Mehmet Ali KAYA

Mehmet Ali KAYA

İbadet hayatı ve Ahkâm-ı Şer’iyenin aksamı

Ahkâm-ı Şer’iyeyi bilmek “fıkıh” ve “usul-ü fıkıhla” mümkündür. Fıkıh usul çerçevesinde belirlenen hükümleri, usul-i fıkıh ise, belirlenen metotlarla temel kaynaklardan hüküm istinbat etmektir.

Hüküm ise, Şâriin mükellef kulları için tahyîr ve va’z ettiği ef’âl-i ihtiyariyeye ait iradesi ve hitabıdır. Şari-i hakiki kulların fiillerine verdiği vasıflar yedi kısma ayrılır. Bunlara “Farz, Haram, Mekruh, Mübah, Sünnet, Vacip ve Müfsit” denir.

Tahyir, muhayyer bırakmaktır. Şariin bir fiili yapıp yapmamada mükellefi serbest bırakmasıdır. Şer’î hükümler iktiza ve tahyir ifade ederse buna “teklifî hüküm” denir. İki şeyi birbirine bağlarsa buna “vaz’î hüküm” denir.

Teklifî hüküm, bir işin yapılmasını ve yapılmamasını talep etmeyi veya iki şey arasında tahyiri ifade eder. Namaz, oruç, zekât ve hac gibi istenen hükümler teklifî hükümlerdir. “Mallarınızı haksız yere aranızda yemeyin” (Bakara, 2:188) ayetindeki nehiy de teklifî hükümdür. Ancak “Sizi kabir ziyaretinden nehyetmiştim, ama artık bundan sonra ziyaret edin” (Müslim, Cenâiz, 106; Tirmizi, Cenâiz, 60) hadisindeki hüküm ise ihtiyari hükümdür.

Vaz’î hüküm ise birinin diğerine sebep olması ile birine bağlı olan hükümlerdir. “Hilâli görünce oruç tutun” (Buhari, Savm, 11; Müslim, Sıyam, 4) “Sizden Ramazan ayına ulaşan oruç tutsun” (Bakara, 2:185) ayeti de vaz’î hükümdür. Ayrıca şarta misal olarak da namazın şartı olan abdesti örnek verebiliriz. Nikahda şahitlerin bulunması, namazda kıbleye dönülmesi gibi şartlar da buna örnektir.

Ahkâma mani olan hükümlere de “Mani’” olan ahkâmdır. Misal olarak “Katile miras yoktur” (İbn-i Mâce, Diyât, 14) “Müslim, gayr-i Müslime muris olamaz” (Buhari, Ferâiz, 26; Müslim, Feraiz, 1) hadisleri örnektir.
Mükellefe ait bir fiilin sonucu sebep, şart ve manilerin bulunup bulunmamasına göre tayin edilir. Sebep ve şart bulunur, mani bulunmazsa yapılan iş sahih olur; aksi taktirde sahih ve muteber olmaz.

Teklifî hükümlerin aksamı:

Teklifî hüküm iktiza ve tahyir ifade eden, yani Şariin yapılıp yapılmamasını mükelleften talep ettiği hükümlerdir. Bunlar da masdar itibarıyla beş nevidir ve “vücup, nedb, hurmet, kerahet ve ibahat” ifade eder.

