Müteşâbih Hadisler Konusunda Bediüzzaman’ın Görüşleri ve Tespitleri

Kur’anî bir ıstılah olan ve hadis konusunda da karşımıza çıkan müteşâbih kelimesi “mâna yönünden birden fazla ihtimal taşıdığı için anlaşılmasında güçlük bulunan lafız veya ifade…” anlamına gelir. Teşâbüh masdarından türeyen müteşâbih kelimesi “benzeşen, ayırt edilmesi zor olacak şekilde birbirine benzeyen” demektir.

Terim olarak mâna yönünden birden fazla ihtimal taşıdığından anlaşılmasında güçlük bulunan lafız veya sözü ifade eder. Müteşâbih âyette yer alan bir lafız konumuna göre başka âyetlerde farklı mânalara gelebilir, ancak her birinin kastedilebilir olması açısından anlamlar birbirine benzer, bundan dolayı hangi mânanın kastedildiği açıkça bilinemez. Müteşâbihin karşıtı olan muhkem ise “anlam yönünden başka bir ihtimal taşımayan açık mânalı nas” demektir.[1]

Âl-i İmran sûresi 7. âyette müteşâbih lafzı, muhkem lafzı ile beraber Kur’an âyetlerinin anlaşılması noktasında genel bir çerçeve verecek şekilde kullanılır. Mânası bâriz ve ihtimallere kapalı olan âyetler, muhkem olarak; manası kapalı, ihtimallere açık ve her bir ihtimali de kastedilmiş olabilen âyetler ise, müteşâbih olarak isimlendirilirler.

Benzer durum Hz. Peygamber’den vürûd eden hadis-i şerifler hakkında da geçerlidir. Hz. Peygamber’den (ASM) rivayet edilen hadisler incelendiğinde birçok hadis-i şerifin teşâbüh esasına dayanılarak ifade edildiği görülmektedir.

Bu çalışmada müteşâbih hadisler konusunda son devir İslam âlimlerinden Bedüzzaman Said Nursi’nin kendi tabiriyle Eski Said ve Yeni Said dönemine ait eserlerindeki görüşleri ve tespitleri ele alınacaktır.

A-MÜTEŞÂBİH LAFIZLARIN ANLAŞILABİLİRLİĞİ

Muhkem konumda bulunan âyet ve hadisler ilimde derinlik sahibi olsun veya olmasın Arap diline ve Kur’anın genel çerçevesine vâkıf her ilim adamınca anlaşılabilecek bir mâhiyettedir. Fakat müteşâbih ifadeler bu özellikte değildir. Müteşâbih lafızlar konusunda İslam âlimleri Âl-i İmran sûresi 7. âyetin kıraatindeki farklılıktan da yola çıkarak 2 görüşe ayrılmışlardır: Mütekaddimîn denilen selef âlimleri âyetteki vakıf yerini “rr.gif” kabul ederler. Bu durumda hüküm “Müteşâbih âyetlerin te’vilini ve gerçek mânasını yalnızca Allah bilir” olur. Müteahhir denilen sonraki asırların âlimleri ise âyetteki durağırr.gif” kabul etmezler. Bu durumda âyetin hükmü “Müteşabih âyetlerin te’vilini ve gerçek mânasını yalnızca Allah ve ilimde derinleşmiş kişiler bilebilir” olur.

Nisa sûresi 162. âyette de “İlimde derinleşmiş ve kökleşmiş” kişilerden bahsediliyor. Daha öncesindeki âyetler Yahudilerden bahsettiğinden burada bahsedilen kişilerin “Abdullah bin Selam gibi İslamı kabul eden Yahudi âlimleri olduğu” siyak-sibaktan anlaşılmaktadır. Söz konusu âyette bu kişilerin özelliği olarak “Kur’an’a ve önceki indirilen kitap olan Tevrat’a iman ettikleri” vurgulanıyor. “Önceki indirilen kitaplar” demediğinden bahsedilen kişilerin Yahudi âlimleri olduğu kesindir. Fakat Kur’an bu kişilerin imanının taklidî bir imana dayanmadığını bildirmek için, Yahudilerden bu iman edenleri 2 sınıfa ayırıyor: “İlimde rüsuh sahibi olanlar ve iman edenler…” Bu ayrım gösterir ki, Kur’anın Rabbânî[2] dediği samimi ve derin ilim sahibi Tevrat ehli, Kur’anın ve Tevrat’ın özünü kavrayan, her ikisinin de aynı kaynaktan geldiğini gören ve bilerek iman eden kişilerdir. Hem bu âyet, hem Âl-i İmran sûresinde 7. âyetin sonundaki “We mâ yezzekkeru illa ülü’l-elbâb” (Ülü’l-elbâb olanlar dışında kimse Kur’anın mânalarını kavrayamazlar) ifadesi müteşâbih hadislerin mânalarının insanlardan ilimde derinleşen kişilerce bilinebileceğini bildiriyor. Âyetteki ülü’l-elbâb tabiri bu konunun şifresini içeriyor, diyebiliriz. Çünkü elbâb, lübb kelimesinin cem’i olup, kabuğun içinde bulunan özü ifade eder. Bu mânada bir kabuk-öz ayrımı ve benzetmesi yapar. İlim sahiplerini ve insanları ikiye ayırır:

