Elma sandığının içine Risale-i Nur saklanırdı

Elma sandığının içine Risale-i Nur saklanırdı

Bediüzzaman Said Nursi’nin talebelerinden Abdullah Yeğin ile yaptığımız röportajın üçüncü bölümü

3. BÖLÜM

 

Röportaj: Abdurrahman Iraz, Mehmet Ali Bulut, İhsan Atasoy, Nurettin Huyut / Risale Haber

Teknik Yönetmen: Abdülkadir Özsoy

 

(1. BÖLÜM için TIKLAYINIZ)

(2. BÖLÜM için TIKLAYINIZ)

 

ÜSTADIN YANINA GİDİYORUZ DİYE İKMALE BIRAKMIŞLARDI

 

Kastamonu’dan ne zaman ayrıldınız?

 

1945-46’da liseyi bitirdim, 47’de olgunluk imtihanına girdik. Böyle birkaç sene köyde kaldım, Üstad gittikten sonra biraz ayrı kaldık, Risale de okumuyorduk. Sadece “Feyzi Efendi gelmiş” dediler.  Feyzi Efendiyi ziyaret ettik.

 

Sonra 1944 senesinde, Denizli Mahkemesinden beraat etti, kitapların iadesine karar verildi. “Bütün kitaplar geri verilsin” diye karar verilmişti. Sonra temyize sevk ettiler temyiz de beraatı tasdik etti. İşte o seneye kadar Üstaddan ayrı kaldık. Ne mektup, ne haber, yalnız Feyzi Efendi geldi onu ziyaret ettik. Ziyarete gitmeden önce ben o zaman köyde hasta olmuştum. Apandisit olmuştum.

 

 

Abim avcılığa meraklıydı, saçmalı bir tüfeği vardı, ben onu alıp kuşları, tavşan, keklik avlayacağım diye, namazı bırakmıştım. Fakat apandist hastası olunca babam beni Kastamonu’ya götürdü, doktora muayene ettirdi. Doktor “apandisit olmuş ameliyat etmek lazım” dedi. Onun üzerine bir müddet hastahanede yattım, ilaç falan kullanınca o ağrı geçmişti. Ama bırakmadılar “ağrın geçse de ameliyat olman lazım” dediler. Ağabeyim Ankara’da okuyordu, oraya gittim ve onun yanındaki bir doktor beni apandisiten ameliyat etti.

 

Üstad Kastamonu’dan sizden önce mi ayrıldı?

 

Evet, Üstad 1943’te ayrıldı. 1943’te ben lise ikideydim. İki-üç sene boş kaldım yani aynı sürede bitirdim, sınıfta kalmadım. Üstadın yanına gidiyoruz diye ikmale bırakmışlardı, ikinci sınıfta, tarihten ve bazı derslerden bırakmışlardı ama daha sonra geçtik.

 

ÜNİVERSİTE TALEBELERİNE RİSALE-İ NUR DAĞITIYORUZ

 

Yani Üstad’dan sonra bir boşluk mu oldu? Feyzi Efendi hapishaneden dönünce tekrar sohbete derslere başladınız mı?

 

Evet, o boşlukta ben biraz dersleri ve ibadetlerimi ihmal etmiştim, üstüne üstlük hasta da olunca Feyzi Efendiyi ziyarete gittiğimizde bana “sen tokat yemişsin” dedi. “Bak, apandisten ameliyat olman Allah’ın bir ikazıdır, bundan sonra dikkatli ol” dedi.

