İlk defa yayınlanıyor: Said Nursi'nin Fransızca Gazeteye verdiği röportaj

İlk defa yayınlanıyor: Said Nursi'nin Fransızca Gazeteye verdiği röportaj

6, 8 ve 10 Eylül 1908 tarihlerinde Selanik'te Fransızca yayınlanan bir gazetede yer alan söyleşi: Kanun-u Esasi, Sultan Abdülhamid, İttihat ve Terakki Komitesi, Osmanlı demokrasisi ve Kürdistan sorularına verilen cevaplar...

Said Nursi hakkında 1908 tarihli ve Fransızca gazete kupürleri bulundu. Araştırmacı-Yazar Muhyiddin Zınar imzasıyla Kürd Araştırmaları sitesinde yayınlanan küpürler 6, 8 ve 10 Eylül 1908'de Selanik'in Fransızca yayınlanan günlük bir gazetesinde Said Nursi hakkında bir yazı dizisini konu alıyor.

Fransız resmi arşivlerine dayandırılan belgeler, Nursi'nin Selanik günlerine ışık tutuyor. 1908 yılında Max Yvel isimli yazarın Le Journal de Salonique'de (Selanik Gazetesi) çıkan değerlendirmeleri, hem kendi yorumları hem de Nursi'den duyduklarına dair önemli ipuçları barındırıyor.

Bilindiği üzere Said Nursi, II. Meşrutiyet'in ilanından sonra Selanik Meydanı'nda kitlelere seslenmiş ve Hürriyet'e Hitap başlıklı nutkuyla hitap etmişti. Her ne kadar belgelerde Nursi'den "Şeyh Said" olarak bahsedilse de, belgelerin konusu Said Nursi.

(Risale Haber editörünün notu: Belgelerdeki "şeyh" ifadesi muhtemelen "muhterem ve nufuzlu bir Islami şahsiyet" anlamında olup yazarın izlenimi olabilir. Şeyhlikle ya da Şeyh Said ile ilgisi bulunmuyor.)

"TUHAF GİYİMLİ, DERİN BİR BİLGE VE OLAĞANÜSTÜ BİR FİLOZOF"

Belgenin baş tarafı henüz tespit edilememekle birlikte, 6 Eylül 1908 tarihli gazetede Max Yvel imzalı yazı Nursi'yi şöyle takdim ediyor:

"…Olympos Palace’da, tuhaf giyimli bir adam belirdi; yarı kıvırcık, oldukça gür saçları bir küllahın içine hapsedilmiş, etrafına sarık yerine bir mendil dolanmıştı. Bu o, bizim Kürt, Şeyh Said; derin bir bilge, olağanüstü bir filozof. (Risale Haber editörünün notu: Olimpos Gazinosu Osmanlı elitlerinin Selanik'te bir araya geldiği en büyük mekanlardandır. 1917'deki büyük yangınla yıkılmıştır.)

selanik1-1.jpg

Şeyh Said otuz yaşında, ancak yaşça büyükler ve en bilginlerin bile gerisinde kalmayacak bir olgunluğa sahip. Genç yaşına rağmen, hayatın bütün renklerini görmüş. Onun yolculuğu, Homeros’un yolculuğunu gölgede bırakmasa da, oldukça dokunaklıdır. İstanbul’u görmek istemişti; orada hapse düştü, delilikle suçlandı — iyi ki öyle oldu, çünkü bilgeliği fark edilseydi, belki de ortadan kaldırılırdı.

Şeyh Said, son derece enteresan bir adam; tanınması gereken, çok merak uyandırıcı ve muhayyilesi son derece kuvvetli bir kişilik. Dünya görüşleri oldukça orijinal, felsefi sistemi ise harikuladedir.

Şeyh Said üzerine bir çalışma yapacağız. Bugünden itibaren, bu fevkalade adam hakkında birkaç kelam etmek istedik; zira yakında yalnızca Türkiye değil, belki Batı da onunla ilgilenecektir.

(Risale Haber editörünün notu: Söz konusu araştırmadaki belgede "imagination" kelimesi doğrudan "hayal gücü dinamik" olarak çevrilmişse de belgedeki bağlamı hayal gücünden ziyade bir meseleyi tahayyül ve tasavvur anlamında olup "muhayyilesi kuvvetli, parlak, canlı" demektir.)

8 EYLÜL 1908 TARİHLİ MAX YVEL'İN YAZISI: "NURSİ'YE GÖRE DİN VE BİLİM BİRBİRİYLE AHENK SAĞLAR."

Max Yvel'in yazı dizisinin ikincisi olan 8 Eylül 1908 tarihli yazısı, Nursi'nin eğitim geçmişini ele alıyor. Bu defa ise onu tarif ediyor:

"Bu olağanüstü adamın hayatı, adeta bir efsaneyi andırır. Eğer bizatihi pek çok olayı gözlemlememiş olsaydık, şayet Şeyh’in kendisi bunca şeye delil olarak karşımızda durmuyor olsaydı, bunca harikulade şeye inanmak bizim için son derece güç olurdu."