Vücup/Farziyet: Cumhur-u fukahaya göre vacip farz ile aynı anlamı ifade etmektedir. Ancak Hanefî uleması vucup ifade eden emirler lafız ve delalet bakımından kesinlik ifade edenleri “Farz”, lafız ve delalet bakımından yorum gerektirenleri ise “vacip” olarak ayırmışlardır. Âmidî “El-İhkâm fî Usuli’l-Ahkâm” isimli eserinde “Şer’î vücup Şâriin hitabından ibarettir ki onu terk eden kınanır ve cezaya müstehak olur” demiştir.
Hanefiler Farz ile vacibin dil ve ifade bakımından aynı anlama geldiğini kabul ederler; ama şer’î mükellefiyet bakımından farzı delil-i kat’î ile sabit olan ahkamı, vâcibi de zanni delil ile sabit olan ahkamı ifade etmek için kullanırlar. Bu bakımdan farzı terk edenin ibadeti batıl olurken vacibi terk edenin ibadeti batıl olmaz, eksiği ile beraber makbuldür. Mesela, Arafatta vakfe kat’î delil ile sabit olduğu için farzdır ve vakfe yapmayanın haccı yoktur; ama Safa ile Merve arasında sa’y vacip olduğu ve bu kat’î bir nass ile sabit olmadığı için vacip olup terk edenin haccı eksiği ile beraber makbuldür. Yine farzı inkâr eden küfre girerken, vacibi kabul etmeyen küfre girmez, dalalete ve bid’aya düşer. 
Bütün bunlarla beraber Hanefiler vacip ile ameli zaruri görürler ve buna “amelî farz” derler. Böylece Hanefî fukahasına göre farzlar ikiye ayrılır. Birincisi hem itikat, hem de amel bakımından sabit olan farzlar, ikincisi ise sadece amel bakımından farz olan hükümler ki bunlar zanni delillerle sabit olmuştur. Kurban ve Bayram namazı gibi…
Zahirde farz ile vacip arasındaki bu ihtilaf nazarîdir. Ancak furüatta vacibin büyük etkisi vardır. Mesela, namazlarda Fatiha okumak Şafiilere göre farz, Hanefilere göre vaciptir. Bir Şafii Fatiha’yı okumazsa namazı batıl olur; ama bir Hanefi okumazsa namazı batıl olmaz. Fatiha konusundaki bu ihtilafın sebebi Nass’ların yorumundan ortaya çıkmıştır. “Kur’ândan kolay olanı okuyunuz” (Müzzemmil, 20) ayetini Şafiiler “Fatiha’yı okuyunuz” şeklinde yorumlamışlardır. Zira peygamberimiz (sav) “Fatihasız namaz olmaz” (Cem’ul-Fevâid, 1:197) hadisini esas almışlardır. Hanefiler ise bu ayeti genel olarak yorumlar ve fatihaya hasretmezler. Sonuçta peygamberimiz (sav) “Ben nasıl namaz kılıyorsam siz de öylece kılınız” (Buhari, Ezan, 18; Edeb, 27) buyurmuştur.

1. Vacib (Farz) ve Aksamı: Vacip matlubun belirlenmesi açısından “Muayyen Vâcip” ve “Muhayyer Vacip” şeklinde ikiye ayrılır. Muayyen vacipte yapılması gereken şey tekdir. Borcu ödemek, sözleşmeye bağlı kalmak, zekat vermek gibi hususlardır. Muhayyer vâcipte ise yapılması istenen şey tek değildir. İki ve ya daha fazla şey arasında seçim yapma imkânı tanınmıştır. “Savaş esirlerini ya karşılıksız veya fidye ile salıverin” (Muhammed, 47:4) ayetinde olduğu gibi iki şeyden birisini yapması konusunda muhayyerdir. Yemin kefareti konusunda da yüce Allah şöyle buyurur:
“Allah size rastgele yeminlerinizden dolayı değil, bilerek kasıtlı yaptığınız yeminlerinizden dolayı sorumlu tutar. Yeminlerinizin kefareti ise, on düşkünü yedirmek veya giydirmek, ya da bir köle azat etmektir. Bunları bulamayan ise üç gün oruç tutmalıdır” (Mâide, 5:89) âyetinde olduğu gibi üç şeyden biri ile muhayyer bırakmaktadır. Mükellef bunlardan birisini yapmakla sorumluluktan kurtulur.

Vacipler ayrıca “Aynî Vâcip” ve “Kifâî Vâcip” olmak üzere ikiye ayrılır. Birincisi her mükllefin yapması vacip olan, terkinde zemme ve azaba müstehak olan vâciplerdir. Namaz, zekât, ahde vefa ve borcu eda gibi hususlar bunlardır. Kifâi Vâcip ise sosyal hayata ve topluma bakar. Bir kısım mükellefler yaptıkları zaman diğerlerinden mükellefiyet kalkar. Toplumda hiç kimse yapmazsa o zaman bütün Müslümanlar sorumlu olurlar ve günaha girerler. Cihad, emr-i bil’ma’rûf, halife seçimi ve cenaze namazı gibi emirler böyledir. Kifâî vacipte vazifeyi ifa edenler başkasının yerine de yapmış olurlar, onu terk eden de yapmış sayılır; ancak bir şartla ki bu yapılan ibadete gönül rızası olmalı ve yapana yardımcı olmalıdır.
İmam-i Şafii kifayeyi “Âmm olup bununla husus da kastedilir” demiştir. Bu duruma göre kifâî vâciplerde teklif umumi olup bazılarının yapması ile diğerleri sorumluluktan kurtulur. Her insanın kendisini sorumluluktan kurtaracak kadar dini bilgileri öğrenmesi farz-ı ayn (Aynî Vacip) iken, ihtisas gerektiren hususları giderecek kadar ilim sahibi olması ve fetva verecek derecede ihtisasa yönelmesi kifâî vaciptir. Aynı şekilde insanların muhtaç olduğu tıp, siyaset, hukuk, iktisat, sanatlar gibi ilimleri öğrenmek de farz-ı kifayedir. Bir toplumu cahil bırakmak ve bu gibi hususlardan yoksun bırakmak ise haram olup herkesi sorumlu kılar.
Şâtıbî, “Bu gibi farzların ifası ile umumi maslahat sağlanmış olur. Herkes kabiliyetine göre üzerine düşeni yapmalıdır. Toplumsal görevler kifâi görevlerdir. Vâcibin tamamlanması da vâcip olduğu için bu gibi görevleri ifa etmek de vâciptir” der. (Şâtıbî, Muvâfakat, 1:151)

2. Mendub ve Aksamı:  Şâriin kesin olmayan yapılmasını istediği, yapıldığı zaman mükâfatı olan, ama yapılmadığı zaman günah olmayan, sorumlu olmayacağımız şeydir. Yapan övülür, yapmayan kınanmaz. Menduba, “sünnet” “tatavvu” “müstehab” da denir.

Menduplar çeşitli kısımlara ayrılır:
a. Sünnet-i Müekkedeler: Peygamberimizin (sav) devamlı olarak yaptıkları ve hiç terk etmedikleri sünnetileridir. Vitir namazı, sabah namazının sünneti, öğle, akşam ve yatsı namazlarının son iki rekat sünnetleri, fatihadan sonra zammı surenin okunması ve gücü yetenin evlenmesi gibi sünnetlerdir.
b. Sünnet-i Gayr-i Müekkedeler: Peygamberimiz (sav) bunları tavsiye etmiş ve uygulamıştır ancak bazen terk ettiği de olmuştur. Öğle, ikindi ve yatsı namazından önce kılınan sünnet namazlar, farz olan zekatın dışında verilen sadakalar bu nevidendir.
c. Âdab: peygamberimizin (sav) beşeriyet icabı yaptığı ve insanın da ihtiyacı olduğu için yapması gerektiği adetlerdir ki bunlar peygamberimizin (sav) yaptığı gibi yapmaya çalışmak peygamberimize (sav) uymak olduğu için ibadettir ve kişinin faziletini artırır. Âdetini ibadete çevirir. Uhrevi mükâfatı hak eder. Yemek, içmek, giyinmek, yatmak gibi adetlerde peygamberimize (sav) benzemek bu nevidendir. Âdâb, edebin çoğuludur. Yüce Allah edebin en güzelini peygamberimize (sav) vererek onu terbiye etmiş ve bize örnek kılmıştır. Her halde ona benzemekle biz de edepli olur ve âdetimizi ibadete çevirir, bütün hayatımızı ibadet hâline getirebiliriz. Böylece Allah'ın rahmetini celbederiz. Edepsiz rahmetten mahrum kalır.
Edepler ve sünnetler vâciplerin korunması ve ikmâli içindir. Şâtıbî, “Bir fiil ve amel tek tek mendup ise, cemaat ve cemiyet için vâcip olur. Cami ve mescitlerde ezan okumak ve cemaatle namaz kılmak bireyler için sünnettir; ama cemaat için vacip sayılır. Herkes terk ederse onlara zorla yaptırmak gerekir” demiştir. Bediüzzaman Said Nursi de bu nevi ibadetlere “Şeâir-i İslâmiye” adını vermiş ve “Bu gibi şeâire taalluk eden sünnetler şahsî farzlardan daha önemlidir. Zira bunlar İslam ve Müslümanlık alametidir” demiştir. (Lem’alar, 2005, s.181)

3. Haram: Delili ister kat’î, ister zanni olsun şer’an yapılmaması kesinlikle istenen şeydir. İslam fukahası mütevatir ve meşhur olmayan zanni ve ahadî delillerle de haramlığın sabit olacağını ifade ederler. Zanni deliller her ne kadar itikatta huccet olmazlarsa da amelî hükümlerde delil ve hüccettir.
Hanefi uleması ise tahrimin sabit olması için kat’î ve şüphesiz bir delile dayanması gerektiğini savunurlar. Zira, yüce Allah'ın “Diliniz yalana alışmış olduğu için her şeye şu helaldir, bu haramdır’ demeyin” (Nahl, 16:116) ayetinin yasağına girmemek için haramlıkta kesin delilleri şart koşarlar. Bu nedenle Hanefi uleması zanni delille sabit olan yasaklara “Tahrimen Mekruh” demişlerdir.
Adam öldürmek, zina, içki, kumar, domuz eti ve murdar et yemek, bâtıl yollarla başkasının malını yemek kesin delillerle haramdır. Ancak zaruretler işin içine girince durum değişmektedir. Buna da elbette kadılar ve müftüler karar vermektedirler.
Haramlar bizzat haram ve dolayısıyla haram olmak üzere ikiye ayrılır. Korunması zaruri olan ve şeriatın ahkâmının sebebi bulunan cana, mala, namusa, dine ve akla zarar veren şeyler bizzat haramdır. Aklı gideren içki, dini ve aklı bozan batıl itikatlar ve fikirler, cana zarar veren katl ve nesle zarar veren zina bizatihi haramdır.
Dolayısıyla haram olanlara gelince bu bizzat haram olmayıp harama vasıta ve sebep olduğu için haram olan hususlardır. Kadının avretine bakmak zinaya sebep olduğu için haramdır. Bir menfaat karşılığı borç vermek haramdır; zira bu yardımlaşmayı ortadan kaldırır. Menfaat duygusunu körükler ve akrabalık bağlarını zedeler. Bunun için dinimiz paranın para ve menfaat karşılığı satılmasını ve borcun faiz karşılığı verilmesini yasaklamıştır. Başkasının malını haksız yere yemek de dolayısıyla haramdır. Burada malın kendisi, domuz eti ve lâşe gibi haram değildir; ama kazanma yolu haramdır. Dolayısıyla bu kazanç da haramdır.
Yüce Allah'ın “Ey iman edenler! Cuma günü namaz için çağrıldığınız vakit Allah'ın zikrine koşun ve alışverişi bırakın” (Cuma, 62:9) buyrulur. Buna göre Cuma namazı vaktinde alışveriş haramdır. Burada alışverişin kendisi haram değil, Cuma namazına engel olduğu için dolayısıyla haramdır. Ancak Cuma namazı vaktinde yapılan akitler geçerlidir.
Zaruretler haramı helal kılarlar. Ancak buna ihtisas ehli karar verir. İçki ancak susuzluktan ölüm derecesine gelmiş kişiye su bulunmadığı zaman helal olur. Kadının avret yerine bakmak hastalık durumunda doktor için caiz ve helal olur.

4. Mekruh: Şâri’ tarafından yapılması istenmeyen ama hakkında kat’î delillerin bulunmadığı yasaklardır. Mekruhlar yasaklanan ama haram kılınmayan hususları içerir. Peygamberimizin (sav) sünnetine aykırı hususlar da mekruhtur; ancak bunlar adab kısmından olduğu ve fazilete aykırı olduğu için mekruh denilen hususlardır.
Yüce Allah'ın “Ey iman edenler! Size açıklanınca hoşunuza gitmeyecek şeyleri sormayınız” (Mâide, 5:101) ayeti ile yasaklanan çokça soru sormak bu nevi mekruh emirlere örnektir. Soru sormak yasak değildir; ama Şeriat sahibi olan peygamberimiz (sav) “Allah sizin için dedikoduyu, çok soru sormayı ve malı gereksiz yere harcamayı hoş görmemiştir” (Buhari, İstikraz, 19) buyurması bu nevi mekruhları ifade eder.
Bu tarifler Cumhur-u Ulemaya göredir. Hanefi uleması ise kesin deliller ile yapılması istenmeyen ve yasaklanan şeylere “Haram” demiş, kesin olmayan ve zımnî deliller ile yapılması istenmeyen ve yasaklanan şeylere ise “Mekruh” adını vermişlerdir. Hanefilere göre Mekruhlar ikiye ayrılır. Birincisi, “Tahrimen Mekruh” olup zanni delillerle yapılması istenmeyen vaciplerin karşılığı olan yasaklardır. Ayrıca peygamberimizin (sav) zanni delillerle yapılmasını hoş görmediği şeylere de “tahrimen mekruh” demişlerdir. “Tenzihen Mekruh” ise mendupların ve sünnetlerin karşıtı olan fiillerdir. Bu durumda erkeklerin ipekli elbise giymesi, altın yüzük takması tahrimen mekruhtur. Sünnetleri ve adapları terk etmek ise tenzihen mekruhtur.
Cumhura göre mekruhları işleyen kimse kınanmaz ve cezalandırılmaz. Terk eden kimse ise övülür ve teşvik edilir. Ancak Hanefiler “Tahrimen Mekruhu” işleyen kimseyi kınarlar ve terk etmeye zorlarlar.

5. Mübah: Şer’an mükellefin yapıp yapmamakta hür olduğu fiillerin tamamına mübah ve helal adı verilir. İslam bilginlerine göre mübah insanlık gereği fıtrî olarak yapılan şeyler ve işlenen fiillerdir. Yapıldığı zaman da terk edildiği zamanda övülmeyi gerektirmez. Mübah fiillere “Helal” ve “Câiz” de denir.
Bir şeyin mubah olması, yani ibahat üç şekilde vaki olur. Birincisi, günah olmadığı bildirilmekle, ikincisi, haram olduğuna dair bir nassın bulunmaması ile, üçüncüsü ise, helal olduğuna dair bir nassın bulunması iledir. Birincisine misal Allah'ın şu ayetidir. “Murdar et, kan, domuz eti ve Allah’tan başkası için kesilmiş hayvanların eti size haram kılınmıştır; ancak darda kalana aşırı gitmemek ve haddi aşmamak şartı ile günah yoktur” (Bakara, 2:173) ayetidir. İkincisine misal, radyo ve şarkı dinlemek gibi şeylerdir. Üçüncüsüne misal ise, “Temiz olan şeyler size helaldir. Kendilerine kitap verilen (Hıristiyan ve Yahudilerin) yemeği ve kestikleri de size helaldir, sizin yemeğiniz de onlara helaldir” (Maide, 5:5) ayetidir.
Şâtıbî, matluba hizmet bakımından mübahı dört kısma ayırır:
Birincisi: Yapılması gereken bir işe yardımcı olanlar. Yemek içmek ve evlenmek gibi…
İkincisi: Terk edilmesi gereken bir işe yardımcı olanlar. Eğlenme, müzik, dinlenme gibi.
Üçüncüsü ve dördüncüsü ise: Mubaha yardımcı olanlar ve olmayanlardır.