 

1947-48’de Ankara’ya gittim, üniversiteye, Hukuk Fakültesine kaydoldum. Olgunluk imtihanı vardı, o imtihanı verdi mi bir insan istediği üniversiteye girerdi. O zaman öyleydi. Ben o sınavı başarı ile verdikten sonra Hukuk Fakültesine kaydoldum. “Neden Hukuk Fakültesi” derseniz. Nedeni şuydu İslam Hukukunu öğrenecektik, İslamiyet’i öğreniriz diye kaydolmuştuk. Bin kişiden fazla birinci sınıfa kayıt yaptıran vardı. Yani o kadar çok talebe var. Daha sonra çoğu sınıfta kaldı, ben de sınıfta kaldım, ikmale bıraktılar beni, Roma Hukukunu okutturuyorlardı. Bütün kelimeleri ezberlettiriyorlardı. Ayrıca hukuki tabirleri öğreniyorduk. Latince Roma hukukunda “şu şöyledir bu böyledir” bir sürü kelime, velhasıl çok zor gelmişti. Sonra duydum ki Dil Tarih Coğrafya diye bir mektep var, orada Arapça öğretiyorlarmış, Şark Dilleri Enstitüsü varmış… Ben hukukta sınıfta kalınca çektim gittim Dil Tarihe kaydoldum. Dil Tarihte üçüncü sınıfa kadar okuduk, fakat bu arada boş durmuyoruz İnebolu’dan teksir edilmiş yeni yazı, kitap geliyor, Konya’dan kitap geliyor, Üstad kitap gönderiyor, Asay-ı Musa falan. Üniversite talebeleri arasında dağıtıyoruz.

 

 

ZÜBEYİR ABİ YÜKSEK ZİRAAT MÜHENDİSLİĞİNİN MESCİDİNDE BİR KONFERANS VERDİ

 

Demek ki, Üstad sizi boş bırakmıyordu sürekli irtibat sağlıyordu

 

Evet devamlı irtibat sağlıyordu. Gelen gidenlerden haber gönderiyordu, gelen giden olursa biz selam gönderiyoruz, kitap gönderiyor vesaire. 1949-50’ye kadar yani üniversitede hem okuduk hem de dindar talebelerle beraber fakültenin mescitlerinde Risale-i Nur dersi yapıyoruz. “Nurculuk” demiyoruz, “dini konular bahsi var diyoruz” çağırıyoruz. Bir gün Zübeyir abi geldi. Yüksek Ziraat Mühendisliğinin mescidinde bir konferans verdi. Zemin katta genişçe bir mescitti, konferansa mebuslardan, profesörlerden kimseler de gelmişti. Demokrat Parti zamanıydı o zaman 1950. Bir ders okudu Risale-i Nur’dan hazırlamış biz o zaman tanıdık Zübeyir ağabeyi.

 

Kim davet etmişti Zübeyir ağabeyi? Hatırlıyor musunuz?

 

Yok hatırlamıyorum. Ya Üstad göndermişti ya da kendisi gelmişti. Bu konferans yankı yapmıştı, duyulmuştu, herkes “Üniversite’de ders yapılıyor” diyordu. Biz Dikimevi’nde Hukuk Fakültesinin arkasında iki üç odalı bir yer tutup orada kalıyorduk. 7-8 kişi bir evde birlikte kalıyorduk.

 

 

ÜSTAD BİR GÜN BANA DEDİ Kİ

 

Dershane şeklinde mi?

 

Biz oraya dershane demiyoruz tedbir olsun diye. Soranlara “talebeyiz orada kalıyoruz” diyorduk. Ama geleni de kabul ediyoruz, orada sürekli Risale-i Nur okuyoruz, aslında dershane idi. Üstad bir gün dedi ki “senin iki sene Ankara’da durmanı, iki sene vazife yapmanı yirmi sene camide vaaz vermiş gibi kabul ediyorum.”

 

1943’ten kaç yılına kadar üstadı görmediniz?

 

1943 den sonra 1947’ye kadar Üstadı görmedik. Daha sonra ziyaretine gittik Emirdağ’ında zannediyorum.

 

Peki, siz üniversitedeyken Üstad’la muhavereyi nasıl sağlıyordunuz? Mektuplaşarak mı? Üstad’dan hiç mektup geldi mi?