Yazıda Nursi'nin hayatına ve görüşlerine dair bilim ve din vurgusu dikkat çekiyor:

"Din ile eğitimi vaaz etti; çünkü ona göre -bu ikisi- birbirini dışlamaz, üstelik birbirini tamamlar ve birbiriyle ahenk sağlar." (Risale Haber editörünün notu: Söz konusu belgede "mais encore" kelimesi "aksine, üstelik, kaldı ki" gibi anlamlardadır. Harmoniser fiilininin belgedeki kullanımına dair çeviride yer alan "uyum içinde ilerler" ifadesi, söz konusu araştırmadaki çevirmenin tercihi olsa da esasen bilim ve dinin ahenk sağladığını ifade eder. Ayrıca metindeki "l’instruction" (talim/eğitim) kavramı, kıyastan görüleceği üzere pozitif bilimleri kapsayan modern eğitim anlamında kullanılmıştır. Belgeyi yayımlayan araştırmacının ise bu cümlelerden hareketle Nursi'nin bir Kürt eğitim sistemi kurmaya çalıştığına dair yorumu yanıltıcıdır.)

selanik2.jpg

Yazının sonu tam tespit edilememekle birlikte, en sonunda Said Nursi'nin özetle "binlerce kişiyi etkileme kabiliyeti" olduğuna dair değerlendirmeler mevcut. Aynı yazının içerisinde Nursi'nin eğitiminin hem vehbi hem kesbi olduğuna dair bilgilendirmeler de yer alıyor. (Risale Haber editörünün notu: Çünkü ilgili paragraflarda birbirinden ilgisiz gibi görünse de, hem Nursi'nin rüyasında Hz. Muhammed'i -as- görmesine atıf varken, hem de aldığı medrese eğitimi beraberce işaret edilmiş. Kesbî ilim; okuyarak, dinleyerek, araştırarak öğrendiklerimizdir. Vehbî ilim ise, veli zâtlara gelen çok güçlü ilham türünden olan bilgilerdir.)

10 EYLÜL 1908 TARİHLİ MAX YVEL'İN YAZISI NURSİ'DEN DUYDUKLARI ÜZERİNE: ANAYASA, İSLAM, GAYRİMÜSLİMLER VE KÜRTLER

Nursi hakkında söz konusu yazı dizisinin yayımlandığı Le Journal de Salonique'de (Selanik Gazetesi), Selanik'teki Sefarad yahudilerinin gazetesi ve Fransızca yayın yapmakta. Ayrıca yazarın Nursi'ye sorduğu sorular ve gazeteye intikal ettirdiği cevaplardan, yazının tam birebir röportaj olmasa da Nursi'nin cevaplarını aktardığı mülakat yönü olduğu görülüyor.

(Risale Haber Editörünün notu: Söz konusu belgede örneğin "Ben Kanun-u Esasi’nin bütünlüğünden yanayım" çevirisi yanıltıcıdır, "integrale" kelimesi belgede sıfattır. Muhtemelen kast edilen, Kanun-i Esasi'de gayrimüslimlerle ilgili hükümlere Nursi'nin itirazı olmadığıdır. Ancak yayınlanan söz konusu araştırmanın bu bölümünde çeviride Fransızca-Türkçe bakımından uygunsuzluklar vardır. Haberin güncelliğinden sonra daha bağlamlı bir çeviriyi ve tetkiki ayrıca yayınlayacağız. Ayrıca Nursi'nin kalabalıklara hitap etmiş olmaktan duyduğu memnuniyet, muhtemelen Selanik Meydanı'ndaki meşhur "Hürriyet'e Hitap" nutkudur. Araştırmacının çevirisi burada da hatalıdır. Belgedeki Fransızca ifadede "öğretilerimi benimsemeye hazır bir kitle" ifadesi geçmiyor. Dolayısıyla bazı yerleri şimdilik düzelterek aktarıyoruz.)

Max Yvel imzalı yazı şöyle:

"Kanun-u Esasi hakkında ne düşünüyorsunuz, diye sorduk Şeyh Said'e" cümlesine Nursi'nin verdiği cevap şöyle: "Bu gayet iyi bir şeydir, beyefendi. Tam/Eksiksiz Kanun-i Esasi'den yanayım. Bu bağlamdaki derslerimi cidden duymayı/almayı talep eden kalabalıklara konuşabilmekten bahtiyar/mesut oldum."

Nursi'ye bunun üzerine şunu soruyor: “Ama sizin (kitleye verdiğiniz) ders tamamen dini idi.” Nursi ise ilginç bir cevap veriyor: Eee, yani? ("Ne demek istiyorsun? Ne olmuş yani?" anlamında bir cevap). Bunun üzerine yazar, sorusunu izah etmiş: “Anayasal prensip(ler) ile dini yaklaşım arasında bir çelişki yok mu?” Nursi ise ona şöyle cevap veriyor: "Katiyyen yok. Ne diyor Kur'an? Tevhid ilkesi olan dinlerle saygılı münasebet kurmayı. Bu Kanun-u Esasi, mensuplarının hangi dine bağlı olduklarına bakmaksızın, herkesin (hukuki) eşitliğini teminat altına almaktadır." (Risale Haber editörünün notu: Divine bir prensip olarak burada hukuki bağlamda kullanılmış. Yani her din değil "doğrudan doğruya Allah'a dayanma ilkesine sahip vahyi din" anlamındadır. Zira belgede prensip kelimesinin atfı hukuki olduğundan, hükm-i ilâhi. Muhtemelen Nursi ehl-i kitabı kast ediyor.)

