Devlet Bediüzzaman’a müracaat edecek

Devlet Bediüzzaman’a müracaat edecek

22. Dönem Siirt milletvekili, Eğitimci Öner Ergenç Risale Haber'e konuştu

Röportaj: Nurettin Huyut-Risale Haber

Eğitimci, 22. Dönem Siirt milletvekili Öner Ergenç:

Uzun yıllar öğretmenlik yaptınız, Milli Eğitim Bakanlığının değişik kademelerinde yöneticilik yaptınız. Emekli oldunuz ve siyasete atıldınız. Mecliste Milli Eğitim Komisyonunda görev alarak orada da eğitimle ilgilendiniz. Dolayısıyla eğitim ve öğretim modelleri ile ilgili olarak hayli tecrübe ve birikime sahipsiniz. Ayrıca, gençlik yıllarınızdan beri Risale-i Nur fikirlerinin yayılmasında gönüllü olarak hizmet ediyorsunuz.  Bütün bu birikiminizi dikkate alarak sormak istiyorum. Bugün uygulanan resmi bir eğitim modeli var bir de Bediüzzaman Hazretlerinin Münazarat adlı eserinde çerçevesini çizdiği ve “ellibeş sene onun tahakkukuna çalıştığım” dediği bir eğitim modeli var. Risale-i Nurdaki eğitim modeli nasıl bir eğitim modelidir. Bugünkü eğitim modeli ile farkı nedir?

Bu eğitim modelini ortaya koymadan önce, Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin Risale-i Nur’da ifadesini bulan Ahsen-i Takvim suretinde yaratıldığı ifade edilen insanı tanımlamak lazımdır diye düşünüyorum.
Çünkü bugünkü anlayışın insanı tarifi ve insana bakış açısı ile Bediüzzaman Hazretlerinin insanı tarifi ve insana bakış açısı arasındaki farklılıklar eğitim modelindeki farklılıkları da ortaya koyuyor.

Bugünkü sistem (resmi eğitim sistemi) insanı tam bir biyolojik varlık olarak görüyor. Ve insanın aklını da bir kompitür gibi görerek habire o akla geliştirilmiş fen ilimlerini yüklemeye çalışıyor. Ama görüldü ki, bu tarz bir eğitim modeli insandan beklenen sonucu vermedi/vermiyor.

Neden vermiyor?

Öncelikle şu bir gerçek ki, bizim uyguladığımız bugünkü Milli Eğitim Sisteminin genel amaçlarını ifade eden 1739 Sayılı Kanundaki amaçlara bile ters düşüyor diyebilirim. O kanunda çok güzel bir amaç belirlenmiş, diyor ki, “Milli Eğitim Bakanlığının vazifesi: Türk Milletinin bütün fertlerini milli, manevi, insani ve ahlaki, kültürel değerlere bağlı ve bu değerleri benimsemiş ve hayat tarzı haline getirmiş insanlar olarak yetiştirmektir.” Yani, bu tarif tam anlamıyla Risale-i Nur’dan anladığımız insanı ifade ediyor. Ama Cumhuriyetin kuruluşundan buyana bütün çabalara rağmen o amaçlanan insan tipini, oluşturmada başarılı olamadık.

Neden olamadık?

İşte demin ifade ettiğim, devletin, resmi ideolojinin insana bakış açısı ve insanı tarif eden değerlendirmesindeki eksikliğinden olamadık. Buna mukabil Bediüzzaman Hazretlerinin insanı tarif edişine baktığımızda ki bu tarifi Sözler Kitabının 23. Sözünde beyan ediyor, o da şudur. Ayet-i Kerimede Cenab-ı Allah “Muhakkak ki Biz insanı Ahsen-i takvim suretinde yarattık” buyuruyor. Burada “Ahsen” Arapça kökenli bir kelime. “Hasen” güzel demek, “Ahsen” ise çok güzel demektir.

oner_ergenc2.jpgBu ayet-i kerimede “insanı güzel yarattık” derken sadece biyolojik olarak, fiziki olarak güzel yarattık anlamı yok burada, devamında “takvim” ifadesi yer alıyor. Takvim demek insanı kıvamında yarattık demek istiyor. Yani, evet fiziki olarak en güzel şekil ve surette yarattık, yani görünen görünmeyen tüm organlarını, elini ayağını gözünü, kulağını, midesini ve ciğerlerini en güzel şekilde yarattık. Ama sadece fiziki olarak değil, manevi donanım olarak da ruhunu, aklını, duygularını, latifelerini, arzularını isteklerini hayalini vesairesini de “biz en güzel surette yaratık” demek istiyor. Dolayısıyla gerek maddi uzuvları ile gerekse manevi duyguları ile bir bütün olarak bu güzellik ortaya çıkmış oluyor. O Ahsen-i Takvim kelimesindeki sır böylece ortaya çıkmış oluyor.

