Cemaatin selameti için şahıs feda edilir mi?

Cemaatin selameti için şahıs feda edilir mi?

Yanlış uygulandığında bir çok sıkıntı ve karmaşaya sebep veren bir ilkenin analizi...

Mesut Zeybek’in yazısı:
 
İslâm dünyasında, Asr-ı Saadetten sonra başlayıp, günümüze kadar devam eden bir tatbikat şekli; maalesef bugün çeşitli isimlerle dine hizmet eden guruplarda devam etmektedir. Şöyle ki:
·   “Cemaat için, ferdin hakkını na­zara al­maz” (M:54)
·   “Hükûmetin selâmeti ve âsâyişin devamı için eş­has feda edilir” (M:55)
·   “Milletin selâmeti için cü­z’i hukuklara bakılmaz.” (K:150)
·   “Vatan için herşey feda edilir.” (Em:98)
 
Bu tehlikeli anlayış ve düşünce, devlet anlayışı olabildiği gibi, hükümet siyaseti, hatta cemaat an­layışı da olabilmektedir.
Bugün, dine hizmet cemaatlerinde “hizmetin selameti” diye nice insanlar tecrid edilmektedir. Hatta bir günde kapı önüne konulmakta, onların maddî ve manevî hukukları hiç nazara alınmamaktadır. Bütün ha­yatını, maddî ve manevî her şeyini verdiği hizmet gurubundan çeşitli bahanelerle koparılmaya ça­lışılmaktadır.
İşin garibi, bu hareketleri güya; “hizmet adına” ve “cemaatin selameti” namına yapmakta­dırlar. Bu halin ne kadar zalimane, ne kadar İslâm davasına zarar ver­diği Risale-i Nurlardaki bu bahislerde açıkca beyan edilmiştir.
Bunca senedir sıkıntılardan tam kurtulamamızdaki sır herhalde bu hatalar olsa gerektir.
İslâm dünyasında, nadiren de olsa bazı ihtilaflar, olmuştur. Bu tarz anlayışlara karşı ilk mücadeleyi, İmam-ı Ali Radıyallahu anhü vermiştir.
Çünkü onu Peygamberimizin (A.S.M.) şu hadisiyle müjdelemiştir:
«Ben Kur’anın tenzili için harb ettim sen te’vili için harb edeceksin»
Bu beyandan anlaşılıyor ki, hakiki adaletin tatbikatında güçlükler olacağı; hakiki adaletin ihlali ne zaman başladı; ve ne neticeler verdiği; ve bu anlayışlardan nasıl kurtulunur; Bediüzzaman Hazretleri izah eder. Şöyle ki:
 
ADALET-İ MAHZÂ İLE ADALET-İ İZAFİYE NEDİR?
 
«Adalet-i mahzâ ile adalet-i izafiyenin izahı şudur ki:
مَنْ قَتَلَ نَفْسًا بِغَيْرِ نَفْسٍ اَوْ فَسَادٍ فِى اْلاَرْضِ فَكَاَنَّمَا قَتَلَ النَّاسَ جَمِيعًا
Âyetin mânâ-ı işarîsiyle, bir mâsumun hakkı, bü­tün halk için dahi iptal edilmez. Bir fert dahi, umumun selâmeti için feda edilmez. Cenâb-ı Hakkın na­zar-ı merhametinde hak haktır, küçü­ğüne büyüğüne bakıl­maz. Küçük, büyük için iptal edilmez. Bir cemaatin selâmeti için, bir fer­din rı­zası bulunmadan, ha­yatı ve hakkı feda edilmez. Hamiyet namına, rızasıyla olsa, o başka mesele­dir.
Adalet-i izafiye ise;
Küllün selâmeti için cüz’ü feda eder. Cemaat için, fer­din hak­kını nazara al­maz. Ehvenüşşer diye bir nevi adalet-i izafi­yeyi yapmaya çalışır. Fakat adalet-i mahzâ kabil-i tat­bik ise, adalet-i izafi­yeye gidilmez. Gidilse zulüm­dür.» (M:53)
Yine bir başka tesbit de hükümetlerin siyaseti noktasında:
“Merhametsiz siyasetin bir düsturu olan, “Hükûmetin selâmeti ve âsâyişin de­vamı için eş­has feda edilir.” (M:55)
«Zâlim siyasetin gaddarâne bir düsturu olan “Cemaat için fert fedâ edilir” diye çok zâlimâne pek çok vukuatı, ehvenü’ş-şer diye bir nevi ada­let‑i izafiye na­mında hâkimi­yetine bir maslahat göstermişler. Hattâ bu asırda, o gaddar düs­turun hük­müyle, bir adamın hatâsıyla bir köyü mahve­der. Beş on adamın, on­ların siyasetine zarar ver­mek tevehhü­müyle, binler adamı perişan eder.
İşte, eski zamanda bir derece, siyasetin bu gad­dar düsturu İslâmlar içine girdiğinden, siyasette, bu müthiş düsturlar karşısında, mecburiyetle Se­lef-i Salihîn sü­kûtla ve Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaatin imamları o kapıları kapamak, طَهَّرَ اللَّهُ اَيْدِيَنَا فَنُطَهِّرُ اَلْسِنَتَنَا deyip o kapıları açmı­yorlar.» (E:210)
Kur’an’ın, insanlık âlemine hakiki adalet ve saadet için vaz ettiği bu te­mel prensibi, de­vamlı nazara veren Bediüzzaman Hazretleri, bu ayeti tefsir ederken çeşitli hikmetlerin­den bah­seder yani zahir ba­kışta bir fert ile bütün insanların aynı de­ğerde tartılması nasıl olur izah eder:
مَنْ قَتَلَ نَفْسًا بِغَيْرِ نَفْسٍ اَوْ فَسَادٍ فِى اْلاَرْضِ فَكَاَنَّمَا قَتَلَ النَّاسَ جَمِيعًا وَمَنْ اَحْيَاهَا فَكَاَنَّمَا اَحْيَا النَّاسَ جَمِيعًا
Şu âyet haktır, akla münâfi olamaz, hakikattir. Mücâzefe, mübalâğa, içinde bu­lu­namaz. Halbuki zahir düşündürür.
 
BİRİNCİ CÜMLE: Adalet-i mahzânın en büyük düsturunu vaz edi­yor. Der ki:
Bir mâsumun ha­yatı, kanı, hattâ umum beşer için olsa da, heder olmaz. İkisi nazar-ı kudrette bir olduğu gibi, na­zar‑ı adalette de birdir. Cüz’iyatın küllîye nispeti bir olduğu gibi, hakkın dahi mizan-ı ada­lete karşı aynı nis­pettir. O nokta-i nazar­dan, hakkın küçüğü büyüğü ola­maz.
Lâkin, adalet-i izafiye, cüz’ü külle feda eder. Fa­kat muhtar cüz’ün sarihen veya zım­nen ihtiyar ve rıza vermek şartıyla. Ene’ler nahnü’ye inkılâp edip mezci, cemaat ruhu te­vellüt ederek, külle feda olmak için fert zımnen rızadâde olabilir.» (Sünuhat sh: 9)
«Adalet-i mahzâ-yı Kur’âniye, bir mâsumun hayatını ve kanını, hattâ umum beşer için de olsa heder etmez. İkisi nazar-ı kudrette bir ol­duğu gibi, na­zar-ı adalette de birdir. Hodgâmlıkla, öyle insan olur ki, ihti­rasına mâni her­şeyi, hattâ elin­den gelirse dünyayı harap ve nev-i beşeri mah­vetmek ister.» (H:123)
«Ferd ile nevilerin icadları bir lem'a-yı kudretin yanında birdir, mü­savi­dirler.» (BMs:89)
«Kudret-i ezeliyeye nisbeten eşyanın icadı için bir ferd ile nev' ara­sında fark yok­tur.» (BMs:160)
 
İkinci Dünya Harbindeki dehşetli zulümlerin dayanağı olan bu an­layışın insanlığa nasıl za­rarlar verdiğini anlatan Üstad Bediüzzaman der ki:
«Zemin yüzünde bu dehşetli düelloda se­mavatı ağlatacak zulümler ve tah­ribat oluyor. Çok mâsum ve mazlumların hukukları kayboluyor, mahvoluyor. Mimsiz, gaddar medeni­yetin zâli­mâne düsturu olan;
“Cemaat için fert feda edi­lir; mille­tin selâmeti için cüz’î hukuklara ba­kılmaz” diye, öyle dehşetli bir zu­lüm meydanı aç­mış ki, kurûn-u ûlâ vah­şet­lerinde de emsali vuku bul­mamış.
Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyânın adalet-i haki­kiyesi, bir ferdin hakkını cemaate feda etmez;
“Hak hak­tır; küçüğe, büyüğe, aza, çoğa bakıl­maz” diye kanun-u semavî ve hakikî adalet nokta­sında Risale-i Nur şakirtleri gibi hakikat-i Kur’âniyeyle meşgul adam­lar...» (K:105)...diyerek bilhassa Nur Talebelerinin böyle durumlarda dikkatli dav­rana­rak başka­larının düştüğü hatalara onların düşmemelerini ister.
«Ayn-ı adalet olan bu semavî ve kudsî  وَ لاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرَى nass-ı kat’î­siyle, Kur’ân’ın bir kanun-u esasîsi muhabbet ve uhuvvet-i haki­kiyeyi te­min eden ve bu millet-i İslâmiyeyi ve memleketi büyük tehlikeden kurta­ran bu ka­nun-u esasî ki; “Birisinin hata­sıyla başkası mesul ola­maz.” Kardeşi de olsa, aşi­reti ve taifesi de olsa, partisi de olsa, o cinayete şerik sayılmaz. Olsa ol­sa, o cina­yete bir nevi tarafgirlikle yalnız mânevî günah­kâr olup âhirette mesul olur; dünyada de­ğil. Eğer bu kanun-u esasî çabuk düstur-u esasî yapıl­mazsa, hayat-ı içtimaiye-i beşeriye iki Harb-i Umumînin gösterdiği tahribatın emsaliyle, esfel-i sâfilîn olan o vahşî irti­caa düşecek.
İşte, Kur’ân’ın bu gibi kudsî kanun-u esasîsine irtica namını veren bed­bahtlar, vahşet ve bedevî­liğin dehşetli bir kanun-u esasîsi olarak kabul et­tikleri şimdiki öylele­rinin siya­setinin bir nokta-i istinadı şudur ki:
“Cemaatin selâmeti için fert feda edilir. Vatanın selâmeti için eşhasın hukuku nazara alınmaz. Devletin siyasetinin se­lâmeti için cüz’î zulüm­ler nazara alınmaz” diye, birtek câni yüzünden bir köyü mah­vetmekle bin mâ­sumun hakkını nazara almaz. Birtek câninin yüzünden bin adamın kılıçtan geçmesini caiz görür. Bir adamın yaralanmasıyla binler mâ­sumu sıkıntıya verdirir. Ve iki yüz adamı kur­şuna di­zilmesini o baha­neyle nazara almaz. Birinci Harb-i Umumîde üç bin adamın câni­yâne si­yaset hatâlarıyla otuz milyon bi­çare nev-i beşer aynı harpte mahve­dil­diği gibi, bin­ler misaller var.» (Em:82)
 
«Siyaset-i beşeriyenin en esaslı bir ka­nun-u esasîsi olan;
“Selâmet-i millet için fertler feda edilir. Cemaatin selâmeti için eşhas kurban edilir. Vatan için her­şey feda edilir” diye, bütün nev-i beşerdeki şimdiye kadar dehşetli cinayetler bu ka­nu­nun su-i isti­malinden neş’et ettiğini kat’i­yen bildim. Bu kanun-u esasî-yi beşeriye, bir hadd-i muayye­nesi olmadığı için çok su-i istimale yol açmış.
İki Harb-i Umumî, bu gaddar kanun-u esas­î­nin su-i istimalinden çıkıp bin sene be­şerin terakkiyatını zîr ü zeber ettiği gibi, on câni yü­zün­den doksan mâsumun mahvına fetva verdi. Bir men­faat-i umumî perdesi altında şahsî garazlar, bir câni yüzünden bir kasa­bayı harap etti. Risale-i Nur bu hakikati bazı mecmua ve müdafaatta is­pat ettiği için onlara ha­vale ediyorum.
 
İşte, beşeriyet siyasetlerinin bu gaddar kanun-u esasîsine karşı, Arş-ı Âzamdan gelen Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyandaki bu gelen kanun-u esasîyi buldum. O kanunu da şu âyet ifade ediyor:
وَ لاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرَى
مَنْ قَتَلَ نَفْسًا بِغَيْرِ نَفْسٍ اَوْ فَسَادٍ فِى اْلاَرْضِ فَكَاَنَّمَا قَتَلَ النَّاسَ جَمِيعًا
Yani, bu iki âyet, bu esası ders veriyor ki:
“Bir adamın cinayetiyle başkalar mes­’ul olmaz. Hem bir mâsum, rızası olmadan, bütün insana da feda edilmez—kendi ih­tiyarıyla, kendi rızasıyla kendini feda etse, o fe­dakârlık bir şehadettir ki, o başka me­se­ledir” diye, hakikî adalet-i beşeri­yeyi te’sis ediyor.» (Em:98)
 