Devamında Nursi'ye tekrar soruluyor: "O halde siz bu Anayasayı kabul ediyorsunuz?" Nursi'nin ise şöyle cevap verdiği aktarılmış: "Dinimiz bize onu tavsiye ediyor, o halde iyidir."

selanik3.jpg

SELANİK'TEKİ YAHUDİ CEMAATİNE KARŞI, ABDÜLHAMİD'İ SAVUNDU

Said Nursi'ye Sultan II. Abdulhamid hakkındaki fikirleri sorulduğunda ise, Nursi'nin Sultan II. Abdülhamid'in şahsına hürmetkar olduğunu ve çevresinde ise zararlı adamların olduğunu beyan ettiği görülüyor. Nursi, Sultan II. Abdülhamid hakkında o güne kadarki hükümdarlar arasında "en iyilerden olduğu ve belki de en iyisi olduğu" kanaatini ortaya koyuyor. Hatta Nursi'ye göre Sultan II. Abdülhamid "yüksek kabiliyetlere ve meziyetlere sahip biri" olduğu gibi, şöyle ilave ediyor: "Zarar verici adamlar ortadan kalkınca, Sultan ve halk birbirini daha iyi tanıyacak ve sevecektir."

Gazetenin Selanik'teki Sefarad Cemaati'nin gazetesi olduğu dikkate alındığında Nursi, aslında Osmanlı Yahudilerine karşı Sultan II. Abdülhamid'i açıkça savunuyor ve övüyor. Nitekim gazetenin yazarının bu cevaplardan pek memnun olmadığı anlaşılıyor ki, Nursi'nin Sultan II. Abdülhamid'i övmesini de halife olmasına bağlıyor.

Nursi'ye şöyle soruyor: "Böyle konuşmanızın sebebi, onun halife sıfatı mı?” Nursi'nin ise bu soruya şöyle cevap verdiği aktarılmış: "Hayır, tam tersine. Bu tartışılabilecek tek şeydir. Halife olmak, belki denilebilir ki vahye/Allah'a muhatap olmaya ve Allah ile bütünleşmeye gölge etmektir, sekteye uğratmaktır. Ya (şahsi hilafet vasfı) olmamalı ya da mukaddesata bariyer olmamalıdır. Bu Halife unvanı bana lazım görünüyor değil.” (Risale Haber editörünün notu: Cevabın soruya özel olduğu, yani son cümlede Sultan II. Abdülhamid'i halife olduğu için övmeye ihtiyacı olmadığını beyan ediyor. Araştırmacının buradaki çevirisi hatalıdır.)

Yazının devamında Nursi milletin demokratikleşmesini birlikle ilişkilendiriyor ve "Hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için" diyor.

Yazının devamında yazar, Nursi'ye Kürdistan'dan bahsetmesini istiyor. Nursi, "Kürdistan'ın ilerlemeye açık bir memleket, soydaşlarının entelektüel gelişime açık insanlar ve coğrafyanın pastoral olduğunu" coğrafi, kültürel ve insani bağlamda belirtiyor. Tam da bu soruya cevap verirken, ayrılıkçı değil tam tersine açıkça "ortak vatan'a hizmet" kavramını öne çıkarıp vurguluyor. (Risale Haber editörünün notu: Araştırmacı belgeyi çevirirken yanıltıcı biçimde nation ve mes ernationaux kavramlarını bağlamsızı kullanmış ancak birincisi geniş anlamda millet iken ikincisi dar anlamda soydaşlarım olan Kürtler bağlamıdır.)

***

Çalışmanın tamamı şöyle:

1908 Selanik Matbuatında Said Nursi: Le Journal de Salonique Röportajı

Muhyiddin Zınar/ kurdarastirmalari.com

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan modernleşme sürecinde, Kürt aydınlarının tanıklıkları çoğu zaman seçici bir sessizliğe gömülmüştür. Bu meyanda Kürt ulemasının önemli ismi Said Nursi’nin bu perdelenmeye maruz bırakılışı çok yönlüdür: Metinlere yönelik sistematik tahrifatlar, bağlamından kopuk ve indirgemeci okumalar, resmi ve ideolojik bilgi rejimlerinin dayattığı epistemik tasfiye süreçleri ile hala gün yüzüne çıkarılmayı bekleyen farklı dillerden çok sayıda belge...

Bu çalışma, Said Nursi’ye dair Le Journal de Salonique gazetesinin 1908 tarihli sayılarında yayımlanmış yazıları inceleyerek, uzun yıllar arşivlerde sessizce bekleyen bu materyalleri literatüre kazandırmaktadır. Nursi araştırmalarında ilk kez ortaya konan bu kaynaklar, onun erken dönem kamusal görünürlüğüne ve Selanik’te öne çıkan politik ve entelektüel serüvenine ışık tutmaktadır.

“Cheikh Said”

Selanik’in ilk Fransızca gazetesi olarak öne çıkan Le Journal de Salonique, Sefarad burjuvazisi ve aydınları tarafından çıkarılmıştır. 1895 ile 1911 yılları arasında yayımlanan bu gazete, Judeo-Espagnol konuşan bir cemaatin sosyo-kültürel, ticari ve entelektüel dünyasına ayna tutmuştur. Le Journal de Salonique sayfaları, azınlık bir cemaat için Osmanlı vatandaşlığı ile Fransız modern dünyası arasında kültürel bir köprü işlevi görmüştür. Gazete, özellikle II. Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte Osmanlı kamuoyunda gelişen özgürlükçü ve çoğulcu tartışma ortamını ve Selanik merkezli Osmanlı sosyo-politiğini yeniden düşünmeye imkan sunmaktadır.