Bugün modern eğitim modellerinin eksik bıraktığı tarafı insanın manevi tarafıdır. İnsanı eğitirken sadece insanın maddi cihetine bakan, manevi cihetini görmezden gelen bir anlayışla yaklaşmaktadır. O nedenle kanunda devletin amaçladığı insan tipi bir türlü gerçekleştirilemiyor. Aksine bu kadar yıldır sürekli olarak okullarda sabahları eğitime başlamadan önce söylettiğimiz: “Doğruyum, çalışkanım…” diye adeta and içilerek, yemin ettirilerek sınıflara aldığımız çocuklara baktığımızda… İyi eğittiğimizi zannettiğimiz o insanların içerisinden yalan söyleyen, tembellik yapan, hırsızlığı meslek edinen, zina yapan, başkasına zarar veren, adam öldüren, köşe dönmeciliği marifet sayan, bankaları dolandıran, hulasa, ne kadar kötülük varsa işleyen insanlar çıkıyor.

Devletine, milletine zarar verenler içinde oransal olarak en büyük gurubu bu eğittiğimiz insanlar oluşturuyor, onların içinden çıktığını görüyoruz. Adeta bu sistemle sürekli olarak defolu insan yetiştirmiş gibi oluyoruz. Niye? Çünkü o insanın manevi yönüne hitap etmiyoruz. Asıl eğitime muhatap olması gereken, insanın ruhu, düşünceleri, sevgisi, arzuları, şefkati, merhameti, hürmeti vesairesi bütün o manevi değerleridir. Asıl eğitime muhatap olması gereken yönü bu manevi cihetidir.
Akıl, öğretime muhatap olan merkezdir. Tüm bilgileri oraya yüklüyorsunuz. O bilgiyi insanın nasıl kullanacağına hükmeden kumanda eden diğer manevi değerlerdir. Gözle görünmeyen fiziki ve biyolojik olmayan değerler…
Dolayısıyla Bediüzzaman Hazretleri akıl ile birlikte o merkezlere de hitap ediyor. Ve insanın elde ettiği bilgileri vatana, millete ve insanlığa, kamu hizmetinde faydalı bir biçimde kullanmasında motor görevi görecek olan o bütün değerleri ve duygularını birlikte ele alıyor ve o şekilde eğitiyor.
Neticede böyle bir eğitim modeli ile Ayet-i Kerimede belirtilen “Ahsen-i Takvim” suretindeki insan ortaya çıkmış oluyor. Yani, devletin amaçlamış, ama uygulamada başaramamış olduğu insan modelini üretmede Bediüzzaman Hazretlerinin başarmış olduğunu görüyoruz.

Özetle eğitimde akıl ve kalbin birlikte eğitilmesi gerektiği ortaya çıkıyor. Yani bir insanı eğitirken aklını fen ilimleri, bilim ve teknoloji ile dolduracaksınız ve donatacaksınız, bununla birlikte vicdanını da dini ilimlerle, manevi ilimlerle teçhiz edeceksiniz ki, ikisi birlikte eğitilmiş ve aydınlanmış olsun. Yani din ilimleri ile fen ilimlerini mezc edilmiş olarak vereceksiniz.

Bediüzzaman Hazretlerinin önermiş olduğu eğitim modeli budur. Münazarat adlı eserinde bu modeli çok veciz bir şekilde ifade ediyor. Ve bunu öncelikle Güneydoğunun, daha sonra tüm İslam Âleminin kurtuluş reçetesi olarak sunuyor.
Bundan tam 100 yıl önce bu tarz bir eğitim modelinin uygulanmasının amaçlandığı bir üniversitenin şarkta kurulması teklifini 2. Meşrutiyetin ilanı zamanında İlk olarak Sultan Abdülhamit’e götürüyor. Böyle bir üniversitenin kurulmasını talep ederken bu tarz bir uygulamayı da beraberinde sunuyor. Ne diyor orada? “Vicdanın ziyası, ulûm-u dîniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder.”
Yani, demek ki, medeniyetin ürettiği fen ve teknolojinin aydınlatacağı merkez akıldır. Ama din ilimlerinin, manevi ilimlerin de aydınlatacağı yer ise vicdandır. Dolayısıyla bu iki cenah biribiriyle çarpışan, çatışan değil bir biri ile kaynaşan mezc olan ve birlikte verildiği bir sistemdir.

“Bu iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder” diyor. Din ilimleri ile fen ilimlerinin birlikte verildiği bir talebenin gerçek himmeti ortaya çıkmış olur. Himmetten kasıt şudur. Bir ilim insana niçin verilir? Mesela tıp ilmi bir insana niçin öğretilir. Ta ki, bir doktor olarak o ilimle insanlara hizmet etsin istenir. Öğretmen olarak yetiştirilmiş ise öğretmen olarak hizmet etsin diye… Şimdi fen ve teknoloji ile aklını aydınlatmış ama din ilimleri ile vicdanını aydınlatmamış karanlıkta bırakmış olan bir insan göreve geldiği zaman elde etmiş olduğu o yetkiyi ve bilgiyi sadece kendi menfaati için kullanıyor. Doktorluk yeminine rağmen birçok zaman vicdansızca insanları sömürdüğünü görüyor ve duyuyoruz. Sadece doktorlar değil diğer meslek guruplarında da benzeri uygulamaları görüyoruz. Ne oluyor? Himmetini milleti için kullanmıyor. Hatta en hayati meselelerde bile şahsi çıkarını ön planda tutuyor.
Aklı aydınlanmış çok iyi bir doktor, çok iyi bir mühendis, çok iyi bir öğretmen şayet vicdanı da aydınlamış olarak yetiştirilmişse bu insan himmetini önce toplumun çıkarına sarf eder, toplumun çıkarını şahsi çıkarından önde tutar. Şahsi çıkarını ikinci plana atar. Himmet “pervaz” eder demesindeki maksat budur. Sürekli birbirine yardım eden dayanışma içinde olan bir topluluk haline gelir.

oner_ergenc3.jpgPeki bu iki yönlü insanı tek yönlü olarak eğitirsek ne olur? Yani sadece aklını aydınlatacak olan fen ilimlerini verirsek veya sadece kalbini, vicdanını aydınlatacak olan din ilimleri ile eğitirsek o zaman ne olur?
Böyle bir durumda, yani din ile fen ilimleri ayrıldığı vakit, birinden taassup diğerinden ise hile ve şüphe ortaya çıkar. Bir diğer ifade ile sadece din ilimleri verilmesi halinde taassup, yani fen ilimlerini inkar, teknolojiyi inkar eden bir anlayış ortaya çıkar. Değişimlere kapalı, statükocu bir anlayışa sahip bir insan modeli oluşur. Sadece fen ilimleri verilmesi halinde de hile ve şüpheci bir anlayış, her şeye şüphe ile bakan, kimseye güvenmeyen, hileci ve her şeyi inkar eden bir anlayışa sahip bir insan modeli ortaya çıkar. Kısacası her iki tarafta da yarı aydın insanlar oluşmuş olur.
Nitekim Cumhuriyet öncesinde eğitimin içine düştüğü durum bu fikre ışık tutuyor. Medreselerde yetişenler taassup içinde her gelişmeye karşı çıkarken, dar-ül fünun diye adlandırılan okullardan yetişenler de dini ve dince mukaddes sayılan tüm değerleri inkar cihetine gittiler. Ve bu iki gurup sürekli bir biri ile çatıştı ve çarpıştı…

Teorik olarak ifade etmiş olduğunuz bu eğitim modelinin bir de uygulamasından bahseder misiniz? Yani mesela ilköğretimde bu eğitim modeli nasıl verilebilir, müfredat nasıl olmalıdır?

Bediüzzaman Hazretlerinin modelinde din ilimleri ile fen ilimlerini ayrı ayrı vermek yoktur. Her iki ilmi mezcederek vermek vardır. Yani iman ilimlerini fen ilimleri içine yerleştirmek suretiyle vermek…
Mesela coğrafyayı ele alalım. Bu ilim bugün şöyle veriliyor. Dünyamızın güneş etrafında dönmesinden ve kendi etrafında attığı turdan gece gündüz, kış ve yaz meydana geliyor diyor. Doğru mu bu? Doğru. Fakat eksik olan bir yönü var. Dünya dönüyor dendiği zaman sanki kendi kendine dönüyor, başıboş dönüyor, onu dizginleyen biri yok gibi…
 
Oysaki Kur’an’ın anlatışına baktığımızda bunun aksine bir ifade kullandığını görüyoruz. Dünya “dönüyor” yerine dünya “döndürülüyor” ifadesi kullanılıyor. Sadece bir kelime ilave edilmiş oluyor. Bu bir kelime kendisi küçük olsa da ifade ettiği mana büyük olduğundan insanın bakış açısını birden değiştiriveriyor. Onu okuyan öğrencinin kafasında bir soru beliriyor. “Peki, bunu kim döndürüyor?” diye sorma ihtiyacı duyuyor. Bu da onu Allah’a götürüyor. Ve bu sayede dünyanın da kendisinin de ve her şeyin de başıboş olmadığını anlıyor. Her şeyin bir düzen içinde devam ettiğini ve o düzeni de birinin idare ettiğini, kendisinin de o düzenin bir parçası olduğunu fark ediyor. Bu fark ediş ona yetiyor. Onun dikkatli davranmasına düzeni bozacak bir davranıştan kaçınmasına neden oluyor.