«Siyaset, efkârın âleminde bir şeytandır; istiâze edilmeli.
Siyaset-i medenî, ekserin rahatına feda eder ekalli. Belki ekall-i za­lim, kendine kurban eder ekserîn-i avâmı.
Adalet-i Kur’ânî, tek mâsumun hayatı, kanı heder göremez, onu feda ede­mez, de­ğil ekseriyete, hattâ nev’in umumu.
Âyet-i  مَنْ قَتَلَ نَفْسًا بِغَيْرِ نَفْسٍ iki sırr-ı azîmi vaz edi­yor nazara. Biri mahz-ı adalet. Bu düstur-u azîmi
Ki fert ile cemaat, şahıs ile nev-i beşer, kudret na­sıl bir görür; ada­let-i İlâhî ikisine bir bakar. Bir sünnet-i daimî.
Şahs-ı vahid hakkını kendi feda ediyor; lâkin feda edilmez, hattâ umum in­sana. Onun iptal-i hakkı, hem iraka-i demi,
Hem zevâl-i ismeti; iptal-i hakk-ı nev’in, hem is­met-i beşerin misli­dir, hem na­ziri. İkinci sırrı budur: Hodgâmî bir âdemî
Hırs ve heves yolunda bir mâsumu öldürse, eğer elinden gelse, heve­sine mâni ise ha­rap eder dünyayı, imhâ eder benî Âdemi.» (S:717)
وَ لاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرَى
İşte siyaset-i şahsiye, ce­maatiye, milliyeye dair en âdil bir düstur-u Kur’­ânî. اِنَّهُ كَانَ ظَلُومًا جَهُولاً
İşte mâhiyet-i insaniyede dehşetli kabi­liyet-i zulüm. Sırrı şudur:
Beşerde, hayvanın aksine olarak, kuvâ ve müyul fıtraten tahdit edil­memiş. Meyl-i zu­lüm, hubb-u nefis dehşetli meydan alıyor.
Evet, ene ve enaniyetin eşkâl-i habîsesi olan hodgâmlık, hodbinlik, hoden­dişlik, gurur ve inat o meyle inzimam etse, öyle ekberü’l-kebâiri icad eder ki, daha beşer ona isim bul­mamış. Cehen­nemin lüzumuna delil olduğu gibi, cezası da yal­nız Cehennem olabilir.
Evvela: Şahıs itibarıyla, bir şahıs çok evsafa câ­midir. Onların içinde bir sı­fat, adâveti celb etse, birinci âyetteki kanun-u İlâhî iktiza eder ki, ada­vet o sıfata inhisar etsin, mecma-i evsaf-ı masume olan şahsına yal­nız acısın ve tecavüz etme­sin.
Halbuki o zalûm-u cehûl, tabiat-ı zâlimaneyle, bir câni sıfat için, o evsaf-ı mâ­su­menin hakkına da tecavüz edip, mevsufa da husumet, hattâ onda da iktifa etmiyor; akrabasına da, hattâ meslekta­şına da zulmünü teşmil eder. Birşeyin müteaddit esbabı olduğundan; olabilir, o câni sıfat da kalbin fesadından değil, belki hariç bir sebebin neticesi­dir. O halde sıfat caniye değil, kâfire de olsa, o zat câni ola­maz.
 
Cemaat itibarıyla görüyoruz ki, bir şahs-ı muh­teris, bir intikamla veya mun­ta­kim bir muhale­fetle, arzuyu tazammun“İslâm parça­lana­cak ve­yahut hilâfet mahvola­cak.” Sırf o meş’um sö­zünü doğru gös­termek, gu­ru­riye­tini, enani­yetini, tatmin etmek için, İslâmın perişaniyetini—el’iyazübillah—uhuvvet-i İslâmi­yenin boğulma­sını arzu eder. Hasmın zulm-ü kâ­firanesini, hayale gelemez cer­bezeli te­villerle adalet suretinde göstermek ister. eden bir fikirle demiş ki,
Medeniyet-i hazıra itibarıyla görüyoruz ki, şu medeniyet-i meş’ume öyle gad­dar bir düstur-u zulüm beşerin eline vermiş ki, bütün mehasin-i me­deni­yeti sıfıra indiriyor. Melâike-i kiramın, اَتَجْعَلُ فِيهَا مَنْ يُفْسِدُ فِيهَا وَ يَسْفِكُ الدِّمَاءَ deki endişele­rinin sırrını gösteriyor.
İşte, bir köyde bir hain bulunsa, o köyü mâsu­meleriyle imhâ etmek veya bir ce­maatte bir âsi bulunsa, o cemaati çoluk çocuğuyla ifnâ etmek veya Ayasofya gibi mil­yarlara de­ğer mukaddes bir binaya, kanun-u zâli­manesine serfurû et­meyen birisi ta­hassun etse, o binayı harap etmek gibi, en dehşetli vahşetlere şu medeniyet fetva veri­yor.
Acaba, bir adam, kardeşinin günahıyla hak na­zarında mes’ul olma­dığı halde, nasıl oluyor ki, bir karyenin veya bir cemaatin binlerle mâ­sumları, hiçbir zaman fena tabi­atlı ihtilâlciden hâli kalma­yan bir şehirde veya bir mahallede bulunan bir serkeş adamın isya­nıyla, hiç münasebet olmadığı halde, o mâsum­lar mes’ul, belki ifnâ edili­yor?» (Sün:19)
«İ’lâ-yı kelimetullahı hedef-i maksat eden cemaat, hiçbir garaza va­sıta ola­maz. İsterse de muvaffak olamaz. Zira nifaktır. Hakkın hatırı âli­dir, hiçbir şeye feda olunmaz.» (H:98)
 
