İçinizden erkek olsun kadın olsun, sâlih bir iş yapanın amelini zâyi etmem!

İçinizden erkek olsun kadın olsun, sâlih bir iş yapanın amelini zâyi etmem!

Ayet meali

Bismillahirrahmanirrahim

Cenab-ı Hak (c.c), Âl-i İmrân Suresi 195-198. ayetlerinde meâlen şöyle buyuruyor

195 . Rableri de onlar(ın duâların)a şöyle cevab verdi: “Muhakkak ki ben, içinizden erkek olsun kadın olsun, (sâlih) bir iş yapanın amelini zâyi‘ etmem.(1) Hep birbirinizdensiniz. İşte hicret edenler, yurtlarından çıkarılanlar, yolumda eziyet edilenler, savaşanlar ve öldürülenler var ya, kötülüklerini onlardan mutlakā örteceğim ve Allah katından bir mükâfât olarak onları elbette altlarından nehirler akan Cennetlere koyacağım!” (Rabbiniz olan) Allah ki, mükâfâtın güzeli O’nun katındadır.

196 . İnkâr edenlerin diyar diyar gezip dolaşmaları sakın seni aldatmasın!

197 . (Bu, onlar için dünyada) az bir faydalanmadır! Sonra varacakları yer, Cehennemdir. Ve (o,) ne kötü yataktır!(2)

198 . Fakat Rablerinden sakınanlar var ya, onlar için, Allah katından bir ağırlama olarak, altlarından ırmaklar akan Cennetler vardır; orada ebedî olarak kalıcıdırlar. Allah katında olan (ni‘metler) ise, ebrâr (özü sözü tertemiz olan sâlih kullar) için daha hayırlıdır.

1- Bu âyet-i kerîme, mü’minlerin annesi Ümmü Seleme (ra)’nın: “Yâ Resûlallah! Ben hicrette kadınlardan bahsedildiğini hiç işitmedim!” demesi üzerine nâzil oldu. (Kurtubî, c. 2/4, 318)

2- Müslümanlardan bir kısmının: “Kâfirler refah içinde yaşarken, biz zarûret içerisinde açlık çekiyoruz” diye yakınmaları üzerine bu âyet-i celîle nâzil oldu. (Celâleyn Şerhi, c. 1, 533)

“Bu âlemin mutasarrıfının (idârecisinin) mâdem nihâyetsiz böyle bir keremi, nihâyetsiz böyle bir rahmeti, nihâyetsiz öyle bir celâl ve izzeti vardır. Nihâyetsiz celâl ve izzet, edebsizlerin te’dîbini (edeblendirilmesini) ister. Nihâyetsiz kerem, nihâyetsiz ikrâm ister; nihâyetsiz rahmet, kendine lâyık ihsân ister. Hâlbuki bu fânî dünyada ve kısa ömürde, denizden bir damla gibi milyonlar cüz’den ancak bir cüz’ü yerleşir ve tecellî eder (görünür). Demek o kereme lâyık ve o rahmete şâyeste bir dâr-ı saâdet (saâdet yeri) olacaktır. Yoksa gündüzü ışığıyla dolduran güneşin vücûdunu (varlığını) inkâr etmek gibi, bu görünen rahmetin vücûdunu inkâr etmek lâzım gelir. Çünki bir daha dönmemek üzere zevâl (ayrılmak) ise, şefkati musîbete, muhabbeti hırkate (yanmaya) ve ni‘meti nıkmete (azâba) ve aklı, meş’um (uğursuz) bir âlete ve lezzeti eleme kalb ettirmekle (çevirmekle) hakîkat-i rahmetin intifâsı (rahmet hakîkatinin sönmesi) lâzım gelir. Hem o celâl ve izzete uygun bir dâr-ı mücâzât (cezâ yeri) olacaktır. Çünki ekseriyâ zâlim izzetinde, mazlum zilletinde kalıp, buradan göçüp gidiyorlar. Demek bir mahkeme-i kübrâya (büyük bir mahkemeye) bırakılıyor, te’hîr ediliyor. Yoksa, bakılmıyor değil! Bazen dünyada dahi cezâ verir.” (Zülfikār, 10. Söz, 18)