Risale-i Nur Okuma Notları-24: Gaflet Halinden Huzûra Yolculukta

Tefekkürün Etkinliği

Kur'an, insanın aklını kâinattaki kesrette boğmamak için daima kesret içindeki Ehadiyet cilvesini nazara sunar. Mesela “Göklerin ve yerin yaratılışında, renklerinizin ve dillerinizin farklılıklarında Allah'ın âyetleri (mucizeleri) vardır“ (Rum suresi, 22) âyetinde olduğu gibi...

Kur'anın “Ve ceala'ş-şemse ziyâen ve'l-kamere nûren” (Güneşi bir ziya, ayı ise bir nur kıldık) (Yunus suresi, 5) âyeti ve “Allâhu nûru's-semavati ve'l-ard” (Allah, göklerin ve yerin nûrudur) (Nur suresi, 35) âyetinin işaret ettiği üzere İlâhî tecelliler ve yaratma sistemini Güneş temsiliyle anlamak, Kur’anın kendi bütünlüğü içindeki referansıyla mümkündür. Bu referans çerçevesinde İlâhî hakikatleri temsil aynasında görmek istediğimizde hakikatler şöyle temessül eder: Güneşin ısısı ve ışığıyla bütün yeryüzündeki nesneleri ısıtması ve ışıtması "Vâhidiyet” hakikatine misaldir. Her şeffaf şeyde ise bütün ısısı, ışığı, yedi rengi ve zâtının görüntüsü ile belirmesi ise “Ehadiyet” hakikatine misaldir.

Nesneler güneşin ışığını kırarak, kabiliyetlerine göre güneşin ışığını veya rengini gösterirler. Çiçekler, güneşin ışığından bazı renkleri tutup bazılarını gösteriyorlar. Şeffaf şeyler ise hiç bir şeyi tutamadan aksettirirler. Temsilde kusur yoktur, çünkü vahyin temsilidir. Güneş, temsildeki Cenab-ı Hakk'ın Zâtıdır. O’nun zâtî cilvesi, “Ehadiyet“tir. İsim ve sıfat tecellisi ise “Vâhidiyet“tir.

  • Vâhidiyet tecellisi, cüz ve küll üzerinde tecelli eder. Ehadiyet ise, ferd (cüz’î) ve tür (külli) şeklinde olan hayat hakikati ve nurani yapılar üzerinde tecelli eder.
  • Vâhidiyet, Cenab-ı Hakk'ın fiil-isim-sıfat gibi tecellilerini gösterir. Ehadiyet ise, fiil-isim-sıfat-şuunat-zât boyutlu tecellilerini gösterir. Bu mukayese çerçevesinde Ehadiyet, Vâhidiyet’ten daha tam ve daha büyüktür, denilebilir.

Bu noktada gözle göründüğü üzere hayat hakikati, şuur ve akıl sahibi yapılar Ehadiyeti tam yansıtabilecek bir donanıma sahiptirler. Bu hakikate binaen “Emanet âyeti“ insanın emaneti yüklenmekle, vâhidiyete mazhar semâvât ve arzdan öteye geçtiğini söylüyor. Fakat sonraki âyet insanların ekseriyeti “zulüm” ve “cehalet”le şirk ve nifaka düşeceği için ön plana onları koyuyor. Bu konuda günaha giren müminlerin ise mağfirete mazhariyetlerini de ifade eder.

Bu sonsuz potansiyelleriyle canlılar ve insan hayatı sonsuz cihette ihtiyaç taşır. Her canlının potansiyeli, sonsuz ihtiyaç yönüyle Ehad-i Hakiki olan Zat-ı Ehad-i Samed'e bağlıdır. Vücudu, Kayyumiyet hakikatiyle Samediyete bağlı olduğu gibi, hayatı da Hayy ve Muhyi isimleriyle zarureten Ehad-ı Hakikî’ye bağlıdır. Hak ve hakikate muhtaç ve müştak aklı, ruhu, kalbi ve sırrı cihetiyle vahyin kaynağı olan Mütekellim, Hakk, Hakem, Adl, Rahman gibi sayısız isimler ve hakikatlerle bağlıdır.

Besmele, içerdiği üç Ehadiyet sikkesi ile Ekberiyet-i İlâhiyeyi ifade eder. Uluhiyet, Rahmaniyet, Rahimiyet hakikatleri ve bunların aynası olan kâinat, arz ve insanın mahiyet ve hakikatleri Zât-ı Akdes-i Mutlak'ın bir Ehadiyet damgası ve sikkesidir. Itlak ve İhata mülkünün Mâliki, sayısız mahlukatı Kendisinin tek bir tecellisi ve cilvesi olan Mutlak İmkan sahibi Zât-ı Mutlak olan Zât-ı Ehad-i Samed'dir.