  1. Derin tefekkür etmeyerek kabukta kalanlar veya kendi cisimlerinde boğulup ruhlaşamayanlar…
  2. Derin tefekkür ederek kabuğu aşıp öze inenler veya ihlasla kendi cisminden kurtulup ruhlaşanlar…

Âyetlerin zâhir mânası onun kabuğu; bâtın mânası ise, onun özü ve ruhudur. Muhkem âyetlerde zâhir ifadeler şeffaftır, rahatlıkla altındaki mânayı gösterir. Fakat müteşâbih âyetlerde âyetin zâhiri muğlak ve kapalı olduğundan âyetin kastettiği mâna hemen kolayca görülüp anlaşılamaz. Bu yüzden derin düşünmeyen kişilerce yanlış anlaşılmaya açıktırlar. Özellikle rivayet edilen hadislerin bir kısmı böyledir.

Bu noktada Bediüzzaman hadislerdeki müteşâbihlerin sağlıklı anlaşılabilmesi için kendi devrinde bu tarz hadisleri münâkaşa konusu edenlere şöyle der:

“Mu‘teber bir kitapta, hadîs-i Şeyhaynın ittifâkına alâmet olan (ق) işaretiyle bir hadîs bana gösterildi. ‘Hadîs midir, değil midir?’ suâl edildi. Ben dedim: ‘Böyle mu‘teber bir kitapta Şeyhayn hadîsinin ittifâkına hükmeden bir zâta i‘timâd etmek lâzım. Demek hadîstir. Fakat hadîsin, Kur’ân gibi bazı müteşâbihâtı var. Ancak havâs onların ma‘nâlarını bulabilir. Şu hadîsin zâhiri dahi, müşkilât-ı hadîsin müteşâbihât kısmından olmak ihtimâli var’ dedim…

Sebeb-i münâkaşa eğer hadîs ise, hadîsin merâtibini ve vahy-i zımnînin derecâtını ve tekellümât-ı Nebeviyenin aksâmını bilmek lâzım. Avâm içinde müşkilât-ı hadîsiyeyi münâkaşa etmek, izhâr-ı fazl sûretinde avukat gibi kendi sözünü doğru göstermek ve enâniyetini hakka ve insafa tercîh etmek sûretin­de deliller aramak, câiz değildir. Madem şu mes’ele açılmış, medâr-ı münâkaşa edilmiş. Bîçâre avâm-ı nâsın zihninde sû’-i te’sîr ediyor. Çünki şu gibi müteşâbih hadîsleri aklına sığıştıramadığı için, eğer inkâr etse, dehşetli bir kapı açar. Yani küçücük aklına sığışmayan kat‘î hadîsleri dahi inkâra yol açar. Eğer zâhir-i hadîsin ma‘nâsını tutarak öyle kabul edip neşretse, ehl-i dalâletin i‘tirâzâtına ve hurâfâttır demelerine yol açar.”[3]

Bediüzzaman yukarıdaki ifadelerinden de anlaşıldığı üzere müteşâbihlerin havas denilen ilimde derinleşmiş Allah’ın özel kulları tarafından anlaşılıp te’vil edebileceğini söylüyor. Havas denilen ilim erbabının hususiyetlerini ise “hadîsin mertebelerini, vahy-ı zımnînin derecelerini, gaybdan haber vericilik noktasında Hz. Peygamber’in (ASM) kelamlarının kısımlarını bilmek” şeklinde sıralar. Kendisi bu manada genel halk kitlesinin imanının muhafazası, hem onları ikaz, hem de ümitlendirmek için bu tarz müteşabih hadislerden ve özellikle Âhir Zaman konusundaki hadislerden bir kısmını te’vil etmiştir.

(Devam edecek)

[1] Yusuf Şevki Yavuz, Müteşâbih, DİA, 32. Cilt, İstanbul, 2006, s.204-207.

[2] Mâide sûresi, 5/44.

[3] Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, İstanbul, Söz Matbaacılık ve Yayıncılık, 2012, s. 488-489.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum