Hevâsını İlah Edinmek Ne Demektir?

Kur’andan Hakikat Noktaları ve Hikmet Nükteleri-21

Furkan suresi 43. âyetle Rabbimiz diyor ki: “Hevâsını İlah edineni gördün mü? Ona sen mi vekil olacaksın?!” Hevâsını ilah edinme iki manada anlaşılabilir:

a) Hevâ, bir mevzua aşırı düşkünlük manasında olarak, nefsin sabit ve değişmez arzularına karşı düşkünlük ve taviz verememek olarak anlaşılır. Bir erkek için hevâ, şehvete düşkünlük olarak kendini gösterir. Bu manada Cahiliye Arapları, hevâlarını taşlara nakşetmişlerdir. Kâbe’ye konulan putların çoğunluğu çıplak kadın suretinde veyahut kadın şeklinde idi. Elmalılı Hamdi Yazır’ın tefsirinde yazdığı üzere… Allah diyor ki: “Bu şekilde hevâsını ilah edinmiş, şehvetlere düşkünlükle reşidlikten düşmüş bir sefih, hukuken ‘mahcur’ dur. O, kendi aklıyla hareket edip karar veremez. Ona, bir ‘vekil’ ve ‘vâsi’ lazımdır.” Allah, bu âyette tam bu noktada şiddet ve hiddet, nefret ve tiksinti ile sesleniyor: “Bu şekilde, geri zekalı hale düşmüş, rüşdünü ispat edememiş ahmaklara, yâ Muhammed, sen mi vekîl olacaksın?!”

Sonraki âyet zaten bu sefihliği ve bu sefihlerin kudsî düsturlardan iğrenen yapılarını şöyle bildirir: “Sen zannediyor ve hesap ediyor musun ki, onlar kudsiyet düsturlarını içlerine yerleştirirler veyahut akıllarını kullanırlar? Onlar olsa olsa ancak davarlar gibidirler; belki gittikleri yol itibariyle onlardan daha da yoldan çıkmışlardır.” Çünkü bir davar sürüsü yoldan çıksa hepsi çıkar, geri dönseler hepsi birden dönerler. Fakat böyle sefih olanların dönüşü davar sürüsünün dönüşünden daha zordur. Aklı, kalbi dönmek istese de nefsi, hevesleri, enâniyeti, hevâsı dönmek istemezler ve kişinin yolunu keserler.

b) İnsan kendi putunu kendisi yapar. Muhtaç olduğu nesneler onun dünyasında vazgeçilmez unsur haline gelirse o unsur, onun nefsinin putu olur. Bu şey ister yiyecek olsun, ister kadın olsun, ister korunma ihtiyacı olsun… Eski insanlarda görünen “Bereket Tanrısı”, “Yıldırım Tanrısı”, “Kurtarıcı Tanrı”, “Aşk Tanrısı” ve saire çok ilahlı inanışlar o insanların nefsani hayatlarının dışa yansımış halleridir.

Nebiler gelip bu çok sayılı İlahları, tek İlah’ın isim ve sıfatları olarak öğretip gösterdi. Resuller gelip, hakikatte tek ama sıfatları ile çok yönlü Hakiki İlah’a nasıl kulluk edilir, onu öğretip bizzat yaşadılar.

*Rızka ihtiyaç duyduklarında “Yâ Rezzak” ve “Allahümme Rabbena enzil aleyna mâideten mine’s-semai…. Ve ente hayru’r-râzıkîn”,

*Eşe ihtiyaç duyduklarında “Rabbi innî lime enzelte ileyye min hayrin fakîr”,

*Şifaya ihtiyaç duyduklarında “Rabbi innî messeniyeddurru ve ente erhamürrahimîn”,

*Çocuk istediklerinde “Rabbi la tezerni ferden ve ente hayru’l-vârisîn” diye farklı farklı isimleriyle Zât-ı Kâmil-i Mutlak’a dua dua yöneldiler. Zât-ı Vâhid-i Ehad’e nasıl muhatap olunur, hayatın her karesinde Onunla nasıl irtibata geçilir bilfiil yaşantılarıyla üsve-i hasene olarak kavimlerine ve bütün insanlığa gösterdiler. Bu şekilde şirkin akılları boğduğu ve batırdığı aynı yerde tevhidin âb-ı hayatını insanlığa hediye ettiler.

Mâ-i Tahûr Teşbihi

Furkan suresi 48. âyette Rabbimiz yağmur suyu hakkında “mâ-i tahûr” diyor. Yani taharet noktasında hakikaten temiz olan su… Yani su, saf su halinde iken içinde en ufak bir kir dahi bulundurmayacak derecede temizdir. Demek ki, tasfiye-i kalb ile bir damıtma muamelesine tabi olan kişi taharetin hakikatine ermiş bir kalbe mâlik olabilir. Bunun da yolu,

*Aynen su gibi, bir “reşha” olarak güneşin hararetiyle buharlaşmak,

*Su buharı havada gezdiği gibi, hava-yı “hüviyet” te seyeran etmek,

*Güneşi yakından ve külli olarak temaşa etmek;

*Daha sonra su nasıl başkalarına hayat ve rahmet olarak nüzul ediyorsa aynen öyle de risalet hakikatinin sırrıyla insanlara bir rahmet, bir âb-ı hayat, bir rüşd ve kudsiyet olarak nüzul etmekledir.