SONUÇ:
Sonuç olarak dinin ahkâmı hayatın her yönüne bakar ve tanzim eder. Bunların bir kısmı emir ve yasaklar şeklindedir. Diğer kısmı ise emirlere yardım, yasaktan kaçmaya sebep şeklinde olup sünnetleri ve mendupları içerir. Bir kısmı da yapılıp, yapılmaması dinin emri ve nehyi olmayıp ihtiyaçtan ve beşeriyet gereği, hayatın devamı ve kolaylaştırılması için yapılması gereken hususlardır. Emir ve yasaklar Nasslarla (Ayet-Hadis) tanzim edilmiştir. Bunların yapılmasını kolaylaştıran hususlar ise “Mendupları ve Sünnetleri” oluşturur. Son kısım olan menduplar ise insanın ihtiyaçlarından ve hayatı tanzim ve kolaylaştırmak için gereklidir. Bu hususta da örnek olarak peygamberin (sav) adabı ve ahlakı esas alındığı zaman “Sünnet-i Seniyye”ye uyma ciheti ile ibadet olur. Böylece hayatın tamamı ve her hali ibadet olup ahret hesabına geçer. Kişi adaplarda peygamberin sünnetine uygun hareket ederse bütün ömrü ibadet olup, meyvedar ve semeredar olur. Her hali ibadet üzere bulunmuş olur.

Buna misal olarak en basitinden Tuvalet adabını gösterebiliriz. Tuvalet insanî bir ihtiyaçtır ve mubahtır. Tuvalet yapmanın ise Allah'ın emrine uyma niyeti ile yapılması o fiili ibadet haline getirir. Şöyle ki: Tuvaletin İki farzı üç sünneti vardır. Farzlardan birincisi “Setr-i avrettir.” Kimsenin görmediği yerde yapmalıdır. İkincisi, “Necasetten taharettir.” Yani su ile temizlenmektir. Bu iki farz namazın farzlarından sayılmıştır. Namaz kılmasa da kişi bunlara uymakla mükelleftir. Sünnetlere gelince: Tuvalete sol ayakla girmek ve sağ ayakla çıkmak, tuvalet esnasında avretine bakmamak, konuşmamak, temizliği en az üç sefer yapmak, üzerine sıçratmamak ve girerken “Allah’ın adı ile şerli şeytandan ve her türlü pislikten Allah'a sığınırım” çıkarken “Benden ezayı giderip afiyet veren Allah'a hamdolsun” “Allah’ım, beni affet ve her türlü pislikten koru” diye dua etmek sünnettir. Böylece mubah olan tuvalet fiili uhrevi olarak iki farzın ve sekiz adab nevinden sünnetin yapılmasına sebeptir. Bunu yapan o âdetini ibadete çevirmiş olur.

Aynı şekilde yemek yemenin üç farzı ve beş adab nevinden sünneti vardır: Farzlardan birincisi helal yemektir. İkincisi, israf etmemektir. Üçüncüsü ise nimetleri Allah’tan bilip Allah'a şükretmektir. Sünnetlerine gelince başında besmele çekmek, yemekten önce ve sonra ellerini yıkamak, önünden yemek, yavaş yemek, yerken sohbet etmek, çok sıcak ve çok soğuk yememek gibi bir kısım adab nevinden sünnetlerdir. Böylece yemek ihtiyacını giderirken mü’min bu farz ve sünnetlere uyarak bu fiilî ihtiyacını ibadete dönüştürmüş olur.
Uyumak, konuşmak, eve girmek çıkmak, camiye girmek ve çıkmak, misafir olmak, misafir ağarlamak, alışveriş yapmak gibi insanî davranışları bunlara kıyas edebiliriz. Dolayısıyla bir mü’min bu şekilde bütün hayatını ahrete amal eder ve ibadet haline getirebilir.
Bütün insanların bütün fiilleri ve davranışları “Ahkâm-ı Şer’iyenin dışında olamaz. Akıllı, Allah rızasını ve ahreti düşünen bir mü’minin her hali böylece uhrevi bir ticaret kapısı olur. Bütün hayatı ibadet içinde geçer.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.