Gazete, Eylül 1908 tarihli üç ayrı sayısında, Said-i Kürdi hakkında dikkat çekici bir yazı dizisine yer verir. Max Yvel imzası taşıyan dosyada Said-i Kürdi için kullanılan isim “Cheikh Said”dir. 6, 8 ve 10 Eylül 1908 tarihlerinde yayımlanan yazılar, hem anlatı hem de söyleşi formatındadır. İlk iki sayıda Said-i Kürdi’nin fiziksel görünümünden derin bilgeliğine, genç yaşta gördüğü rüyanın etkisiyle başladığı ilim ve irşad yolculuğundan, Kürdistan, İstanbul ve Selanik serüvenine kadar çeşitli yönleri ele alınırken; üçüncü bölüm, Kanun-u Esasi, Sultan Abdülhamid, İttihat ve Terakki Komitesi, Osmanlı demokrasisi ve Kürdistan üzerine Nursi ile yapılmış bir mülakatı içermektedir.

Bediüzzaman ile Selanik’te yapılan bu röportaj, onu hem bir alim olarak, hem de siyasal meselelere müdahil politik bir figür olarak konumlandırır. Verdiği cevaplarda Kürdistan’ın pastoral manzarasını ve entelektüel potansiyelini yansıtan Nursi, etnik ve dinsel topluluklar arasında adalet, temsil ve özgürlük ilkelerine dayalı yeni bir toplumsal düzen tasavvurunu da ortaya koyar. Genç Said’in politik vizyonuna hayranlığını gizleyemeyen Yvel, röportajı şu ifadelerle noktalar: “Ainsi parla le Cheih Saïd et il parla d’or” — “Şeyh Said konuştu ve altın değerinde sözler söyledi.”
***
Hürriyet Meydanı’ndan Le Journal de Salonique sayfalarına uzanan Said-i Kürdi’nin Selanik serüveni, bize kişisel bir hikayeden ziyade, vilayetin kozmopolit dokusu içinde Kürt entelijansiyasının arayışını anlatır. Bu arayışın saiklerinden biri, Selanik’in dönemin yeni siyasal ve entelektüel aktörleriyle buluşma zemini sunmasıdır.

Bu zeminin oluşmasında belirleyici etken, Selanik’in 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı modernleşme hareketleri ve siyasal reformlarının uygulandığı öncü vilayetlerden biri haline gelmesidir. Vilayet; çeşitli cemaat kurumları, kulüpler ve kıraathanelerde örgütlenen Türk, Rum, Bulgar, Arnavut, Yahudi, Ermeni ve diğer etnik-dini unsurların yaşadığı çok kültürlü toplumsal yapısı ile zengin basın-yayın faaliyetleri sayesinde pek çok fikri hareketin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Paris, Cenevre ve Kahire, sürgündeki Jön Türklerin siyasal faaliyetlerine sahne olurken; Selanik, Osmanlı toprakları içindeki en önemli merkezleri olmuştur. Şehir, 1912’ye dek süreci perde arkasından yöneten İttihat-Terakki’nin Merkez-i Umumi üyelerine ev sahipliği yapmış ve Meşrutiyet’in ilanı ile 1908 seçimleri arasında özellikle İstanbul’dan yoğun ziyaretçi akınına uğramıştır.

Said-i Kürdi, Eylül 1908’de Osmanlı unsurlarının birliğini, ilerlemesini, özgürlüğünü ve eşitliğini vadeden yeni sistemin etkili aktörlerine Kürtlerin haklarını hatırlatmak (Nursi, 2019, ss. 22, 140, 145) ve aynı zamanda bir İslam alimi olarak Batı kamuoyuna perspektiflerini sunmak üzere Selanik’e gitmiştir. Orada gerçekleştirdiği temaslar ve meydan konuşmaları, onun Meşrutiyet’e dair beklentilerini, İttihatçılarla ilişkilerini ve bu bağlamda Kürt stratejisinin ne olduğunu anlamak açısından önemlidir. Özellikle Arnavutları siyasal duruş ve cesaret bakımından örnek göstererek Kürtleri benzer bir pozisyon almaya teşvik etmesi; İstanbul’a dönüşünde arkadaşlarıyla birlikte Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti’nin (KTTC) kuruluş sürecini başlatması; Misbah, Şura-yı Ümmet, Şark ve Kürdistan, Kürt Teavün ve Terakki gibi yayınlar aracılığıyla kamuoyuna verdiği mesajlar, onun Selanik’te şekillenen siyasi ve entelektüel motivasyonlarının belirgin göstergeleridir. Bu konteks, aynı zamanda sürecin ilk Kürt politik örgütlenmesi olan KTTC’nin, Jön Türklerle sürdürülebileceğini düşündüğü pragmatik işbirliği zemininin başlangıcına da işaret eder (Zınar, 2022, ss. 60–70).