 

Gelen giden oluyordu, o zaman Afyon Mahkemesi de devam ediyordu. O Mahkemeye giden oluyordu. Konya’dan gelenler oluyordu, Üstadın yanına ziyarete gidip gelenler oluyordu. Kastamonu’dan gelenler oluyordu. Oraya gidip gelenler bizi tanıyorlardı o nedenle gelince yanımıza geliyorlardı. Onlarla haberleşmeyi sağlıyorduk.

 

ELMA SANDIKLARI İÇERİSİNDE RİSALE-İ NUR GETİRİRLERDİ

 

Üstad’dan size o dönemde hiç mektup gelmedi mi?

 

Hatırlamıyorum, belki gelmiş olabilir. Çünkü on beş günde bir Üstad lahika mektubu yazıyordu ve o mektubu her tarafa gönderirdi. Orada, İnebolulu nur talebeleri vardı. Fakazlı’lar. Elma satarlardı, elma sandıkları içerisinde kitap getirirlerdi. Üstüne gazete koyarlardı, gizli kitap gelirdi bize, Ankara’ya…  Onlardan da haber alıyorduk. Devamlı muhabere ediyor gibiydik… Ne oluyor ne gidiyor haberimiz vardı.

 

YAHU RİSALE-İ NUR HİZMETİNDEN DAHA İYİ BİR HİZMET Mİ VAR?

 

Emirdağ’daki ziyaretiniz Üniversite döneminde miydi?

 

Evet, o zaman dördüncü sınıfa geçmiştik, diploma tezi, mezuniyet tezi vermişlerdi. Arapça okumuştuk, Arapçayı oldukça iyi öğrenmiştik. Farsça öğrenmiştik, Almancayı da öğrenmiştik, Almanca muafiyet imtihanını vermiştim mesela… Bir de felsefe tarihi dersi vardı dört ders okuyorduk. Derslerimiz bu gibi derslerdi.

 

 

Dördüncü sınıfa geçince mektep tatil olmuştu, biz devamlı Risale-i Nur okuyoruz… Bize öyle bir şey geldi, his geldi Tarih Coğrafya Fakültesi en çok kız talebe var, erkek talebe çok az. Sıkılıyoruz bir taraftan Risale okuyoruz bir taraftan kızlar arasında almanca öğreniyoruz. Farsça, hepte kız talebe. Sıkılıyoruz o arada böyle bunalım içindeyiz adeta. Dedik “Yahu Risale-i Nur hizmetinden daha iyi bir hizmet mi var?” Mehmet isminde Konyalı bir arkadaş daha var onunla ikimiz dedik “gidelim Üstadın yanına orada kalalım. Devamlı Üstada hizmet edelim. Bundan iyi hizmet mi olur?”

 

Risale-i Nurdan gelen gidenlerden, Zübeyir abiden öğrenmiştik. “En mühim hizmet iman hizmetidir” diye… Üstad’dan gelen mektuplar var, lahika mektupları var ve bundan aldığımız derse binaen böyle düşünüyoruz.  Mektep tatil olunca gittik, Emirdağ’ına daha evvel de gittim zannediyorum, bir iki defa daha gitmiştim sanırım ama unutmuşum.

 

Neyse!.. Üstad dedi “benim yanıma gelenler benim şartlarıma uymaları lazımdır. Benim şartlarım var. Herkes benim yanımda kalamaz” dedi. Bekledik biz. “Bir şey istemiyoruz” dedik.  “Ne için benim yanımda kalacaksınız acaba? Benden hiçbir şey istemeyeceksiniz. Biz elini öperiz duasını alırız ilminden istifade ederiz öyle bir şey yok. Sırf Allah rızası için hizmet ederseniz kalabilirsiniz” dedi. Yusuf Ziya vardı İstanbul’dan Felsefe bölümünü okurken bırakmış. Bir o vardı Üstadın yanına gelmiş, birde ben gitmiştim, bir de Konyalı Mehmet. Konyalı ikinci gün dayanamadı bıraktı gitti.

 

ÜSTAD BENİ URFA’YA GÖNDERDİ

 

Şartlar mı zor geldi?

 

Artık ne için gitti bilmiyorum. Biz Ziya Arun ile kalmaya başladık. Ziya Arun hastaydı biraz, bazı şeylere kafası çalışmıyordu neyse, felsefe bölümünde okumuş. O şekilde Ankara’da dört beş ay mı ne kaldık. Bir gün dedi “Urfa mühim bir yerdir, Urfa’ya mutlaka gitmek lazım, Urfa’da Risale-i Nura çalışırsınız” dedi. “Hanginiz gitmek istiyor” dedi. Ziya ile bana söylüyor, ikimize söylüyor. Biz dedik ki, “siz bilirsiniz, siz nasıl isterseniz.” Sonra Üstad bana işaret etti “sen git” dedi. Urfa’ya ne için gönderdi onu sonradan öğrendik.

 

 

Daha evvel orada Hulusi ağabey şube reisliği yapmış, bir cemaati var. Bütün Urfa’nın ileri gelen yaşlı hacıları, hocaları, Hulusi abiden ders dinlemişler. Fakat Hulusi abi dersi şöyle yapıyor, cebinden bir defter çıkarıyor okuyor “bu Üstadındır, Said Nursi’nindir” demiyor. Dersi Hulusi abi kendi yapıyor zannediyorlar. Yalnız çok yakınında kabul ettiği ihtiyarlara söylüyor. Bu “Said Nursi’nin sözleridir” diye… O şekilde bir cemaati var.

 

ÜSTAD BENİ ÇAY İSTASYONUNA KADAR ARABASIYLA GÖTÜRDÜ

 

Ondan sonra Ceylan Çalışkan Mehmet Çalışkan ağabeyin oğlu. Mehmet Çalışkan abi Ceylanı Üstadın emrine vermiş, “sen Üstadın emrinde çalışacaksın ona hizmet edeceksin” demiş. Ceylan’ı ne kadar sonra bilmiyorum ama Urfa’ya göndermiş Üstad. Ceylan Urfa’da birkaç ay kalmış fakat polisler şiddetle Ceylan’ı takip ediyorlar, Ceylan’dan şüphe ediyorlar, Urfalılar bunu görüyor, bakıyorlar ki polisler bununla çok alakadardır. “Bu ne için burada duruyor” diye takip ettikleri için tedirgin olmuşlar. Daha sonra Urfalılar kendi aralarında istişare ediyorlar ve Üstada haber göndermişler “Ceylan buradan gitsin burada bir hadise çıkacak Mahkemelik oluruz iyi olmaz” diyorlar. “Risale-i Nur için iyi olmaz” ve onun üzerine Ceylan gidiyor. Üstadın yanına dönüyor. Ben de bunu Ankara’da duyuyorum.

 

Henüz bu olay olmadan önce biz Ankara’da dershanede Risale-i Nur okuyoruz, Asay-ı Musa okuyoruz. Ziya ile arada bir bunu da konuşuyoruz. “Gitsek Üstada hizmet etsek bizi de kabul etse” diyoruz... Zaman zaman da aklımdan şunlar geçiyor. “Üstad bizi de kabul etse, Ceylan gibi vakıf olsak, bizi de öyle Urfa gibi bir yere gönderse, falan…” hatırımdan da geçmişti aynen. “Hatırıma gelen başıma geldi” misali, bir dua olmuş, o niyetimi, duamı Cenab-ı Hak kabul etmiş demek ki, daha sonra Urfa’ya gittim. Beni Üstad Çay İstasyonuna kadar arabasıyla götürdü, Bolvadin’den geçtik Çay İstasyonuna Trene bindirdiler.

 

Azık verdi mi size?

 

75 kuruşluk peynir, bir de çeyrek ekmek “bu senin azığın” dedi. Ondan sonra Trene bindik gittik… Bir gün evvel Hüsnü Bayramoğlu gelmişti Emirdağ’ına, Üstadı ziyarete gelmiş, onu da babası vakfediyor; “Üstadın emrine git, Üstadın emrinde çalışırsın.” Ona da diyor ki sen de Urfa’ya git. Benden sonra Hüsnü de geldi Urfa’ya. Sonra dedi ki, “İslahiye’de Zübeyir var onu da görürsünüz.” Trene bindik, İslâhiye’de indik. Zübeyir abi postahanede telgrafçıydı onu ziyaret ettik. Oradan bizi tekrar trene Zübeyir abi bindirdi.

 

Gece kaldınız mı?

 

Bir gece kaldık. Urfa’ya gittik.

 

ÜSTAD NASIL YAŞIYORSA ZÜBEYİR ABİ DE ÖYLE YAŞIYORDU

 

Zübeyir abi ne yedirdi size?

 

İkinci defa Hüsnü ile gelişimizde yedirdi. Rıfat isminde bir gümrük memuru var orada akşam bizi yemeğe çağırdı, Zübeyir abi ile beraber yemeğe çağırdı, sade pilav yapmış, bir de ayran… Akşam yemeği. Zübeyir abi dışarıya çıktığında dedi ki, “kusura kalmayın kardeşim Zübeyir abi tek çeşit yemek yapacaksın ve bir kap yemek yapacaksın dedi. Onun için kusura kalmayın ben fazla yemek yapamadım” dedi. Sade pilav ve ayran... Dedik “zararı yok iyidir yeter.” Bunu ben birçok yerde anlattım. Zübeyir abi çok az yerdi. Çok iktisatçıydı. Yani Üstad nasıl yaşıyor aşağı yukarı öyle yaşıyordu.

 

 

MEZUN OLMAMIŞTIM, SON SINIFA GEÇTİM ÜSTAD URFA’YA GÖNDERDİ

 

Karar verdiniz vakıf olmaya. Okuldan mezun olmuş muydunuz?

 

Hayır, mezun olmamıştım. Son sınıfa geçtim Üstad Urfa’ya gönderdi.

 

Okulu terk ettiniz yani. Peki, o arada hiç babanızla görüştünüz mü?

 

Mektup yazıyorum babama.

 

Ne diyorsunuz mektupta babanıza okulu terk ettiğinizi yazdınız mı?

 

Yazıyorum… Her şeyi anlatıyordum. Üstadın yanına gittiğimi, sadece ders okuduğumuzu yazıyorum, ama o hiçbir şey demiyordu. Her ay 50 lira harçlık gönderiyordu. Babamın ahbabı kazanın müftüsü Seyyit Tosunoğlu diye biri var. Nur talebesi. Üstadı ziyaret etmiş biriydi. Babam itiraz etse hemen o susturuyor, devamlı bizim avukatlığımızı yapıyor, bizi savunuyor. Hem İnebolular geliyor babamın ziyaretine, İnebolular “oğlun çok iyi, hizmet ediyor bir sıkıntısı yok” gibi şeyler söyleyerek beni destekliyorlar. Babam çok sonra itiraz etmiş, ama benim yazdığım mektupları, müftüyle beraber okuyorlar Müftü “Yahu” diyormuş “ne istiyorsun böyle bir oğlun var iftihar etmelisin” diye ikna ediyormuş.

 

Bu arada evlenme teklifinde bulunuyor mu babanız?

 

Evet, babam değil de daha çok annem istiyor. Malum anneler ister. “Oğlan bu kadar okudu çalıştı, büyüdü, artık evlenmeyecek mi?” diye serzenişte bulunuyormuş. Ama neyse ki onu da susturanlar oluyormuş.

 

ÜSTAD GENÇ İKEN HÜRRİYETİ ANLATMAK İÇİN URFA’YI DA ZİYARET ETMİŞ

 

İslâhiye’den devam ediyoruz.

