyor ve bana bu azaların münasip olacağını bilmesi ile bunları irade edip veriyor.

İnsanı, kainat kıymetinde yaratması ve dilediğinde dilediği unsuru insana hizmetkar etmesi ile de Kainatı san’atla yaratan Zât Vahid olduğunu gösteriyor, adeta ilan ediyor. Mesela; Efendimiz Aleyhissalatü Vesselam’ın bir tek eli öyle mucizelere mazhar edilmiş ki, mütemerrid inatçılardan başka, körler ve sağırlar dahî “bu Zat (asm) kainatın yaratıcısının elçisidir” demeye adeta mecbur kalıyor. Öyle ki; elinin bir tek parmağı ile ayı ikiye yarıyor; eline aldığı taşlar herkesin duyacağı tarzda Allah’ı tesbih ediyor; yine elindeki bir avuç toprak düşmanları için top gülleleri gibi oluyor; yine elini sürdüğü hastalar şifa buluyor; yine o elin parmakları bir orduyu doyuracak kadar su akıtıyor. Bütün bunlar “kainatın sahibi kim ise; ayın, taşın toprağın, suyun sahibi kim ise bu Zat’ın (asm) muhakkak ki O’nun yanında çok büyük kıymeti olmalı” dedirtiyor. Ve o el ile intisab edenler dahî mazhar oldukları nur ile kainata meydan okuyabilecek kadar kuvvet kazanmaları, adeta her şey onlara musahhar olması, her şeyin sahibi bir tek Zat olduğunu ve bir tek şeye de O hükmettiğini ilan ediyor.

Biz iman etmiş kimseler olarak bunlar bizim için kesinlik arz ediyor. Fakat bu konuyu izah etmek ve akıllara hitap etmek istiyorsak şüphesiz, mucizeler üzerinden anlatmak çok anlamlı olmayacaktır. Öyle ise bu son misalimiz ancak bir mü’min için anlamlıdır. 

Bismillah ne büyük tükenmez bir kuvvet olması ve bütün kuvvetinizi ihlasta ve hakta bilmelisiniz ifadesi de bütün kainat tecelli-i esması olan Zat’ın marifetine yani bilinmesine bakıyor. Koca kainat ne ile ayakta duruyor ise, neye istinad ediyor ise biz de ancak ona istinad etmekle maddi ve manevi varlığımızı anlamlı olarak devam ettirebiliriz. Bütün müşküllerin hallolunması ve kapalı kapıların açılması her şeyin sahibini bulmakladır. Ve insan olarak kıymetimizi anlamak da her şeyde tasarruf eden esmanın bizde de bölünüp parçalanmadan, artıp eksilmeden tasarruf ettiğini derk etmek belki de hissetmek iledir. “Evet, sen nerede olursan ol, orası O’nun mülküdür. Hem nereye teveccüh edip bakarsan bak, orada O’nun cilve-i esması görünür. Hem ister yerin batnında ol, yine O’nun mülkü olan vatanındasın..Ve ister ademin cevfinde bulun, yine O’nun taht-ı nazarındasın. Onun izni ve O’nun emri ile Rahîm, Kerîm ve Hakîm eller, seni alıp halden hale, tavırdan tavıra devrederler. Bir elden çıkar çıkmaz, mutlaka başka bir el seni intizam içinde devralmak için âdeta yarış içindedirler.” (Mesnevî-i Nuriye – Abdülkadir Badıllı tercümesi s.575)

Evet, eğer kendimizdeki tasarrufa bakabilsek; her organımızın ihtiyacı başka, çalışma sistemi başka, vazifesi başka olmakla beraber bizim bir tek insan olmamıza mani olmuyor. İç organlarımızın her biri adeta bir başka âlem olmakla beraber bizim birliğimize halel vermiyor. Akıl, kalb, ruh, hayal gibi cihazlarımızın da birbirinden çok farklı hatta birbirine zıt bazı hususiyetleri varken birlik içinde çalışıyorlar. Beni idare eden güç adeta her bir organımı da idare ediyor. Bu farklılıkların bir aradalığı ise bir ruha mazhar olmalarından kaynaklanıyor. İşte kainatın  mevcudatı ve nevler de farklı farklı ama bir vahdete mazharlar. Bu birlik arkada hükmeden fiillerin faili bir ve isimlerin müsemması bir olmasından kaynaklanıyor. Kainatta seyir ettiğimiz intizam bize kainatın sahibinin bir olduğunu, Vâhid olduğunu ilan ediyor. Ve bir tek ferdin yüksek kıymeti de, kendisini yaratıp idare eden Zat’ın, kainatın sahibi ve idarecisi olan Zat olmasından kaynaklanıyor. Böylelikle fani her bir mahluk, Bâki olana ayinedarlık ediyor. Kainatın tümü ne iş görüyor ise içindeki bir tek ferd de aynı işi kabiliyetince görüyor.

Hayat seyrinde başımıza gelenleri de söyle biraz kuş bakışı incelemeye koyulsak hükmeden bir manayı görebiliriz. Bir türlü karşılığını bulamadığımız yaşanmışlıklar ise ya istikbalde muhakkak karşılığını bulacak taşlar yerine oturacaktır, velev ki bu istikbal ahiret olsa da.

Bir dahaki seferimizde yüsr-ü vahdet üzerinde düşünmek duasıyla…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum