Her Nur Talebesinin bir hikayesi vardır

Her nur talebesinin bir hikayesi vardır. Üstâdımızın hayatı, zaten hikâyenin de ötesinde bir destan, bir efsane olarak tarihteki yerini almış bulunuyor. Mehmet Akif’in Çanakkale şehitlerine “ Gömelim gel seni tarihe desem sığmazsın” dediği gibi, Bediüzzaman Hazretlerinin destanını da tarihlere ve kitaplara sığdırmak mümkün değildir. “Saffı evvel” denilen birinci kuşak yakın talebelerinin de hikâyeleri yine kahramanlık ve fedailik motifleri ile doludur.

Bizim gibi sıradan insanların hikâyesi elbette onlarınkinin yanında deryada damla kadar bir kıymet ifade etmez. Ama damla da olsa, güneşe müteveccih olduğu için kaabiliyetine göre bir kıymet taşır diye ümit ediyoruz.

Bazı abilerimize yaşlarını sorduğumuz zaman, Risale-i Nur’u tanıdıktan sonra geçen yıllarını söylerler. Meselâ, on sene önce tanımışlarsa, “on yaşındayım” derler. Risalelerden habersiz geçen yıllarını yaşanmamış sayarlar. Bu anlamda, elhamdülillah kendimi epeyce yaşlı hissediyorum. Ucundan kıyısından da olsa, elli yıllık tanışıklığımız var sayılır. Her ne kadar elli yılın ilk onbeş yılında bilinçi bir dostluk ve yakınlıktan uzak geçirmiş olsam da beş yaşından itibaren Bediüzzaman ve Risale-i Nur isimleri hafızamda yer tutmaktadır. İsterseniz hikayemi baştan alayım da gereksiz kelam ve kelime israfına girmeyelim.

Yıl 1960. Aylardan Şubat ayı olsa gerek ki, kış mevsiminin en yakıcı soğukları yaşanıyor. Verem hastası olan rahmetli annemin öksürükleri dinmek bilmediğinden, babam at arabası ile annemi Emirdağ’ına doktora götürmüştü. Ben de annemin “körpe kuzusu” olarak, onlarla birlikte bu yolculuğa çıkmıştım. Zorlu bir yolculuktan sonra Emirdağ’ına vardık. Annem muayenesini olmuş, konaklamakta olduğumuz Şekerci’nin Han’a dönüyorduk. Emirdağ sokaklarının buzlu kaldırımlarında yürürken, ilerdeki bir evin önünde büyük bir kalabalık toplandığını gördük. Babam ne olduğunu sorduğunda, kalabalık içinden bir adam,”Bediüzzaman Hazretleri dışarı çıkacak diye bekliyoruz belki görür de elini öperiz” dedi. Annem, Bediüzzaman adını duyunca, hastalığını unutmuş, onu görebilmek için kalabalığı yararak eve doğru yaklaşmaya çalışıyordu. Babam, “ yavaş ol ezileceksin, o kalabılığın içinde ne işin var” dese de, annem aldırmıyor, “şu mübareği görebilsem başka bir şey istemem” diyordu.

Pencerede kalın perdeler çekiliydi. Perde biraz aralanacak olsa, insanlar da dalgalanıyor, Bediüzzamanı’ı görebilmek için heyecanla pencereye bakıyorlardı. Buzlu kaldırımlar üstünde belki bir saat kadar bekledik.Sonunda talebelerinden birisi ( Zübeyr Abi olsa gerek) dışarı çıkarak kibar bir ifade “Lütfen boşuna zahmet edip beklemeyin, Üstâd Hazretleri çok hasta dışarı çıkacak hali yok, hepinize selam ve dualarını yolluyor” dedi. Bunun üzerine kalabalık yavaş yavaş dağılmaya başladı. Biz de arabamızın bulunduğu Şekercinin Han’a doğru yürümeye devam ettik. Annem iki adım atıyor, sonra geriye dönüp kalın perdeli pencereye bakıyordu. Ama ne perde aralandı, ne kapı açıldı. Köye varıncaya kadar annem Emirdağ istikametinden gözünü ayırmadı.

Dedem köyümüzde hatırı sayılır hocalardandı. Salı günleri Emirdağ’ın pazarı olduğundan, ayda bir kaç defa alış veriş için Emirdağ’ına gider, her gittiğinde de Bediüzzaman’ı ziyaret etmek istermiş. Ama çok defa buna muvafaak olamazmış.Ancak bir defa görebilmek nasip olmuş. Talebeleri eline bir kitap verir, “siz bunları okuyun, Üstâdı ziyaret emiş olursunuz” derlermiş. Dedem de eline geçen Hastalar Risalesi anneme okur, hastalığının günahlarına bir kefaret olduğunu söylermiş. Annem bu kitaplardan o kadar teselli bulurmuş ki, dedem yanına geldiğinde mutlaka kendisine kitap okumasını istermiş. İşte bu yüzden annem Bediüzzaman’a karşı büyük bir hürmet ve hayranlık duyarmış.

Aynı yılın bahar aylarında Emirdağ pazarından dönen bir komşumuz, Bediüzzaman’ın vefat ettiği haberini getirince, annemin ne kadar üzülüp ağladığını hatırlıyorum. Nitekim sonbahar mevsiminde de annem Hak’kın rahmetine kavuşmuştu. Kimbilir, belki de Emirdağ’da, kalın perdelerin arkasında bir türlü göremediği Üstadına kavuşmuştu.

Bediüzzaman ve Risale-i Nur isimleri ile tanışıklığım böyle başlamıştı. Ama annemi ve dedemi kaybettikten sonra bir daha bu isimleri duymaz olmuştum. Aradan bir on yıl geçti, ben de ortaokula başladım. Kitap ve gazete okuma merakım çok fazlaydı. Elime geçen gazette ve dergileri okumaya çalışıyordum. Bir gün okulda bir arkadaşın elinde “İttihat” adında bir gazete gördüm. Müsade isteyip aldım ve okumaya başladım. Burada da Bediüzzaman ve Risale-i Nur isimlerini görünce heyecanlandım. Rahmetli annem aklıma geldi. İttihad’ı okudakça, annemin Bediüzzaman hayranlığını sebebini daha iyi anlıyordum. Aynı gazeteyi bir kaç sayı daha takip ettim. Sonra İttihad’ın kapandığını öğrendim. Ama onun devamı olan günlük bir gazete çıkmaya başlamıştı. Kıt imkanlarıma rağmen, okul harçlığımdan kestiğim paralarla hergün bir Yeni Asya alıyor, her köşesini ilgi ve merakla okuyordum. O zamanlar gazetede sık sık şiir ve hikâye yarışmaları düzenlenirdi. Ben de şiire meraklı olduğumdan, yazdığım şiirleri gazeteye göndermeye başladım. Gazetede ilk şiirim yayınlandığında ne kadar çok sevindiğimi anlatamam. Çünkü daha onbeş yaşında bir çocuktum ve yazdığım şiir gazetede yayınlanıyordu. Bu şevkle yazmaya devam ettim. Bir de şiir yarışmasında dereceye girince, kendimi tamamen şiirin heyecanına kaptırdım ve daha büyük istekle yazmaya devam ettim.

Ama hâla Risale-i Nur ve eserlerinden ve cemaatten haberim yoktu. Bediüzzaman ile bütün bağım, annemle ilgili hatıralarımdan ve gazeteden ibaretti. Cemaatle ilk temasım, 1973 yılında Kayseri’de Rahmetli Ali Mutlu Abi ile tanışmakla başladı. Okumakta olduğum yatılı okulun mescidinde namaz kılarken, gazetemi de yanımda taşıyordum. Bir arkadaş benim Yeni Asya okuduğumu görünce, yanıma geldi, beni cemaatten birisi zannederek hangi dersaneye gittiğim sordu. Ben de o güne kadar dersane deyince sadece okul dersleri ve dersliklerini biliyordum. Sınıfımın yerini tarif ettim. Arkadaş güldü. “Onu demiyorum, nur dersanesini diyorum” deyince, böyle bir dersten haberim olmadığını söyledim. Bunun üzerine hafta sonu beni Ali Mutlu Abi’nin bulunduğu dersaneye götürdü. Ali Abi babacan tavrı ve samimi muhabbeti ile beni öyle bir kucakladı ki, aradan otuzbeş yıl geçti, hâla o sıcaklığı yüreğimde hissediyorum.

Bundan sonraki süreç, cemaatle ve gazete ile iç içe geçti. İhtilalleri, ihtilafları, inkıtaları beraber yaşadık. Derken, birgün cumhuriyet savcılığına celbedildim “İlahi ikaz yazıları” nedeni ile ifadem alındı. Arkasından mahkeme safahatı başladı. Uzun bir yargılama süreci sonunda DGM tarafından mahkum edildik. 2003 Yılında, Kurban Bayramı izininden dönmüş, çalıştığım kamu işyerinde işime başlamıştım. Akşam eve geldiğimde hanım elime bir pusula tutuşturdu. İnfaz savcılığından geliyordu. “Kesinleşen hapis cezanızın infazı için beş gün zarfında savcılığımıza başvurunuz. Aksi halde hakkınızda yakalama müzekkeresi çıkartılacaktır...”

Evin içinde soğuk bir hava esiyordu. Çocuklar her günkü gibi şımarmıyor, bir köşede sessizce bana bakıyorlardı. Sanki bir günde büyümüşler ve olgunlaşmışlardı. Hanım, yüzündeki hüznü saklamak için gülümsemeye çalışıyordu. Ben de “beş gün uzun bir süre, Allah kerimdir. Gün doğmadan neler doğar” diyerek ev halkını teselli etmeye çalıştım. Bir yandan da içimden emekliliğime daha beş sene olduğunu, hapse girdiğim takdirde işimi kaybettiğim gibi emeklilik hakkımdan da olacağımı düşünüyordum. Ama Risale-i Nur'dan almış olduğum tevekkül ve kadere rıza dersi içimi rahatlatıyordu. Daha önce de çeşitli vartalar atlatmış, Allah’ın izni ile hiç bir zarar görmeden kurtulmuştuk.

Sonrasında yine Kur’an’ın ve Risale- i Nur’un himayesini üzerimizde gördük. Asrın Müceddidi'nin tasarrufu da devam ediyordu. Nitekim Cumhuriyet Savcılığına yaptığımız infaz erteleme başvurusu kabul edildi. İnfazımız dört ay ertelendi. Bu arada AB kriterleri çerçevesinde çıkartılan uyum yasaları ile ceza kanunu değiştirildi. Yeniden yargılandık. Yine aynı ceza verildi. Fakat, hakkımızdaki son kararı Hakim-i Adil olan Cenab-ı Hak veriyordu. İkinci defa verilen mahkumiyet kararından sonra cezamız ertelendi ve bugüne kadar da her hangi bir sıkıntı doğmadı elhamdülillah.

Ben hayatımın serencamını, Bedevi Arap çöllerinde seyahat eden bir adamın, bir kabile reisinin ismini almasıyla şâkilerin şerrinden kurtulup hacâtını tedarik etmesine benzetiyorum. Böyle bir daire içinde bulunup şirket-i maneviyede hissedar olmanın ümidini taşıyor, şükrünü eda etmeye çalışıyorum.

Bu duygularımı şiire dökerek sizlerle paylaşmak istedim.

TUT ELİMDEM ÜSTADIM

Nerede yıkılmış bir mezar görsem,
Bana seni hatırlatır Üstadım
Bir gün meçhul bir diyarda ölürsem,
Beni de yanında yatır Üstadım.

Bülbül oldun, kafeslerde şakıdın,
Sözler’ini çile ile dokudun,
Şu kâinat kitabını okudun,
Sayfa sayfa, satır satır Üstadım.

Yanaşırken bir karanlık rıhtıma,
Eserlerin ışık tuttu bahtıma,
Tenezzül edersen gönül tahtıma,
Dilediğin gibi otur Üstadım.

Hak’ın huzurunda, hesap gününde,
Perişan kalırsam mahşer yerinde,
Elimden tutup da “Talebem” diye,
Resul-û Ekrem’e götür Üstadım.

Abdil Yıldırım

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.