 

İslahiye’den devam ettik geldik Urfa’ya… Vahdettin Gayberi var. Vahdetti Gayberi Üstadı ziyaret etmiş, ıtriyat satıyor. Koku falan satıyor dükkânında… Tuzcu hanında dükkânı var. Doğru onun adresine gittik. Şimdi Akçakale’de trenden indik, Akçakale’de o zaman bir istasyon binası var, İstasyon binası yanına bir cip geldi, postacı Urfa’dan gelmiş, jipe bindik…

 

Ama Akçakale’den Urfa’ya yol yok, köy yollarından gidiyoruz. Toz duman içinde bir de yaz idi veya son bahar galiba neyse Urfa’ya vardık… Doğru Vahdet Gayberi’nin yanına. Vahdet Gayberi çok iyi karşıladı bizi, orada Emniyet Oteli diye bir otel var, güneş görmeyen bir oda tuttu, orada hava çok sıcak olur. Ucuz tarifeli kaç liraydı bilmiyorum. Oraya yerleştik. Orda dururken Muhittin isminde Ziraat Fakültesinden bir arkadaşımız vardı, dedi ki “bu otel size pahalı gelir buranın Müftüsü, Abdurrahman efendi çok iyi bir zattır gidelim ona, sizin Üstadın talebesi olduğunuzu söyleyelim. Müftü efendi size göl kenarında, camilerin odaları var oralardan size yer bulalım.”

 

Gittik… Hakikaten Müftü Efendi bizi çok iyi karşıladı, şefkatli bir adam, Üstad genç iken o hürriyet zamanı hürriyeti anlatmak için gezmiş vilayetleri, Urfa’yı da ziyaret etmiş, meşrutiyet hakkında konuşmalar yapmış o nedenle Üstadı biliyorlar, Müftü efendi babasıyla -çocukmuş o zaman- Üstadı ziyaret etmişler. Takip etmişler, konferansını dinlemişler… Velhasıl bize bir oda verdiler göl kenarında, otelde 15-20 gün geçirmiştik. Sonra Hüsnü de geldi. Hüsnü ile beraber oraya yerleştik.

 

Geçenlerde Urfa’ya gidişimizde o odada birlikte oturmuştuk hatıralarınızı orada da anlatmıştınız?

 

Evet. Hatıraları anlattığımız yer Üstadın kabrinin yanıydı. Ders okunan kenardaki yer en son kaldığımız yer daha evvel tuvaletlere yakın bir yer vardı oradan bir yer vermişti, sonradan oralara taşındık.

 

Ne yapıyordunuz orda?

 

Gelenlere Risale-i Nur okuyorduk, “yazarım ben bunu” diyenlere el yazması kitaplar vardı onlardan veriyorduk. Isparta’da yazılıyor Üstada geliyor, Üstad da bize postadan gönderiyordu. Biz bu kitapları ya parasıyla satıyorduk, kimisi 2,5 lira kimisi 1 lira, kimisi 5 lira, büyük kitap olursa 7,5 lira, hep el yazması kitaplar sonra sonra matbu kitaplar basılmaya başladı. 1950’den sonra velhasıl kitap veriyorduk bir de çocuklara yazı dersi veriyorduk, bir taraftan yazı yazıyorduk, boş kaldığımız zaman Risale-i Nur yazardık, o zaman matbaa falan yok yazan kitaba sahip çıkıyor, o çocuklarsa soruyorduk şimdi, çocuk ilk mektebe başlamış ikinci veya üçüncü sınıf, soruyorduk “sen Kur’an’ı hatmettin mi?” “Ettim “diyordu. Orada Kur’an’ı hatmetmeden ilkokula göndermezlermiş. Kur’an okumasını bildikleri için kolayca Kur’an yazısını öğreniyorlardı.

(Devam edecek)