Said Nursi, İttihat ve Terakki Komitesi’ne karşı genel tutumunu her ne kadar “şiddet-i muhalefet” olarak nitelendirse de (Nursi, 2019, s. 55), 1908’de ortaya çıkan siyasal konjonktürde iki temel mesele üzerinde yoğunlaşmıştır. Birincisi, istibdatla bağdaştırılamayacak; aksine hürriyet, adalet, eşitlik ve bilimin manevi teminatı olan bir İslami anlayışın geliştirilmesidir. İkincisi, İttihatçı elitler arasında giderek güç kazanan erken tekçi ulus-devlet yaklaşımına karşı, farklı ulusların siyasal temsiline dayanan çoğulcu bir düzenin savunulmasıdır. Bu çerçevede Nursi, ulusal misyonu itibariyle, Kürtleri tefrikadan kurtulup milli bir birlik etrafında kenetlenmeye ve böylelikle Osmanlı siyasetinde etkin bir güç olarak varlık göstermeye davet etmiştir (Nursi, 2019, s. 188).

1.Meşrutiyet’in ilanı, farklı etnik ve dini toplulukların ulusal varlıklarıyla siyasal alanda görünür olabilecekleri yönünde büyük bir umut doğurmuştur. Bu nedenle Meşrutiyet kadroları geniş toplumsal destek kazanmış, ancak kısa sürede özgürlükçü ve eşitlikçi çizgiden uzaklaşarak giderek otoriterleşmişlerdir. Nursi, KTTC misyonu doğrultusunda, dindar ve farklı kimliklerin hürriyetine saygı gösteren, iş birliğine açık bazı İttihatçılarla stratejik ittifaklar geliştirmiş olsa da, yapıyı genel olarak “despotik bir reenkarnasyon” vakıası olarak nitelendirmiştir (Nursi, 2019, s. 175). İttihat ve Terakki içindeki otoriter, sekülarist, masonik ve asimilasyonist eğilimlerle ilk karşılaşmasından itibaren derin bir düşünsel çatışma yaşayan Said Nursi, muhalif tutumunu sürdürmesi nedeniyle dönemin müstebit İttihatçı kabinesi tarafından hapsedilmiştir.

Le Journal de Salonique Sayfalarında Said-i Kürdi

Aşağıda, 1908 yılında Le Journal de Salonique gazetesinde yayımlanan ve Said-i Kürdi’ye dair önemli bilgiler içeren sayfaların orijinal görüntüleri, metin versiyonları ve çevirileri yer almaktadır. Çeviride yer alan dipnotlar, konuyu zenginleştirmek amacıyla tarafımızdan eklenmiştir. Gazetenin Fransa Ulusal Kütüphanesi’nin dijital arşiv platformu Gallica’daki nüshalarının eksik taranması nedeniyle bazı detaylara ulaşmak güçleşmektedir. Fiziksel nüshaların incelenmesiyle daha bütünlüklü verilere ulaşmak mümkün görünmektedir. Bu doğrultudaki araştırmalarımız devam etmektedir.

BELGE 1:

selanik1-1.jpg

…Olympos Palace’da, tuhaf giyimli bir adam belirdi; yarı kıvırcık, oldukça gür saçları bir küllahın içine hapsedilmiş, etrafına sarık yerine bir mendil dolanmıştı. Bu o, bizim Kürt, Şeyh Said; derin bir bilge, olağanüstü bir filozof.

Şeyh Said otuz yaşında, ancak yaşça büyükler ve en bilginlerin bile gerisinde kalmayacak bir olgunluğa sahip. Genç yaşına rağmen, hayatın bütün renklerini görmüş. Onun yolculuğu, Homeros’un yolculuğunu gölgede bırakmasa da, oldukça dokunaklıdır. İstanbul’u görmek istemişti; orada hapse düştü, delilikle suçlandı — iyi ki öyle oldu, çünkü bilgeliği fark edilseydi, belki de ortadan kaldırılırdı.

Şeyh Said, son derece enteresan bir adam; tanınması gereken, çok merak uyandırıcı ve hayal gücü son derece dinamik bir kişilik. Dünya görüşleri oldukça orijinal, felsefi sistemi ise harikuladedir.

Şeyh Said üzerine bir çalışma yapacağız. Bugünden itibaren, bu fevkalade adam hakkında birkaç kelam etmek istedik; zira yakında yalnızca Türkiye değil, belki Batı da onunla ilgilenecektir./ Max Yvel

BELGE 2:

selanik2.jpg

Şeyh Said

Bu olağanüstü adamın hayatı, adeta bir efsaneyi andırır. Eğer bizatihi pek çok olayı gözlemlememiş olsaydık, şayet Şeyh’in kendisi bunca şeye delil olarak karşımızda durmuyor olsaydı, bunca harikulade şeye inanmak bizim için son derece güç olurdu.

Henüz çok gençken, Şeyh Said bir rüya — güzel bir rüya — gördü. Tarihteki tüm evliyaları, peygamberleri gördü; ve Muhammed (Peygamber)’le sohbet etti. Çocuk uyanınca, gördüğü rüya üzerine düşündü ve bunda kendisi için bir işaret bulunduğunu kendi kendine söyledi. Zira rüyasında beliren kişiliklerin tamamı seçkinler zümresindendi; bu da ona, onların zuhurunu hakkıyla anlayabilmek ve onların yoluna fiilen yaklaşabilmek için kendisini ilimle donatması gerektiğini gösteriyordu.

Ertesi günden itibaren çocuk, ailesine öyle ısrarla yaklaştı ki, nihayetinde onu okula göndermek zorunda kaldılar. Said, devam ettiği tüm medreselerde hem arkadaşlarını hem de hocalarını hayrete düşürmekteydi.

On sekiz yaşına geldiğinde, Bitlis vilayetinden başlayarak Kürdistan dağlarını dolaşmaya başladı. On iki yıl boyunca Şeyh Said, sarp sıradağları hiç terk etmedi. Oradan din ile eğitimi[1] vaaz etti; çünkü ona göre bu iki alan birbirini dışlamaz, aksine birbirini tamamlar ve uyum içinde ilerler.

Şeyh Said’in etrafında topladığı ve onu tılsımlı bir kişi gibi gören taraftarlarının sayısı binlerle ifade ediliyordu. Şeyh’in tek bir işareti, on, yirmi.......kişiyi harekete geçirmeye yeterdi............./Max Yvel

BELGE 3:

selanik3.jpg

ŞEYH SAİD’İN GÖRÜŞLERİ

—Kanun-u Esasi hakkında ne düşünüyorsunuz, diye sorduk Şeyh Said’e.

—Bu oldukça iyi bir şeydir, beyefendi. Ben Kanun-u Esasi’nin bütünlüğünden yanayım. Öğretilerimi benimsemeye hazır bir kitleye bu doğrultuda konuşabildiğim için memnuniyet duydum.

—Ama sizin öğretiniz tamamen diniydi.

—Eee, yani?

—Kanun-u Esasi ile dini anlayış arasında bir çelişki yok mu?

—Kesinlikle hayır. Ne diyor Kur’an? Her biri ilahi bir kökene dayanan bütün dinlere saygı göstermemizi emretmektedir. Kanun-u Esasi ise, mensuplarının hangi dine bağlı olduklarına bakmaksızın, herkesin eşitliğini teminat altına almaktadır. Böylece, burada dine hiçbir şekilde aykırılık söz konusu değildir. Zira biz inançlara hürmetkarız; dolayısıyla, dini temelli bu anayasal ilkeyi de benimsemek durumundayız. Aksi takdirde, iyi bir Müslüman olmaktan uzak düşeriz ki, herkes bilir ki bizler hakiki iman sahipleriyiz.

—Bu durumda Kanun-u Esasiyi kabul ediyorsunuz?

—Dinimizce tavsiye ediliyor, dolayısıyla iyidir.[2]

—Sultan hakkında ne düşünüyorsunuz?

—Onun hükümdarların en iyisi olabileceğini düşünüyorum.[3]

—Bu şekilde konuşmanızın nedeni onun halifelik sıfatı mı?

—Hayır, tam tersine. Bu eleştirilebilecek tek şeydir. Halifelik, tabiri caizse, Allah ile halk arasındaki (kalbi) münasebeti ve manevi yakınlığı zayıflatmaktır. Kudsiyete hiçbir şey bariyer olmamalıdır. Bu nedenle “halife” unvanı bana biraz gereksiz gibi görünüyor.[4]

—O halde siz bir tür ulusal demokratizasyondan mı yanasınız?

—Kesinlikle. Hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için. Bizi sıkı sıkıya birleştirecek ve güçlü kılacak olan budur: maddi birlik, fikirde ortaklık, düşüncede bütünlük.[5]

—Hiç padişahla temasınız oldu mu?

—Hayır, olmadı. Onun yüksek kabiliyetlere sahip biri olduğu yönündeki şöhreti Kürdistan’a kadar ulaşmıştı. İşte bizi asıl şaşırtan da buydu. Diyorduk ki: Nasıl olur da böylesine meziyet sahibi biri, kendi tebaasına karşı bu kadar kötü niyetli olabilir? Kanun-u Esasi sayesinde anladık ki sorun çevresindeymiş. Zarar verici adamlar ortadan kalkınca, Sultan ve halk birbirini daha iyi tanıyacak ve sevecektir. Sultan, Kanun-u Esasi’yi ilan ederken, bundan her bakımdan ilk faydalanacak kişinin kendisi olduğunu mutlaka kavramıştır. Biz de onu daha çok seveceğiz.

—Peki, ya Osmanlı Komitesi?

—Yaptığı iş gerçekten büyük. Faydalı bir iş ortaya koymak için birçok meziyete sahip olmak gerekir. Dolayısıyla, bu Komite’yi oluşturan ve böylesine büyük bir başarıya imza atan kişiler, başkalarından daha yetkin kimselerdir. Bu Komite —diyorum size— büyük bir iş başarmıştır. Ama bu yalnızca bir başlangıçtır. Yapılacak daha çok şey var. Bir işi sürdürebilmenin en iyi yolu, ona gözleri kapalı – yani tüm benliğiyle – kendini adamaktır. Komite, Kanun-u Esasi’nin ilanı için nasıl gölgede çalıştıysa, bundan sonrasında da aynı şekilde perde arkasında çalışmalıdır. Geri planda kalmanın iki yararı vardır: Hem daha çok iş yapılır, hem de kişisel görüşlere ya da ne kadar meşru olursa olsun şahsi hırslara alan açılmaz. Üstelik bu, Komite’nin prestijini artırır. Böyle güçlü bir yapı görünmezliğini korudukça, halkın gözünde daha da büyür. Çünkü halk, ilerlemeyi görür ama bunun arkasında kimlerin olduğunu bilmediği zaman, onları olduğundan daha büyük ve güçlü hayal eder. Görünmezlik, başlı başına bir cazibedir.

—Bize biraz da Kürdistan’dan bahseder misiniz?