Mesela müfettişlik yıllarımdan hatırlıyorum. Dersleri takip için sınıflara girdiğim zaman öğretmenler bu dersleri anlatırken hiçbir şekilde Yaratıcıya atıfta bulunmadıklarını görüyordum. Onları bu anlamda ikaz ediyordum. Bir defasında resim dersine girmiştim. Baktım bahar mevsimi olduğundan öğretmen öğrencilerine manzara resimleri yaptırmış. Öğretmene “sen şöyle kenarda dur bakalım ben öğrencilerle bir şey konuşacağım” dedim. Resmi güzel olan öğrencilerden birinin resmini aldım. Ve herkese gösterecek şekilde tuttuktan sonra dedim ki, “bakın burada bu arkadaşınız beyaz kağıt üzerine bu güzel resmi yapmış. Peki bu arkadaşınız bu resmi çizmemiş olsaydı bu kağıt üzerinde bu ağaç, çiçekler, bu manzara olur muydu?” Hep birlikte “olmazdı” diye cevap aldıktan sonra “bakın bu resmi yaparken arkadaşınız farklı farklı renklerde boyamış… Mesela ağaç gövdesini kahverengiye, yapraklarını yeşile, çiçeklerini beyaza, ortasını sarıya boyamış demek ki, bu arkadaşınızda renkleri birbirinden ayıran bir yetenek var değil mi?” Hep bir ağızdan “eveeet.” “Ayrıca farklı şekilleri yapabilme kabiliyeti var. Bütün bunlar bu arkadaşınızın bir ressam olarak ortaya çıkmasına neden oluyor. Değil mi?” Yine hep bir ağızdan “eveet” dediler.
Peki şimdi de şu pencereden dışarıya bakalım arkadaki havayı kağıt olarak düşünün öndeki ağaçları ve çiçekleri de o kağıt üzerindeki resim gibi düşünün. Sizce bu dışarıdaki resimde bulunan ağaç mı daha güzel yoksa bu arkadaşınızın yaptığı resimdeki ağaç mı güzel?” Hep bir ağızdan “dışarıdaki ağaç daha güzel” cevabını aldıktan sonra şu soruyu sordum: Bu kağıt üzerindeki resmin ressamı arkadaşınızdı, sizce o dışarıda gördüğünüz resmin bir ressamı var mı? “Vaaar.” Peki o dışarıdaki resmin ressamı kim? Elli kişilik sınıf hep bir ağızdan “Allah” diye cevap verdiler.

Şimdi bu örnekte olduğu gibi her ders anlatılırken bu şekilde bir bağlantı kurulursa mesele hallolur demektir. Yani imani ve itikadi meseleleri böylece fen ilimlerine mezc ederek kaynaştırarak vermek… Ayrıca günlük hayatta kullanabilmeleri içinde bir takım dini ilimleri siyer gibi, Kur’an gibi, İslam tarihi gibi, ilmihal bilgileri gibi konuları da ayrı birer kültür dersi olarak vermek meseleyi çözer. Hatta sadece iman ilmini dediğimiz gibi fen ilimleri içine mezcederek verdiğimiz takdirde diğer ilimleri öğrenci gider kendisi bir şekilde öğrenir. Annesinden, babasından veya mahallesindeki Kur’an kursundan o dersleri alabilir. Veya müfredata dahil de edilebilir.

Bediüzzaman Hazretlerinin ismine Medreset-üz Zehra dediği, daha sonra bunu İslam Üniversitesi olarak da isimlendirdiği, topluma eğitim modeli olabilecek bir projeyi, hayatta iken çok arzu ettiği halde (maddi vücudunu) gerçekleştirememiş. Ama bunun yerine gerek kendi eğittiği talebeleri ile gerekse yazdığı eserleri ile “yaygın eğitim” anlamında bir model uygulayarak bir nispette amacına ulaşmayı başarmıştır. Devlet okullarında fen ilimleri ile aklını aydınlatan insanları eş zamanlı olarak oluşturmuş olduğu Nur Medreselerde bir şekilde bu gençlerin kalmalarını sağlayarak eksik kalan din eğitimini vermek suretiyle kurmak istediği üniversiteden alacağı neticeyi almış diyebiliriz. Hala da bu sistem devam etmektedir. Onun gösterdiği yolda giden gönüllü eğitimciler yani talebeleri bu işe devam etmektedirler. Yüz binlerce, hatta milyonlarca insanı bu şekilde eğittikleri bir vakıadır. Bugün bu Nur Medreseleri ve içinde gönüllü eğitim veren eğiticileri hakkında neler söyleyebilirsiniz? Bu haliyle devletin eksik bıraktığı din eğitimini tamamlayabiliyorlar mı? Bu konuda yeterli midirler? Eğitim tarzlarını yeterli buluyor musunuz? Mekan olarak bu eğitimi vermeye uygun mudur?