O vakit kalb, “tahûr” olur. Hakka aşk, taharetin bir vechesidir; ki uruc ettirir. Halka merhamet ise, taharetin diğer vechesidir; ki, nüzul ettirir.

Rahmaniyet ve Habîr İsmi

Furkan suresi 59. âyet diyor ki: “O semavat, arz ve arasındaki nesneleri altı günde halk eden sonra Arş’ı kaplayandır. Rahmân-ı Zü’l-Celâl’i, habîr olana sor!”

Bu âyet, Habîr ismine mazhar olup, hakiki şuur seviyesine yükselenlerin Rahmaniyeti idrak edebileceğini bildiriyor. İlim, nasıl ki Ulûhiyet tahtının gaybî ve şuhûdî iki ayağıdır. Şuur de aynen öyle, Rahmaniyetin celal-i i’zaz ve cemal-i ikrâmının iki direğidir.

Rahmaniyet, yani Allah’ın merhameti şuurla ancak ihata edilebilir. Çünkü ilim, ancak ilim ile ve zihin ile kuşatılabilir ve elde edilebilir. Bu manada Uluhiyet, ilim ile anlaşılabilir.

Fakat Rahmaniyet ve merhamet, zihinle kuşatılamaz. Bu ancak “fikir + his” paketiyle tam kuşatılabilir. Rahmaniyet kul açısından hem fakr ve iftikarını hissetmeyle hem de ilim ve irfan ile ancak idrak edilebilir ve kuşatılabilir. Bu iki ayak ise, bizi Habîr ismine götürüyor. Habîr ismi, bu çerçevede hakikat-i ilimden ötede hakikat-i hayat ile bağlantılıdır ve hakka’l-yakîn bir imanın kulda tahakkukunu sağlar. Şuur-u iman gibi…

Akıl-Kalb-Nefs Üçlüsü ve Rahmaniyet İlişkisi

Furkan suresi 61-62. âyetlerde Rahman-ı Zü’l-Celâl kendini şöyle tanıtır: “Göğün içinde burçlar yapan ve yine göğün içinde ziyalı bir kandil ve nur verici bir ay var kılan Rahmân ne kadar bereketli işler yapıyor! Hem yalnızca O, hakkı anma ve ondan ders almayı veyahut şükretmeyi irade edip isteyenler için gece ve gündüzün içinde farklılıklar var kılandır.”

Yani Rahmaniyet kendisini, yeryüzündeki külli, muhteşem, bereketli icraatları ile göstermektedir. Yani âyet diyor ki: “Siz burçlar, güneş, ay, gece gündüz art ardalığı ve uzunluk-kısalık farklılıklarındaki merhameti bilip hissederseniz şunu diyeceksiniz ‘Bârekallah’ (Allah ne kadar güzel ve bereketli yapmış!) O vakit insan, merhametiyle kendisini böyle çevreleyen ve kaplayan Rahmân’a kul olur, her an Onun huzurunda, Onun merhametiyle kuşatılmış ve sarılmış bir hayatı yaşamaya başlar. Resuller, işte bu tarz bir hayatı insanlığa getiriyorlar. Bu hayatın iki direği bulunuyor: Zikir ve Şükür veya Tezekkür ve Teşekkür

Bu iki hakikat, insan fıtratının üç yönü olan akıl, kalb ve nefse hitap eder.

*Zikir ve tezekkür, hem aklın Hakk’ı araması ve anmasıdır; hem kalbin, Hakkı hissetmesi ve onun aşkıyla yanmasıdır.

*Şükür ve teşekkür ise, nefsin Hak’tan memnuniyetini hissetmesi ve bildirmesidir. Bu iki hakikat ile ve üç sıfatın tatminiyle kişi ancak Rahman’a kul olur.

Evet akıl, ancak hakk ile tatmin olur; hakikatle bile tatmin olamaz. Hakikat, ancak onu ikna eder; feyze susuzluğunu giderir. Fakat aklı doyuracak gıda ve ona “ebediyet nefesi” aldıracak pencere, ancak “hakk” iledir. İnsan aklı, hakkı hikmet çerçevesinde bulmakla kendi hususi “mesleği” ni de elde eder. Seyr-i fikrî ve sülük-u aklîsini hakikati bulmak ve hakkı görmek ile tamamlar.

Kalb de ancak, hakk ile mutmain olabilir. Kalb, Hakkın ebediyet çeşmesinden ebedî feyizler yudumlar, şahsına özel “meşrebini” bulur.

Nefis dahi, ancak hakka teşekkür ve şükür ile itminana erer. Şükrünün kazandırdığı daimî nimetler penceresinden Baki-i Deymûm’u müşahede eder. Melankolik hallerden, geçmişe takılıp kalmadan kurtulup Rahman’ın ebediyetini hissetmek için “Le in şekertüm le ezidenneküm” âyetinde Ahireti görür, bütün emellerini, ümitlerini, iştahlarını, heveslerini “Ahirete İman” hakikatine bağlar.

Bundan sonraki âyetler tâ surenin sonuna kadar bu sıfatlarla yaşayan Rahmân’ın kulları olan “ibâdurrahman” ı anlatır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.