Kâinat, cüz ve küll olarak yaratılmış. Vahdet sıfatı hem cüz ve hem küllü icad eder. İcad fiili, bir vahdet tecellisidir. Vâhidiyet ise, o cüz ve küllü teşkil eden kudret ve kuvvet tecellilerini organize edip sünnetullah altına alarak idare eder. Bu idareye "Arş” denilir. Maddeci iktidarların Kur'an, “Arş“ı olduğunu söyler.[1] Fakat cüz'î ve küllî hakikatlerini yansıtan, Hakikatin her yerde külliyetiyle hâzır olduğunu ifade eden Ehadiyet ise, ilim ve irade hâkimiyetini gösterir. Canlılıkta en zirvede olan yapıda, ilim hakikati de güneş kadar barizdir. Hatta o derecededir ki ilim, iradeyi doğurmuş. Manevi canlılık da devreye girince canlılık mücessem bir ilim ve nur fabrikası haline gelmiştir. Bu manada canlılar âlemi, ilim ve irade ile idare edilirler. Bu idareye ise Kur'an “Kürsi“ adını verir. Kur'anın en büyük âyeti ve ders verdiği en muazzam hakikat bu Kürsî meselesidir. Hadis-i sahih ile bu meselesi sabittir. Hz. Peygamber (SAV), sahabelerden hâfız ve âlim olmakla tanınan Übeyy ibn-i Ka’b’a (RA) sorar:

-“Kur’anın en büyük âyeti hangisidir.” Hz. Übeyy:

-“Âyete’l-Kürsi’dir ey Allah’ın Resulü” cevabını verince, Hz. Peygamber (ASM):

-“Allah ilmini mübarek kılsın” der.

Ümmet-i Muhammed (ASM) “İlim ümmetidir.“ Bu manada manevi iktidarların Kur'an, “Kürsi“si olduğunu vurgular.[2]

Abdullah ibn-i Abbas (RA), Hz. Ali'den (KV) ve Efendimiz'den (ASM) aldığı dersle “Kürsi, Allah'ın ilimle idaresidir“ der. Ehadiyet Hakikati, bu Külli Kürsi hakikatinin Ezelden Ebede külliyet mertebesinde inkişafının temelidir. Kâinatta kudret ile idare ve icad ediliyor görünse ve kâinat bir Arş olsa da, kudretin olduğu her yerde ve şeyde İlim ve İrade mutlaka vardır. Bu cihetten kâinat, hem bir arş-ı kudret, hem bir kürsi-yi ilimdir. İnsanın kemal yolculuğu Allah’ın arş-ı kudretiyle muhatabiyet şeklindeki “zâhir”den, kürsi-yi ilmiyle muhtabiyet şeklindeki “bâtın”a geçmek ve daha ileride arş ve kürsiyi cem edecek bir ufukla “Hakk” ismine mazhar olarak, her şeyde “ilim-irade-kudret” birlikteliğini görmek, hakka tabi olarak “hidayet”, “istikamet” ve “hikmet”e erişmektir. (Lem’alar, 14. Lem’a, 2. Makam, 2. Sır)

İlim ehlinin Hakikate yolculuğunun adı, "Tahkik"tir. Hikmet erbabının, Hakka yolculuğunun adı "Tedkik"tir. Tahkik, ilim ehline, meselenin hakikatini, zaman-üstü özünü hediye eder. Tedkik ise, hikmet ehline, o meselenin hikmet ve sırlarını, hakikatin kâinatta nasıl tecelli ettiğini, hakikatin nasıl hakk haline geldiğini, hakikatin nasıl farklı suretlerde göründüğünü ve bunun gerekçelerini gösterir. Bu manada tahkik,

  • “Zâhirden hakikate geçmek”tir.
  • Latîf isminin eseridir.
  • Zekânın mahsulüdür.
  • İmanın yoludur.
  • Gaybı aydınlatmaktır.

Tedkik ise,

  • “Hakikatten hakka yükseliştir.”
  • “Zâhir” ile “bâtın”ı birleştirmektir.
  • “Sûret”i “hüviyet” haline getirmektir.
  • İlmi “şuur” boyutuna yükseltmektir.
  • Habîr isminin tecellisidir.
  • Şehadet âlemini “tevhid-i şuhûd” ile aydınlatmaktır.
  • Hakikati her yerde ve her şeyde temaşa etmektir.

Hakikat bulunmadan ve bilinmeden hakka, hikmete ve sırlara vasıl olunamayacağından tahkiksiz bir tedkik olamaz.