Evet, güzel bir noktaya değindiniz. Bediüzzaman Hazretleri 1907’de İstanbul’a gelerek önce Sultan Abdulhamit’e, daha sonra Sultan Reşat’a doğunun kurtuluşuna neden olacak bir teklifte bulunmuş. Doğuda en büyük hastalık olan hatta bugünkü terörün de kaynağı olan cehaleti ve inançsızlığı gidermek için oraya bir üniversite kurulmasını istemiş. Hatta incelediğimizde görüyoruz ki, sadece üniversite istemekle kalmamış, Anadolu’nun tüm köylerine bugünkü İlköğretim düzeyinde eğitim kurumlarının açılmasını da talep etmiş.

oner_ergenc4.jpgŞarkın kurtuluşunun öncelikle cehaletten kurtulmasına bağlı olduğunu ifade etmiştir. Ve bütün geri kalmışlığımızın temelinde cehaletin yattığını söylüyor. Kendisine “niçin bu kadar eğitim üzerinde duruyorsunuz?” diye sorduklarında bir defasında “Şark ulemasının istikbalini temin etmek için” diyor. Bir başka defa sorduklarında da, “Türklerin ve Kürtlerin istikbalinin temini için istiyorum” diyor.
Dolayısıyla bugünkü sıkıntılarımızın temelinde yatan sebebin cehalet olduğunu ta yüz yıl öncesinden tespit etmek suretiyle bunun ortadan kaldırılması için devlet yöneticilerine, hatta birinci mecliste Reisicumhura ve Başvekile bu teklifi götürüyor. Netice alamamak onu bu davasından vazgeçirmiyor. Ta Adnan Menderes zamanına kadar bu işin peşini bırakmıyor. Ona da bu projenin uygulanmasını teklif ediyor.
Ama çeşitli sebeplerle o teklif ettiği proje gerçekleşemiyor. Onun üzerine devletin eksik bıraktığı manevi boşluğu doldurmak için, önce çevresindeki fertlerden başlamak suretiyle genç-ihtiyar farkı gözetmeksizin insanların imanlarını kurtarabilecek veya imanlarını güçlendirebilecek bir projeyi talebeleri ile birlikte ortaya koyuyor. Çok kısıtlı imkanlarla başlatmış olduğu bu uygulama halka halka genişleyerek Türkiye’yi de aşarak bütün dünya milletlerine ulaşıyor.

Devletin eksik bıraktığı ve tek yönlü yetiştirdiği, sadece aklını aydınlattığı insanları alarak onların vicdanlarına hitap eden bir eğitimi vermek suretiyle biraz önce bahsettiğimiz çift yönlü eğitimin gerçekleşmesini sağlıyor. Bu çabaların meyvesi bugün açık ve net bir şekilde görülebiliyor. Bu çalışmalar ciddi bir fayda sağladı ve gerçekten çok hayırlı sonuçlar verdi.

Bugün milyonlarca insan Risale-i Nurları gerek okumak suretiyle gerek dinlemek suretiyle istifade ederek hayırlı bir insan, hayırlı bir evlat, hayırlı bir vatandaş durumuna geldi. “Ahsen-i Takvim” diye tabir edilen insan seviyesine yükseldi.
Cumhuriyet tarihinde birçok zaman terör olayları yaşadık, hatta bazı dönemlerde hayli yoğun bir şekilde toplumun büyük kesimi teröre bulaştı, bu terör olaylarını tek tek inceleyin milyonlarca Nur Talebelerinden bir tekinin bu olaylara bulaşmadıklarını görürsünüz. Niye bu insanlar bulaşmadı? Çünkü vicdanı aydınlanmış inançlı bir insan disiplin altına giriyor, inancı onu asayişin birer bekçisi yapıyor.

Bugün gelinen noktada baktığımızda bu çalışmalar devletin bıraktığı boşluğu doldurmada yeterli midir diye sorarsanız… Hayır yeterli değildir. Çünkü insan dediğimiz varlık sürekli değişen, gelişen ve dünya şartlarına göre sürekli terakki eden bir varlıktır. O nedenle o terakki ederken sizin terakki etmeden ona muhatap olmanız mümkün olmayacaktır. Sizin de gelişmeniz gerekir. Tarzınızı günün gelişen şartlarına uygun hale getirmeniz gerekir.

O nedenle bu işi sadece Nur Talebelerine bırakmak doğru değildir. Devletin artık dönüp kendi eğitim sistemini sorgulaması gerekir. Bu kadar defolu üretim hiçbir yerde olmaz. Size bir misal vereyim. Ben bunu bir defasında Meclis Genel Kurulunda konuşurken de dile getirmiştim. Mesela siz bir fabrika kurmuşsunuz, diyelim ki bir cins kumaş üretiyorsunuz, ama bakıyorsunuz ki, üretilen kumaşlar sürekli defolu çıkıyor. Her ne yaparsanız yapın bu defolu kumaşların çıkmasını önleyemiyorsunuz. Yarısı, hatta yarıdan da fazlası defolu çıkıyor.
Böyle bir durumda ne yaparsınız? Döner fabrikaya bakarsınız, nerede hata yapılıyor, neden kaynaklanıyor diye. Tespit edince de bu hatayı bertaraf etmenin çarelerini araştırırsınız. O şekilde bırakamazsınız herhalde… Çünkü sürekli defolu malın göz göre göre çıkmasına gönlünüz razı olmaz.

Dolayısıyla bugün devlet de dönüp kendi sistemine artık bakması lazımdır. Nerede hata yaptığını görmeli ve çareler üretmelidir.
Zaten bu dediğim şeyi bugün yapmaya başladı sanırım. Sadece eğitim siteminde değil, hukuk sistemimiz, adalet sistemimiz neden böyle? Güvenlik sistemimiz niye böyle? diye sorgulamaya başlamış bulunuyor. Bütün bu sorunların temelinde de eğitim sistemi yatıyor. O nedenle bu sorgulamanın sonunda devletimiz bu eksikliği görecektir ve en sonunda gelip Bediüzzzaman’a müracaat etmek durumunda kalacaktır. Yani Bediüzzaman’ın ortaya koymuş olduğu modele müracaat etmek mecburiyetinde kalacaktır.

Nur Talebelerinin gönüllü eğiticiliği konusuna tekrar dönersek Nur Medreseleri hakkındaki düşünceleriniz nedir? Neler söylersiniz?

Dediğim gibi çalışmalarını günün şartlarına uygun hale getirmeleri gerekir. Öncelikle şunu yapmalarını öneririm. Her meslek erbabı elde etmiş olduğu tecrübeyi de kullanarak, özellikle eğitimcilerin, mesela bir matematikçinin, bir fencinin oturup yeniden müfredat hazırlaması, ders kitabı yazması gerekir. Matematik kitabı öyle hazırlanmalı ki, onu okuyan bir öğrenci Allah’ı inkar değil Allah’a imanı artmalıdır. Bir fizik kitabı öyle hazırlanmalı ki, o kitabı ders veren öğretmen aynı zamanda Allah’ı o öğrencilere tanıtmış olmalıdır. Bir coğrafyacı veya coğrafya kitabı aynı zamanda Allah’ı anlatmalıdır. Yani temel dersler dediğimiz evrensel bilimler verilirken (ki bu bilimler mecburi verilecektir) yaratıcı tanıtılarak o derslerle mezc ettirilerek verilmelidir. Nur Talebeleri bu müfredatı hazırlamak durumundadır.

Sonuçta; çok iyi bir matematikçi çıkan bir insanın aynı zamanda çok imanlı bir insan olması sağlanmış olmalıdır. Bir doktor, bir mühendis, bir eczacı üniversiteden mezun olduğunda tam mütedeyyin bir insan olarak mezun olmalıdır ki, ondan beklenen “Ahsen-i Takvim” şekli ortaya çıkmış olsun. Böyle bir insanın, faydalı olmaması mümkün değildir. Vicdanı tam aydınlanmış herhangi bir meslek erbabının mesleğine hıyanet etmesi mümkün değildir. Himmetini şahsına değil milletine ve halkına harcaması böylece mümkün olacaktır.
Ama bu işlerin bugün yeterince yapıldığı kanaatinde değilim. Bu konuda bir takım çalışmalar var. Bir kısım arkadaşların münferit de olsa bu kabil çalışmaları devam ediyor. Ama külli manada bütün dersleri kapsayacak şekilde bir çalışmadan söz etmek mümkün değildir. Varsa da doğrusu benim bilgim yok…

Bugün bir kısım yayınevleri bahsettiğiniz anlamda bir takım kitaplar yayınlamaya başladılar. Mesela DEG yayınları bünyesinde yayınlanan “Risale-i Nur’a Giriş” adlı kitaplar buna örnek olarak gösterilebilir. Diğer bir kısım yayınevleri de buna benzer kitapları yayınlamaya başladılar. Bu çalışmalar hakkında neler söyleyeceksiniz?

