Hulusi Yahyagil Bediüzzaman'ı nasıl anlatırdı?-ÖZEL

Hulusi Yahyagil Bediüzzaman'ı nasıl anlatırdı?-ÖZEL

Bediüzzaman'ın talebelerinden Hulusi Yahyagil’in yakınında bulunan Mehmet Polatdemir ile yaptığımız röportajın birinci bölümü

Röportaj: Nurettin Huyut-RisaleHaber


Mehmet Polatdemir


1946 da Kilis’te doğdu İlk ve Ortaokulu Kilis’te tamamladı. Lise ikinci sınıfta bir öğretmeniyle Risale-i Nurlar için tartışır, disipline verilir. Disiplin kurulu okuldan ihracına karar verir ve okuldan atılır.


Suçu: Said Nursi hayranı ve talebesi olmak, 27 Mayıs ihtilaline ve inkilaplara karşı olmaktır. Bu durumu şöyle anlatır: “aslında bunlar çok büyük suç (!) ama ucuz atlattık.”


Okuldan atılan Polatdemir, eğitimini tamamlamak üzere Gaziantep Lisesine kaydolur ve üçüncü sınıfı orada tamamlar.
 
Üniversite sınavlarında başarılı bir not alan Polatdemir. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinin Felsefe Bölümüne kaydolur. Bir yıl orada okuduktan sonra bu defa yeniden sınava girer ve Yıldız Üniversitesine bağlı yeni açılmış olan Elazığ Teknik Okulunun İnşaat Bölümüne kaydolur. Daha sonra akademiye dönüşen ve ardından Fırat Üniversitesi adını alan bu okuldan İnşaat Mühendisi olarak mezun olur.
 
Elazığ’a gittiğinde henüz dershane açılmamıştır. Birkaç arkadaşı ile tuttukları bir eve yerleşirler. Ama her yerde “ilkler” olduğu gibi orada da “ilk” dershaneyi açmak şerefine nail olur. Mezun olduktan sonra İskenderun Demir Çelik Fabrikasına girer. Girdikten üç yıl sonra da kısa dönem askerliğini yapar. Aynı yıl evlenir. Polatdemir üç çocuk babasıdır. 2002’de emekli olan Polatdemir, Ankara’da ikamet etmektedir.
 
Risale-i Nurları nerede ve nasıl tanıdınız?
1962 yılında ortaokul yıllarında namaz kılmaya başlamıştım. Ramazan ayı idi bir gün Pirilioğlu Camiine namaz kılmaya gittim. Namazdan çıkarken baktım kalabalık bir gurup birbirlerini Camii avlusunda bulunan, adına hücre dediğimiz bir odaya davet ediyorlardı. Beni de davet ettiler, gittim, Mektubat’tan bir ders yaptılar. Ve ben Risale-i Nurları orada tanıdım. Ders hoşuma gitmişti.


Zaten benim dedem eski medrese tahsili yapmış ama ticaretle meşgul olan alim bir insandı. Ehli tarikattı, İslami bilgisi de gayet iyi bir derecedeydi. Annemi iyi yetiştirmişti ve annem de çok dindar bir kadındı. O nedenle İslam’a karşı bir sempatim vardı zaten.


Bir arkadaşım vardı, Muharrem isminde, onunla derslere devam ettik dersler bayağı canlandı kalabalıklaştı. Fakat, daha sonra aramıza Şükrü Fettah isminde birisi dahil oldu. Bu kişi o cemaati dağıtmayı başardı.


Nasıl yani siyasetçi miydi? Yoksa görevli biri miydi?
Bilemiyorum. Sadece o kadarını hatırlıyorum. Kur’an kursu açacağız, kursa sıra alacağız diye para topladığını hatırlıyorum. Kendisi Kilisli değildi ama onun davranışları, hal ve tavırları cemaatin dağılmasına neden oldu. Biz dağılmayanlardandık.


O hücrede devam ettik ve okulumuzdaki öğrencilerin yüzde onuna yakın kısmını oraya derse götürmüştük. Çok güzel hizmetler olmuştu.


Muharrem kardeşle Pirilioğlu Camisinde hizmetlere devam ederken (şimdi hasta Allah şifa versin Amin..) bir gün Polis tarafından baskın oldu. Bizi mahkemeye çıkardılar. 163. maddeden yargılandık.


O günlerde okulda bir öğretmenle Risale-i Nurlarla ilgili olarak tartışmıştık, bu öğretmen beni okul yönetimine şikâyet etti disipline verdiler. Bu iki hadise birleşince beni okuldan attılar. Yani her iki mahkemeden aldığım ceza buydu.


Okulda bana isnad edilen suçum: Said Nursi hayranı olmam ve Risale-i Nur talebesi olmamdı. 27 Mayıs ihtilalini desteklememem ve devrimlere karşı olmam da ikinci bir suç olarak dosyama eklenmişti. Yani, bana verdikleri cezaya gerekçe olarak bunları göstermişlerdi. Aslında bunlar çok büyük suç (!) ama biz ucuz atlatmıştık. Okuldan atmakla yetinmişlerdi. (Gülüşmeler)


İstanbul’da Mustafa Nezihi Polat’la çalıştım.
Okulu tamamladıktan sonra İstanbul’a gittim. İstanbul Üniversitesine kaydımı yaptım ama okumadım. Orada Bab-ı ali de Sabah gazetesinde Mustafa Nezihi Polat; Kendisi İstihbarat Şefliği yapıyordu her gün iki yazı yazıyordu. Ben de aynı gazete de altı ay kadar tashih işlerinde çalıştım, orada bir de Mehmet Çifçigüzeli de çalışıyordu.


Bir gün yazdığı yazıyı tashih ederken baktım Risale-i Nurdan bir paragraf almış ama kelimeleri değiştirmiş. Mana aynı ama kelimeler değişik, aldım kendisine götürdüm. Dedim ki, “ağabey bu bölüm Risale-i Nurda böyle değil, şöyle olması lazım” kendisi 27 yaşlarındaydı, o genç yaşına rağmen “öyle mi?” dedi. Ben de “evet” dedim. Çok olgun karşıladı ve “o zaman tashih et” dedi. “bundan sonra da yazılarımı incele tetkik et böyle hatalar olursa bana gelmeden düzeltebilirsin” dedi. Genç yaşıma bakmadan bana güvenmişti. Bence bu tavrı güzel bir idarecilik örneği idi. Beni çok etkilemişti.


Sabah gazetesinde çalışırken benim olmadığım bir günde Türkeşçiler tarafından bir de saldırı olmuştu. Kendisini pataklamışlardı, hatta gözlüğünü de kırmışlardı. Hep hatırladıkça üzülürüm keşke orada olsaydım yardım ederdim, belki korurdum diye.


O dönemde sanırım İttihad Gazetesi diye bir de gazete çıkıyordu. Siz oradayken çıkmış mıydı? Orada da çalıştınız mı?
Ben oradayken henüz çıkmamıştı daha doğrusu son bir ay kala çıkarmaya başladılar hatta ben de bir ay kadar onlara yardımcı oldum o kadarını hatırlıyorum. Nuruosmaniye Camisine yakın bir yerde basılıyordu.


İstanbul’da nerede kaldınız?
İstanbul’da ben Zeyrek semtinde kaldım. Zeyrek, Unkapanı köprüsüne girmeden kale harabelerinin üzerinde ahşap bir binaydı. Abdullah Yeğin abi de bizimle kalıyordu, odası ayrı idi, Lügat’ı yazıyordu. Hatta yazdığı bir kısım formaların tashih işlerini de yapmıştım. Üst katta da Tahiri abi kalıyordu. Ben üst kata hiç çıkmadım. Talebe olarak nezaketen çıkmıyorduk, o da tashih ve teksir işleri ile uğraşıyordu.


İki katlı evin bir de salonu vardı ben o salonda yatıp kalkıyordum. Orası büyük olduğu için namaz kılmaya oraya iniyorlardı. Yani kaldığım odada daima birlikte namaz kılıyorduk. Arkalarında çokça namaz kıldım.