Tedkik, bir "Tümdengelim”dir. Tahkik ise "Tümevarım”dır. Bu konuyu kelam âlimleri “Bürhan-ı İnnî“ (Hakikati Gösteren Bürhan) ve “Bürhan-ı Limmî” (Hikmeti, Yaratılış Gerekçesini Gösteren Bürhan) ile ifade edip özetlemişlerdir. Fakat kâinatta canlılık olduğu, canlılıkta ise maddedeki cüz-küll ilişkisinden ötede cüz'î-küllî hakikatleri de tecelli ettiği ve yaratılış sürecinde hayatın farklı tabakaları zuhur ettiği, şuurlu canlılık maddeyi kendi etrafında toplayıp dilediği gibi onda tasarruf edebildiği gibi hakikatlerin tezahür etmesi gösterir ki, Tümdengelim tabiri yetersizdir. Tüm ve bütün, küll ve cüz olarak tecellidir. Bu noktada ehl-i felsefe tıkanıp kalır. Varlık konusunu ele alan ve felsefi metinlerden faydalanan ansiklopedilerde gördüğümüz üzere… Felsefe bu bakışından dolayı kâinatı çözemez ve çözememiş.

Kur'an ise kâinatı ve yaratılışı Şeceretü'l-Kevn (Yaratılış Ağacı) adıyla isimlendirir ve meseleyi ağaç modeliyle çözer. Sidre-i Münteha bahsi bu çerçevede ele alınabilir. Çünkü ağacın cüz-küll boyutu taşıyan kısmı olmakla beraber cüz'î-küllî boyutunu taşıyan meyveleri de bulunuyor. İnsanlık dünyasının ârifleri ve âşıkları, Hakikate uruç ettiklerinde kâinatı daima bir ağaç olarak müşahede etmişlerdir. Hz. Musa (AS), zeytin ağacı olarak, Hz. İbrahim (AS) incir ağacı olarak, Hz. Peygamber (ASM) sidre (kiraz) ağacı olarak, Kelt toplumunun peygamberleri ise meşe ağacı olarak... Demek Hakikat, külli bir ağaçtır. Her insan, hakikat çekirdeğini ruhunda saklayan bir meyvedir. Bu manada Tedkik “Tümdengelim” değil, “Tümeldengelim”dir.

Üstad Bediüzzaman bu meseleyi Vâhidiyet ve Ehadiyet hakikatleri çerçevesinde ele alarak anlatır ve kâinata dair muazzam Rububiyet meselelerini ve yaratılış sırlarını çözer. Tahkik, Vâhidiyeti bulmaktır. Tedkik ise, Ehadiyet ile her şeyi bizzat Allah'ın yed-i kudretinde müşahede etmektir.

Bu açıdan kesretten Vahdete, “kesret-i suret”ten “vahdet-i hakikat”e tahkik ile yönelmeden, Hakikati hakka’l-yakin bulmadan ve bilmeden Tedkik olamaz. Hakikati bilen ve tadan birisi, o hakikatin hangi zamanda, hangi toplumda ne surette görünürse görünsün semavi özünü ve tadını orada alır. Bu şekilde kâinatı boğulmadan okur, nurun ala nur sırrıyla günden güne dünyasını aydınlatır. Şuur tabakalarında sonsuz yolculuğa çıkar. Cehaletten, tasavvura ve marifete, oradan tasdik ve ilme, oradan hüviyet, hikmet ve irfana şeklinde ebediyet yolculuğunu yaşayabilir. “Allâhu nûru’s-semâvâti ve’l-ard”(Allah göklerin ve yerin nurudur) âyetini enfüs ve âfak boyutuyla önce mekanda, sonra zamanın enfüs ve âfak boyutları olan “şimdiki zaman”ile “geçmiş ve gelecek zaman”larda, daha ötede ezeliyet ve ebediyet boyutlarında müşahede eder. Kur’anın ilk emrinin işaret ettiği üzere insan hilkaten ve fıtraten “okuyucu”dur, nur yolcusudur. İnsan şuuru, var olduğu sürece, her girdiği âlemde okumaya ve nurlanmaya, İlâhî nurları bulmaya, görmeye, bilmeye, Onunla boyanmaya devam eder. İnsanın şuuru ise, İlâhî irade bozmadığı, dağıtmadığı, söndürmediği sürece daima bâkidir. ( Asar-ı Bediiyye, Rumuz Risalesi)

[1] Bakınız Sebe melikesinin arşı bahsi…

[2] Bakınız Hz. Süleyman (AS) kıssaları…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.