Evet bu tür yayınları görüyoruz. Hatta bazı gurupların bu anlamda hayli mesafe aldığını da müşahede ediyoruz. Ama bunların hiçbiri henüz yeterli seviyeye gelmiş değil. Yani bizim biraz önce bahsettiğimiz anlamda tüm müfredatın Risale-i Nurlarla mezc ettirilerek yeniden yazılması hususunda henüz ciddi bir adım atılmış değil.
O nedenle bu konu büyük bir eksiklik olarak karşımızda duruyor. Benim için de bu önemli bir vazifedir. Bir eğitimci olarak benim de bu konuya eğilmem gerekiyor. Yani bir aile reisi kendi çocuğuna dini eğitim vermek istediğinde bunu nasıl yapacağına dair yeterli doküman oluşturulmalıydı. Hangi bilgiyi ne zaman ne nispette vermesi gerektiği hususunda kendisine rehberlik yapacak müfredat kitaplarının bu güne kadar hazırlanmış olması gerekiyordu. Ama dediğim gibi bazı çalışmalar olsa da bu istenen seviyede değil.

Bu vazife Nur Talebelerinin tümünün ortak görevidir. Bunu birilerinden bekleyemezler. Biri gelsin bu işi yapsın diyemezler. Çünkü, Üstad Hazretlerinin bir temennisi vardır. “Bir gün gelecek Risale-i Nurlar tüm okullarda okutulacak” demiş. Bu nasıl olacak? Yani Sözler kitabını götürüp ders kitabı olarak kullanacak diye anlamamamız gerekiyor. Veya en azından ben öyle anlamıyorum. Benim anladığım oradaki muhtevayı, iman ilmini diğer fenlerle kaynaştırarak ve içine serpiştirerek vermek şeklinde anlıyorum. Henüz bu şekilde bir müfredat hazırlanmış değil.

Peki böyle bir müfredat hazırlandı, ikmal edildi ve piyasaya sürüldü diyelim. Bunu okutacak okula da ihtiyaç duyulacak, böyle bir eğitim kurumu var mı? veya olabilir mi? Yani normal eğitimini tamamlamış bir kişinin diyelim ki, bir üniversite mezununun “ben Risale-i Nurları da öğrenmek istiyorum, oradaki ilimleri de almak istiyorum, bir iki senemi de ona ayırayım” dese ve böyle bir talepte bulunsa buna cevap verecek bir okul var mı?

Henüz öyle bir kurum yok zaten mevcut sistemimiz de böyle bir kurumu oluşturmaya müsait değil. Yakın zamanda da oluşabileceğini düşünemiyorum. Ancak, bunu başka bir şekilde uygulamak sanırım mümkündür. Resmi formata bağlı kalmadan, malum Risale-i Nur eğitimi bu güne kadar hep gönüllülük esasıyla geldi. Nur Talebelerinin gönüllü olarak yaptıkları fedakârlıklar sayesinde bugün milyonlar o eserlerden istifade etmiş oldu. Bir çok insan önünde çok büyük imkânlar varken, makam mevki sahibi olacakken veya çok zengin bir işadamı, bir sanatçı, bir bilim adamı olacakken elinin tersi ile bu imkânları iterek gelip gönüllü olarak bu eserlerin yayılmasında görev aldılar. Onlara bu vesile ile şükran borçluyuz. İşte bundan sonra da bu durum yine aynı tarzda yürüyecektir. Yani mevcut model içinde bu iş çözülecektir. Ama bazı yenilikler getirilebilir. Daha düzgün ortamlar oluşturulabilir. Mevcut medreselerin statülerinin dışına çıkılarak daha uygun bir eğitim ortamı oluşturulabilir kanaatindeyim.

oner_ergenc5.jpgMesela yaz ayları bu işler için çok uygun dönemlerdir. Tatile girmiş milyonlarca öğrenci ve öğretmenler atıl bir vaziyette yazı geçiriyorlar. Cemaatler artık eskisi gibi imkânsızlıklar içinde bu işi yapmıyorlar. Hayli imkânlara sahip oldukları da bir gerçektir. Gerek mekan açısından gerekse eğitilmiş insan açısından hayli yüksek bir potansiyel mevcuttur. Mesela Ankara’da veya İstanbul’da “yaz okulu” adı altında, resmi müfredata da uygun bir şekilde olmak üzere bazı eğitim tesisleri açılabilir. Bu tesislerde eğitim almaya gelen öğrencilere, yüzmeden, futbola, hentbola, voleybola tenise kadar birçok dalda kurslar da verilir. Aynı zamanda dinini imanını tazeleyecek şekilde Risale-i Nurlardan hazırlanmış dersler de dâhil edilerek adeta eğlence içerisinde yaz tatili havasında bir eğitim sunulabilir.

Buralar öyle hazırlanmalı ki, isteyen yatıya kalarak 24 saat modeliyle, isteyen gündüzleri sabahtan akşama kadar gündüzlü modeliyle katılabilecek şekilde olmalıdır. Bir program dahilinde hem spor kursları verilmeli, hem bilgisayar kursları ve hem de Kur’an kursları, ibadetle ilgili, ilmihalle ilgili kurslar, iman ilmi ile ilgili Risale-i Nurdan derlenmiş dersler verilebilir.

Böyle yapılırsa sanırım bugün Nur Medreselerinde, öğrencilerin boş vakitlerinde fırsat bulurlarsa bir miktar okuyarak, tatile girmiş bir öğrencinin tatil psikolojisi içerisinde elde ettiği faydadan daha iyi bir sonuç elde edilebilir diye düşünüyorum. Sürekli kitap okutmak yerine eğlendirerek, sevdirerek, ama hazmettirerek okutmanın daha tesirli olacağı muhakkaktır. Çünkü böyle bir tesiste o çocuk hem çocukluğunu yaşamış olacak, hem tatilini güzel geçirecek ve hem de bu arada yararlı bilgiler alarak manevi eğitimini de tamamlamış olarak daha şevkli bir şekilde yeni yıla başlayacaktır.

Böyle bir yer bu anlamda hizmet verebilecek eğitimcileri de yetiştirmiş olacaktır. Yani medreselerin o dar kalıpları içerisinde kalarak yetişmek yerine böyle geniş imkânlara sahip bir ortamda daha verimli bir şekilde hem eğiterek hem eğitilerek yetişeceğinden daha verimli ve formata daha uygun hale gelmiş olacaktır. Mesela biz Siirt’te buna benzer bir uygulama yaptık. Köylerden gelip kenar mahallelere yerleşen, derme çatma barakalarda oturan birçok aile var. Bu ailelerin çocuk sayısı da hayli fazla olduğu için bu aileler çocuklarına gereken ilgiyi göstermiyorlardı. Biz de düşündük ne yapabiliriz. Çünkü sen sahip çıkmazsan sokakta kalan bu çocuklara birileri sahip çıkıyor. PKK gelip götürüyor, öbür taraftan Hizbullah gelip kandırıyor.

Şöyle bir şey yaptık. Her semtte bir salon bulduk bu salonlara kütüphaneler yaptık, öğrenci boş vakitlerinde gelip ödevlerini yapabilsin dedik. Bilgisayar koyduk, internet bağladık, oralardan yararlansın,  derslerinin yaptıktan sonra isterse internette oyun oynasın, bir de bunların başına birer gözetmen koyduk.

Bir yerle başlamıştık ama bu öyle rağbet gördü ki, bir anda bunun sayısı 16’ya yükseldi. Şu anda onaltı semtte böyle yerlerimiz var. Buraya gelen çocuklar daha önce sokaklarda gününü geçiriyordu. Buraya gelerek hem ahlakı düzeldi, hem derslerinde başarılı oldu, hem oturup kalkması düzeldi, birbirlerine olan davranışları değişti. Aynı zamanda aileleri ile irtibat kuruldu, eğitimcilerimiz aileleri ziyaret ettiler ve onları bu yerlere davet edip onlara yakın ilgi gösterdiler. Neticede o bir çocuk üzerinden aileye ulaşılarak koca bir aile topluma kazandırıldı. Belki de PKK sempatizanı olacakken ve çocuğunu dağa gönderme istidadındayken tam tersine PKK’ya karşı bir aile oldu ve ahlaklı, imanlı, vatanına, milletine bağlı seven, sevilen bir aile olup çıktı. Bir değil birçok aile böylelikle kazanılmış oldu. Sadece Siirt merkezinde sekiz yüze yakın çocuk bu hizmetten bugün yararlanıyor.
İşte bu tarz bir çıkış yoludur. Araştırılınca insanın önüne güzel fikirler çıkıveriyor. Uygulaması da kolay ve kısa zamanda da netice alınabiliyor. Bu küçük çapta yapılmış bir modeldir. Bu model genişletilebilir. Biraz önce bahsettiğimiz şekle dönüştürülebilir.

Sizin biraz önce bahsettiğimiz anlamda bir müfredat çalışmanız var mı? Veya geçmişte böyle bir çalışma yaptınız mı? Bir ekip kurarak böyle bir çalışma yapmayı düşünüyor musunuz?

Ben siyasete girinceye kadar bazı çalışmalar yaptım, başlangıç aşamasındaydı ama siyasete girince bu çalışmalar yarım kaldı. Şu anda çok arzu ediyorum oturup yeniden başlayayım. Ama doğrusu biz biraz uzak kaldık bu arada eğitimde çok hızlı gelişmeler oldu. Ama dediğim gibi böyle bir gurup oluşturup yeniden çalışmaya başlamak istiyorum.