—Kürdistan, ilerlemeye açık bir memlekettir, beyefendi; entelektüel gelişim için çok elverişli bir coğrafyadır. Benim amacım, Kürdistan genelinde eğitimin yaygınlaştırılması için sürekli çalışmaktır. Orası vahşi bir bölge değildir; aksine, yeşillikler içinde gülümseyen, sular bakımından zengin, dinlendirici vadilere, ormanlık zirvelere ve kuş cıvıltılarının su şırıltılarıyla karıştığı geçitlere sahip bir yerdir. Ben, çevrenin insan üzerindeki etkisini savunan biriyim. Böylesine pastoral bir ortamda, sistematik olarak geri kalmış düşünceler filizlenemez. Benim milletim, entellektüel gelişime son derece yatkındır. Asıl mesele, bir eğitimci sınıfı oluşturabilmektir. Bilgiyi yaymakla görevlendirilen öğrenciler sayesinde, geçmişte cehaletiyle anılan Kürdistan, gelecekte bilimiyle, medeniyete katkısıyla ve ortak vatana hizmetleriyle tanınacaktır.

Şeyh Said böyle konuştu — söyledikleri altın değerindeydi. /Max Yvel

Not: Belgeye ulaşmamı sağlayan Edhem Eli Shekho’ya, çeviri sürecine katkılarından dolayı Sevda Orak Reşitoğlu ve Aurelie Magniez’e teşekkür ederim.

Dipnotlar

[1] Metindeki "l’instruction" (öğrenim/eğitim) kavramı, yalnızca temel eğitimle sınırlı olmayıp, bağlamsal olarak müsbet ilimleri (pozitif bilimleri) kapsayan bir anlama işaret etmektedir. Bu yönüyle kavram, Said Nursi’nin erken dönem metinlerinde sıklıkla dile getirdiği “ulum-u diniye ile fünun-u medeniyenin mezcedilmesi” fikriyle doğrudan ilişkilidir. (Nursi, 2019, s. 167). Nursi, Kürt toplumunun geleneksel eğitim kurumu olan medreselerin ıslahı aracılığıyla modern ve kurumsal bir Kürt eğitim sisteminin temellerini atmayı hedeflemiş; bu çerçevede dini ve pozitif ilimlerin birlikte öğretilmesinin zorunluluğuna dikkat çekmiştir.

[2] Said Nursi’nin, ‘hükümet-i düsturi’ (anayasal yönetim) olarak tabir ettiği Meşruti düzeni hem dinin toplumsal ruhuyla uyumlu bir sistem hem de siyasal gücün keyfiliğe ve istibdada dönüşmesini engelleyen bir mekanizma olarak ilkesel düzeyde savunduğu bilinmektedir. Bununla birlikte, Kanun-u Esasi’yi mutlak ve eksiksiz bir düzenleme olarak görmez. Bu nedenle, mevcut maddelerin dini-hukuki esaslar doğrultusunda daha yetkin ve açık hale getirilmesi gerektiğini belirtir (Nursi, 2019, s. 103, 514). Ancak Journal de Salonique’nin Bediüzzaman’a yönelttiği Kanun-u Esasi’ye dair sorular, verilen cevapların içeriği dikkate alındığında, anayasanın belirli bir yönüne işaret etmektedir. Bu yön, Selanik gibi Yahudi, Müslüman, Rum, Bulgar ve diğer toplulukların bir arada yaşadığı kozmopolit bir şehirde, din farkı gözetmeksizin Osmanlı tebaasına eşit haklar tanıyan yasal düzenlemelerdir.

[3] “Je pense qu'il peut être le meilleur des souverains.” (Bence en iyi hükümdar olabilir) ifadesi, Fransız retoriğinde diplomatik bir övgü biçimi olarak değerlendirilir. Bu tür söylemler, muhatapta yüksek bir liderlik potansiyeli bulunduğunu ima ederken, söz konusu potansiyelin henüz gerçekleşmediğine işaret eder. Bağlamı itibarıyla ifade, hem teşvik edici hem de üstü kapalı biçimde eleştirel bir anlam taşır. Nursi, Sultan’a barış mesajı göndererek onu meşrutiyet yönünde ilerlemeye teşvik etmektedir. Benzer bir yaklaşım, Selanik’te yaptığı “Hürriyete Hitap” konuşmasında da görülür; burada birbirine muhalif siyasi kamplara -sultan, ahrar ve ittihatçılar- seslenerek adalet, hürriyet, eşitlik ve meşrutiyet zeminini güçlendirme çağrısı yapar. (Nursi, 2019, s. 22) Nursi’nin bu söyleminin temelinde, ‘Sultan’ın sabık kusuratını derk ederek nedamet duyması ve kabul-ü nasihata istidad kesb etmiş olması’ düşüncesi yatar (Nursi, 2019, s. 168–169).

[4] Said-i Kürdi’ye atfedilen bu ifadeler, onun dönemin “prosedürel hilafetine” yönelik eleştirileriyle büyük ölçüde örtüşmektedir. Bediüzzaman, siyasal otoritenin dini meşruiyetini önemsemekle birlikte, onu mutlak kutsanmışlık zırhıyla donatmak üzerine kurulu bir meşruiyet anlayışını kategorik hata olarak görür. Ona göre, politik olanı akideleştirmek ya da bu alanda içtihadi olanı mutlaklaştırmak, açıkça eleştirilmesi gereken bir durumdur (Nursi, 2019, s. 234). O, dini rehberliğin şura temelli bir anlayışla temsil edilmesine ya da Hz. Hasan dönemine kadar süren tarihsel hilafete değil; hilafetin dogmatik bir otoriteye dönüşerek ilahi irade adına siyasi alanı bloke etmesine ve bir tür saltanata evrilmesine karşıdır. Said-i Kürdi, II. Meşrutiyet sürecinde hilafetin meşruiyetini salt siyasi otoriteye veya unvana dayandırmak yerine; adalet ve peygamberi esaslara bağlılıkla temellendirmiştir. Bu yaklaşım, onun dini simgelerle istibdadın yan yana gelmesi karşısında gösterdiği sert tepkinin de bir yansımasıdır (Nursi, 2019, s. 267). Selanik’e gitmeden hemen önce İstanbul Kürtlerine yaptığı konuşmalarda bu yaklaşımını şöyle ifade etmiştir: “Padişah ne zaman Peygamberimizin emrine itaat eder ve onun yolundan giderse halifedir; biz de ona itaat ederiz. Ancak Peygamber’e tabi olmayıp zulmeden biri, padişah dahi olsa hayduttur” (Nursi, 2019, s. 160). Bu ifadelerden yaklaşık bir yıl sonra kaleme aldığı Münazarat adlı eserinde, dinin korunmasının salt otoritelere veya belirli kurumsallıklara terk edilmesinin doğuracağı sakıncaları şu sözlerle dile getirir: “Acaba biçare bir padişaha, yahut müdahin memurlara veya mantıksız polislere itimat edilip, dinin himayesi onlara bırakılırsa daha mı iyidir; yoksa efkar-ı amme-i milletin arkasındaki hissiyat-ı İslamiyenin madeni olan —herkesin kalbindeki şefkat-i imaniye— envar-ı ilahiyenin parıltılarının birleşmesinden ve hamiyet-i İslamiyenin parlak kıvılcımlarının kaynaşmasından meydana gelen o nurani sütunun ve elmas kılıcın hamiyetine bırakılırsa mı daha iyidir?” (Nursi, 2019, s. 95).

[5] İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin adında da yer alan ‘ittihad’ kavramı, Osmanlı’daki farklı etnik unsurların birliğini (ittihad-ı anasır) ifade etmek üzere kullanılmıştır. Ne var ki bu birlik idealinin zamanla bir asimilasyon politikasına evrilip evrilmeyeceği yönündeki tereddütler, dönemin siyasal yapısını doğrudan etkilemiş; ‘ittihad’ (birlik) ile ‘itilaf’ (anlaşma) kavramları arasındaki tercih, parti oluşumlarına bile yansımıştır (İttihat ve Terakki Fırkası, Hürriyet ve İtilaf Fırkası). Bediüzzaman, meseleyi lafzi tartışmaların ötesinde, inşacı ve dönüştürücü bir bakış açısıyla ele alır. Onun hedeflediği meşrutiyet modeli, vesayetçi olmayan, yani halkların iradelerini yok saymayan ve tüm milletler için ‘sebeb-i saadet’ olan bir siyasal sistemdir. (Nursi, 2019, s. 189, 190) Nursi’nin desteklediği ulusal demokratikleşme süreci (démocratisation nationale), farklı milliyetlere (nationalities) temsil hakkı tanıyan, etnik kimliklerini güvence altına alarak varlıklarını sürdürebilmelerine imkan tanıyan ve aynı zamanda bu unsurları ortak değerler etrafında bütünleştiren çoğulcu bir demokratikleşme modelini esas alır. (Nursi, 2019, s. 23, 188.) Bu çerçevede, maddi birlik (l’union matérielle) kavramı, ortak vatan (la patrie commune) ve ortak devlet anlayışıyla doğrudan bağlantılı olup, bir arada yaşama idealini yurttaşlık temelli bir zeminde tanımlar. Ortak vatan söylemi her ne kadar bireyden ulusala uzanan çok katmanlı bir yurttaşlık öznesi inşa etse de, bu metindeki bağlamsal anlam, Kürt, Türk, Ermeni, Arap, Arnavut, Yahudi ve Rum gibi Osmanlı unsurlarının teritoryal ortaklıklığı olarak öne çıkar. Fikirlerin paylaşımı (la communion d’idées) ise, parlamentodaki farklı temsilciler arasında yürütülen siyasal müzakerelerin yanı sıra, basın yoluyla şekillenen kamuoylarının karşılıklı etkileşimini ifade eder. Son olarak, düşünce birliği (l’unité de pensée) kavramı, farklı toplumsal ve siyasal kesimlerin ortak bir siyasal vizyona ulaşması anlamına gelir.

Kaynakça:
Nursi, S. (2019).İçtimai Dersler (s. 22, 23, 95, 103, 140, 145, 160, 167, 168, 169, 188, 189, 190, 234, 267, 514). Zehra Yayınları.
Nursi, S. (2019).Kastamonu Lahikası (s. 55). Zehra Yayınları.
Zınar, M. (2022).Said-Kürtlüğün Kayıp Risalesi (ss. 60–70). Nubihar Yayınları.
Journal de Salonique. (1908, September 6, 8, 10). [Text version]. Gallica.https://gallica.bnf.fr

HABERE YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
8 Yorum