Dikkatimi çeken bir durum vardı. Tahiri abi abdestini hep bahçede ibrik ile alırdı, musluktan almazdı.


Abdullah Ağabey, mükemmel bir insandı. O zaman bile velayet sahibi bir insan olduğu bende hasıl olmuştu.

O tarihlerde bu günkü gibi düzenli dersler olur muydu?
Evet semt dersleri oluyordu, ama dershaneler henüz yeterli olmadığından evlerde olurdu. Ama sabitti. Mesela pazartesi dersi demir ticareti yapan bir abinin evinde oluyordu. Çarşamba günleri de radyocu Ali vardı onun evinde olurdu.


Tahiri abinin aşağıya namaz kılmaya indiğinde namazdan sonra yapılan derslerini dinledim. Tahiri abi ara sıra yapıyordu. Ama, Abdullah abi devamlı yapıyordu. Abdullah abi açıklama yapmazdı. Sürekli okurdu.


Bir olayı unutmuyorum. Bir gün bir arkadaş geldi. Zaten bütün işleri yukarıda yapıyorlardı. Bana “biraz hizmet var gelir misin?” dedi ben de “olur” dedim. Bizi Süleymaniye Camisinin arkalarında bir yere -Tahtakale semti gibi hatırlıyorum- götürdü. Orada bir iş hanına girdik büyükçe bir koli aldık yine o civarda başka bir hana götürdük bıraktık. İçinde ne vardı bilemiyorum ne ben sordum ne o söyledi. Yayın hizmetleri o zaman böyle yürüyordu. Zübeyir abinin nezaretinde. Kimseye bir şey söylenmiyordu. Çünkü devamlı takip altındalardı. Yanlışlıkla biri bir istihbaratçıya söylerse baskınla gelip toplatıyorlardı, kitapları alıp götürüyorlardı.


Yeri gelmişken soralım. Zübeyir abiyi gördünüz mü?
Evet gördüm, o zamanlar O Süleymaniye’de kalıyordu. Bizim dönemimizde oranın ara katında Oktay ile Rüştü diye iki arkadaş daha kalıyorlardı. Filozof Rüştü diyorduk. Cumartesi akşamları orada umumi dersler olurdu. Oraya derse giderdik. Ev sahibi de aynı binada kalıyordu. Sanırım ismi Abdurrahim idi. Binanın tek girişi vardı. Önce alt kata giriliyordu, merdiven de yoktu alt kata girdikten sonra üst katlara çıkılıyordu.
 
Giriş katta bir oda, hol, bir de lavabo vardı. Odanın büyüklüğü 15–20 m2 kadardı. Hol mutfak olarak da kullanılıyordu. O da 2 m2 ancak vardı. Penceresi de yoktu, wc de merdiven altındaydı, oranın da penceresi veya havalandırması yoktu. Yani, Meşhur Kirazlı Mescit dershanesi dedikleri yer bu kadardı. Bir de üst odalar vardı. Zübeyir abi üstte kalıyordu. Daha sonra hol ile odayı birleştirdiler yani aradaki duvarı kaldırdılar. O günlerde cemaat o kadardı, ancak orası doluyordu. Sene 1966.


Daha sonra Elazığ’a gittiniz?
Evet, Elazığ’a gidince ilk işim gidip Hulusi abiyi ziyaret etmek oldu. Daha sonra okula kaydımı yaptım. Okul yeni yapılmış çok güzel bir okuldu. Yakınında yurt yapılıyordu henüz bitmemişti. O nedenle biz ev tuttuk bir eve yerleştik.


Dershane de henüz yoktu. Hulusi abi evinin bir odasını dershane yapmıştı. Eski evler malum avlulu olurdu. Avluya girdiğinizde üst katta önce bir hol var oraya giriyorsunuz daha sonra kendi evi ile kapısı ayrı bir oda vardı. Yani o holda iki kapı vardı biri evine açılıyordu diğeri de tek bir odaya açılıyordu. Bu oda 20-25m2 civarında bir odaydı. Orayı Hulusi abi dershane yapmıştı. Kendisi girişe yakın bir sandalyede otururdu. Ders olduğunda gider evden çayları alır gelirdi. Kapıya kadar getirirdi orada birileri elinden hemen alır dağıtırlardı. Her gün orada Hulusi abi ikindiden sonra ders yapardı biz de zaman zaman o derse gider iştirak ederdik.


Hulusi abinin ders yapış şekli bizim klasik derslerimize benzemiyordu. Önce salavatı şerife okurdu, ardından üç tane hadis-i şerif okurdu, meallerini söylerdi. Derdi ki, “ben hadis-i şeriflerin mealini vermeye yetkiliyim ama ayetlerin mealini söylemeye yetkim yoktur.” Ardından ders okunurdu. Genelde kendisi okumazdı birileri okurdu o izah ederdi.


“Ben kendisine bir gün sordum neden hadis-i şerif okuyorsun? bizim klasik ders anlayışımızda bu yoktur.”


Bana, “Peygamber efendimiz’in (ASV) ruhaniyatının üzerimizde olmasını istiyorum.” demişti.
 
Bitlisli bir çaycı vardı, Arpacının Hanı denen bir yerde çayocağı vardı. Yani hanın içindeydi bu çay ocağı, bu zatın silueti hiç gözlerimin önünden gitmiyor, hiç konuşmaz hep tebessüm eder gülümserdi. Hulusi abi zaman zaman gider dersi orada yapardı.


Hulusi abi kendisi ders yapacaksa kendi defteri vardı, oradan yapardı. Kendisi yapmadığı zamanlar Camcı Kemal isminde bir arkadaş vardı bizden yaşça biraz büyük 30-32 yaşlarında genelde ona okuturdu ve kendisi geniş geniş izah ederdi. Çok teferruata gireredi, hatta bazen konudan da uzaklaştığı olurdu.


Ben bunu da kendisine bir defasında sordum. “Neden böyle yapıyorsunuz? Konudan uzaklaşıyorsunuz.” dedim. “Cahil cesur olur” kaidesince o zaman gençtik çekinmeden sormuştum. Bana şöyle cevap verdi “Nasıl geliyorsa öyle de gidiyor.” dedi. Başka da bir şey söylemedi.


Ben Elazığ’a gittiğimde Hulusi abi 70 yaşlarındaydı. Bazen Cemil abinin orada otururdu orada ders yapardı. Bir gün haber geldi orada ders yapılmasın diye. Biz de bunu Hulusi abiye ilettik. Hulusi abi o kadar sakin ve yumuşak bir insan olmasına rağmen bu haberden çok rahatsız oldu. Fakat yine de çıktı biz de dağılmıştık.


O dönemde dershane olmadığından çeşitli yerlerde ders yapılırdı. Lastikçi Mehmet Efendi vardı, bazen onun bürosunda ders yapardık. Mehmet Şaşmaz abinin oto yedek parçası satan bir dükkânı vardı orada yapardık. Yani, çok çeşitli yerlerde ders yaptığımızı hatırlıyorum.


Hulusi abinin ehl-i keramet olduğu anlatılıyor. Bu konuda neler biliyorsunuz?
Bir gün hal pazarının aşağı bölgesinde bir yere derse gittik. Gece dersi ama Hulusi abi deyince herkes geliyordu. O nedenle de hayli kalabalıktı. Ama o gidince de herkes gidiyordu, böyle bir durumdu. Yani, onun şahsına bağlı bir cemaat oluşmuştu.


O gün her zamanki gibi geldi oturdu, ders başladı ama, sanki sürekli izah eden Hulusi abi gitmiş yerine bir başkası gelmiş gibi, başını önüne eğmiş hiç konuşmuyor, kimseye bakmıyor tuhaf bir hal. Sonra baktık birden kalktı hiçbir şey söylemeden çıkıp gitti. Ben istedim ki, ders devam etsin ama etmedi, öyle alışmışlardı. O olmayınca ders yapılmıyordu. O nedenle cemaat de onun çıkması ile çıkıp gitti biz de gittik sonra en son bir terzi çırağı vardı o çıkınca polisler birden basıyor orayı. O da “abi geç kaldınız Hulusi abi gitti, ardından cemaat de gitti” diyor. (Gülüşmeler)


Buna biz şahit olduk demek ki, geleceklerini bir şekilde manen haber almıştı.


Kendisi veliyi şöyle tarif etmişti. “Allah’ın dostuna dost, düşmanına da düşman olan kişidir” demişti.


Bir gün dualarının kabul edildiğini ifade manasında; “bir keresinde tek bir defa Lahavle vela kuvvete illabillahil aliyyil azim” duasını okudum, olmayacak işim oldu” demişti.


Bir defasında “ben ders yaparken Üstad’dan bahsetmiyorum ki, nazarlarınız Risale-i Nurdan Üstada dönmesin” demişti. Derslerinde ve konuşmalarında daima Risale-i Nura nazarları döndürmeye çalışırdı.


Hulusi abinin ikinci hacca gidişinde Ali Ulvi Kurucu ile görüşmesinde, “neden Risale-i Nuru izah etmiyorsunuz?” diye sormuşlar. O da şöyle cevap vermiş; “Risale-i Nuru her okuyuşunuzda mana değişir. Mesela Birinci sözü ilk okuduğunuzda anladığınız mana ile ikinci okuyuşunuzdaki anladığınız mananın her ikisi aynı değildir. Her okuyuşunuzda değişik manalar aklınıza hayalinize gelir. İşte böyle bir eserin hakiki izahı olmaz. Böyle bir eserin hakiki tefsiri de olmaz” demişti.


Hulusi abi, dersleri dua ile bitirirdi. Yani her dersin sonunda dua ederdi. Dünyevi ve uhrevi dua ederdi. İnsanların dünya işleri içinde dua ederdi, ahiretleri içinde dua ederdi. Yani, kendisinden dua isteyenlere, işi rast gitmemiş insanlara, yolculara bildiği hastalara özel dua ederdi. Duasında en fazla tekrar ettiği ve benim dikkatimi çeken dua şu idi. “Yamuhavvilelhavle vel ehval, havlel halena ilaaaaaaa!. Ahsenül hal” derdi. Özellikle o ilaaaa’yı uzatırdı. Onu uzatması hala gözlerimin önünde.


Bir de hemen her iki dersten birinde kendi talebesi olan, Kadiri şeyhi Hacı Tevfik efendinin (o da çok büyük bir zattı ama Hulusi abinin aynı zamanda talebesi idi) bir şiirini okurdu. Ondan sitayişle bahseder onu methederdi. Okuduğu şiiri şöyle idi. O kadar çok dinlemişim ki, ben de ezberlemiştim.


Kovan arısının olmasa balı
Kuru vızıltısı ile nola hali
İlahi gider bizden kilu kali
Cemi’ taklidimizi tahkika dönder.
 
Bunu sık sık okurdu. Bunu neden yaptığını şimdi daha iyi anlıyorum bizim temel hastalığımızı bu şekilde teşhis eder ve tedavisi için bu şekilde dua ediyordu.


Kılu kal derken Dedikodu hastalığımızı nazara verir, eğer sen bal üretmemişsen, bir hizmet üretmemişsen. Orada burada dedi kodu yapmanın bir anlamı yoktur. Bal üretmemiş arının vızıltısına benzer onun gibi vız vız eder durursun.


Bu hastalıktan kurtulmanın çaresi de ehl-i tahkik olmaktır. Taklidi olan hal ve tavırlarımızı tahkike çevir İlahi derken buna parmak basmış oluyor.
 
Namaz kılışı veya ibadet edişi ile ilgili bildiğiniz müşahede ettiğiniz farklı bir durumu var mıydı?


Namazlarını Yeni Camide, caminin en arka saflarında müezzin mahfili gibi bir yer vardı orada kılıyordu. Namazlarını devamlı camide cemaate dahil olur öyle kılardı.
Bununla ilgili önemli bir tespitim var onu burada anlatmak isterim. 1971 yılında 12 Mart muhtırasından bir hafta kadar önce başladı bu durum; erken geliyordu. Namazdan sonra tesbihatın yapılmasını da bekledikten sonra kendine has bazı virtleri vardı. Onları uzun uzun okuyordu, çok farklı dualar okuyordu, ama öyle çırpınırcasına bu duaları okuyordu ki, biz şaşkın şaşkın dinliyorduk. Bu hal bir hafta böyle devam etti, çok dikkat çekecek bir şekilde Risale-i Nurlarla iştigal ediyordu, sürekli okuyordu. Sonra ben o hafta sonu İstanbul’a gitmek için izin istediğimde baktım üzüntülü duruyor. Fakat bir şey demedi “git” dedi. Bana -Allah kendisinden razı olsun- dua da etti. Yolculuk esnasından mola verdiğimiz bir yerde öğrendik ki, 12 Mart muhtırası verilmiş. Bu durumu ya kendi özel kaynaklarından öğrenmişti ki, bu mümkün değil gibi görünüyor veya keşfen öğrenmişti. O nedenle böyle bir hale bürünmüştü.
 
Yine bir gün sohbet esnasında “benim asıl hizmetim orduda oldu” demişti. Yani, kendisi gerçek hizmeti orduda görevli olduğu dönemde yaptığını ifade etmişti. Aslında bunu söylerken birazda benim gibilerin kafasından geçen bir soruyu da böylece cevaplandırmıştı. Benim bazen aklımdan geçerdi. “Neden Hulusi abi de diğer Üstadın hizmetkarları gibi cemaat içinde aktif değil?” diye. Adeta bizim kalbimizden geçen bu soruya cevap vermişti.


Hulusi abiye göre Üstadın zikri
Hulusi abinin özel bir hali vardı. Bana bakar ama sana cevap verir, eğer sana cevap verecekse veya kalbinden geçen bir sual varsa bu defa bana bakar cevap verirdi. Bu şekil konuşmayı Üstaddan almış zira Üstadın da böyle bir tarzı varmış. Hatta bir defasında Üstadın bu şekilde hitap ettiğini kendisi bizzat söylemişti.


Üstad derken bir husus daha aklıma geldi onu da aktarmak isterim. Üstad’a bir gece Barla’da beraber kalmayı teklif etmiş, Üstad da kabul etmiş ve o geceyi Üstad ile geçirmiş. Üstad cehri olarak zikirlerini yapıyormuş. Yani, açıktan ve sesli olarak zikrediyormuş.
 
“Lailahe illa hu!.
Lailahe illa hu!
Lailahe illa hu!
La Rezzaka illa hu,
Lailahe illa hu!.
Lailahe illa hu!
Lailahe illa hu!
La Mabuda illa hu,
 
ilaahir şeklinde esma-i hünsanın tamamını okumak suretiyle zikrediyormuş. Namaz kılmak için tekbir alışını hiç unutamadığını, onun arkasında kıldığı namazdan aldığı zevki hiçbir zaman hiçbir yerde almadığını ifade etmişti.


Üstadın, namazlarına başlarken tek tekbirle başlamadığını, birkaç tekbir alarak başladığını anlatırdı. Bunu da şöyle yorumlardı: “Ben zannediyordum ki, her tekbir getirişinde bizden birin alıp huzur-u İlahiyeye çıkarıyor. Sanki bizleri de kendi manevi atmosferine almak için böyle yapıyordu.”
 
Hulusi abi Üstadı Eğirdir Komando kampındayken tanımış. Bunlar hatıralarında da var zannediyorum. Üstadın yanına büyük bir tarikat şeyhi zannederek gidiyor. Ama, Üstad onun bu kalbindeki soruya cevap veriyor. Ve diyor “Kardaşım ben şeyh değilim, imam-ı Rabbani, İmam-ı Gazali gibi bir imamım” demiş. Bizzat ben bunu Hulusi abiden dinlemiştim.

(Devam edecek)