NETİCE: İslâm tarihindeki hadiselere bakılsa görülecektir ki, Kur’an’ın bu ka­nunu esasi­sine tam ittiba edildiği devrelerde, İslâm dünyası ve müslümanla­rın içinde ya­şayan sair dinlere mensub kimseler, rahat ve huzur içinde hayat sürmüşlerdir.
Altıyüz sene cihan hakimiyetini elinde tutan ve bir çok dinleri ve milletleri bün­ye­sinde barındıran Osmanlı Devleti idarecileri, devletin kuruluşunda bilhassa ilk devrele­rinde, “kul hakkı” na ve sair reaye tabir edilen gayr-ı müslimlerin haklarına çok ehemmiyet vermişlerdir. Osmanlı Devleti devamlı yükselmiş ve Cenab-ı Hak (C.C.) onları muvaffak etmiştir. Tarih kitabları bunların binler­cesini yazmaktadır.
Şimdi günümüzde İslâm’ın yeniden yükselişine çalışan dini cemaatlar veya mü­es­seseler ne­lere dikkat edeceklerini iyi bilmelidirler. İslâma hiz­met eden bir cemaatı temsilen ortaya çıkanlar, kendi­leri en evvel bu düsturları ih­lal eder­lerse kendi savunduklarıyla ters düşmüş olurlar. Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin tabi­riyle “abdestsiz kıblesiz namaz kıl­mak gibi” hakiki hizmet ehli oldukları inandırıcı ol­maz.
Kur’an’ın bu asırda bir hakiki tefsiri olan Risale-i Nur Külliyatı, be­şerin saadetini, ferdin bütün hayatını düzenliye­cek gerekli bilgileri ve­ren ve kendi bünyesine almadığı konularda da yol gösteren bir külli­yattır.
 
“Kim bir cana kıymamış veya yeryüzünde fesat çı­karmamış birisini öldürürse, bütün insanları öldürmüş gi­bidir.” Mâide Sûresi, 5:32.
“Cenab-ı Hak ellerimizi o kanlı hadiselere bulaş­tırmadı; o halde biz de o hadiselerden bahsedip dili­mizi bulaştırmayalım.” Ömer bin Abdülaziz’e ait bir söz. fia’ranî, El-Yevâkit ve’l-Cevahir, 2:69; Bâcurî, fierhü Cevheretü’t-Tevhid, 334.
“Kim bir cana kıymamış veya yeryüzünde fesat çı­karmamış birisini öldürürse, bütün insanları öldürmüş gi­bidir. Kim de birisini diriltirse, bütün insanları dirilt­miş gibi olur.” Mâide Sûresi, 5:32.
“Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez.” En’âm Sûresi, 6:164; ‹srâ Sûresi, 17:15; Fâtır Sûresi, 35:18; Zümer Sûresi, 39:7. En’âm Sûresi, 6:164; İsrâ Sûresi, 17:15; Fâtır Sûresi, 35:18; Zümer Sûresi, 39:7. Mâide Sûresi, 5:32.
“Kim bir cana kıymamış bir kimseyi öldürürse...” Mâide Sûresi, 5:32.
“Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez.” En’âm Sûresi, 6:164; ‹srâ Sûresi, 17:15; Fâtır Sûresi, 35:18; Zümer Sûresi, 39:7.
“Gerçekten insan çok zâlim, çok câhildir.” Ahzâb Sûresi, 33:72.
“Yeryüzünde fesat çıkarıp kan dökecek birisini mi yaratacaksın?” Bakara Sûresi, 2:30.