Bir Direksiyonda İki Şoför

Her kalp çarpıntısında ‘‘kalp krizi geçiriyorum, yardım edin’’ diyerek ortalığı ayağa kaldırıyor ve sürekli 112’yi arıyordu. Acil hekimlerinin hepsi de onu tanıyordu. Acil servisten girince doktorlar kaş göz hareketleriyle birbirlerine işaret ediyorlardı. Son bir ay içerisinde tam on defa kalp krizi korkusuyla başvurmuştu. Acil servise girer girmez ne hikmetse bütün şikayetlerinde azalma ve rahatlama oluyor ve yapılan tetkiklerde hiçbir şey bulunamıyordu. Fakat o ısrarla kalp krizi geçirdiğini ve bir şeylerin gözden kaçırıldığını iddia ediyordu. En son hastanın ısrarlarından bıkan acil doktorlarından biri ‘‘kardeşim sende panik bozukluk var, bir daha buraya gelme psikiyatriye git’’ demişti. Bu söz çok zoruna gitmişti. Halbuki göğüs ağrısı, çarpıntı, nefes darlığı, terleme vs. kalp krizinin bütün belirtileri vardı. ‘‘Ya şimdi kalp krizi geçiriyorsam’’ diyerek bu sefer başka hastanelerin yolunu tutmaya başlamıştı. O hastaneden randıman alamayınca ardından bir başka hastane… Böylece şehirdeki bütün hastanelere gitmiş fakat şikayetleri düzelmemişti. Eşi de bıkmıştı bu durumundan… Zorla da olsa kardiyolojide kendisine anjiyo yaptırmış, kalbinde herhangi bir sorun çıkmamıştı fakat korkuları devam ediyordu. Her an tetikteydi.

Sağlık konularına çok meraklıydı. Sağlık programlarını gün boyu izliyor, bununla yetinmeyip internetten saatlerce araştırmalar yapıyordu. Başı ağrısa, acaba baş ağrısının sebepleri neler olabilir diyerek saatlerce internette dolanıyordu. Bulduğu sebeplerin de en kötüsünün kendisinde olabileceğini düşünüyor ve o esnada her tarafını karamsarlık kaplıyordu. Neredeyse bütün bölümlere gitmiş, gerekli tetkikler yapılmış, fakat hiç bir şey tespit edilememişti. Ona göre doktorların ya ilgisizliğinden ya bilgisizliğinden bir şeyler tespit edilemiyordu. Doktorların “bir de psikiyatriye gidin” demeleri onu çileden çıkarıyor adeta delirtiyordu. Artık çok yorulmuştu, geceleri gözüne uyku girmiyordu. Eşinin ısrarları sonucu psikiyatriye gelmeyi kabul etmişti. “Uykun için psikiyatriye gidelim” demesiyle psikiyatriye gitmeye ikna olmuştu. Psikiyatriye ilk gelişi böyle olmuştu.

İlk görüşmesinde sadece uyku ile ilgili sorununun olduğunu, başka psikiyatrik şikayetinin olmadığını ifade etmiş ve savunmacı bir tutum sergilemişti. Konuşmamızda hep tıbbi terimler kullanıyordu. Bu dikkatimi çekmişti. Tıbbi terimlere çok hakimdi. Şikayetleri ile ilgili çok araştırmalar yaptığı, sürekli vücudunu dinlediği konuşmalarından anlaşılıyordu. Bütün vücudunun düzenli ve sağlam çalışmasından emin olmak istiyordu. Anlaşılan sadece panik bozukluk değil hastalık kaygısı bozukluğu da vardı. Fakat hasta bir türlü olayın psikiyatrik yönünü kabullenemiyordu. Medikal tedavi ile birlikte, Bilişsel terapi de gerekiyordu.

Bu tedavi planımız ile birlikte hastayı rahatlatmak için destekleyici bir görüşmenin de uygun olabileceğini düşünerek konuşmaya başladım.

Dedim ki bir şoför araba kullanırken, yani direksiyonun hakimiyeti onda iken siz direksiyona el atmaya çalışsanız ne olur?

Hasta(H)- Hiç iyi olmaz, kaza olur… Fakat bunun bizim konumuzla ne ilgisi var onu anlayamadım.

Doktor(D)- Bunun cevabını en son size vereceğim. Öykünüzden kaygılı bir yapınızın olduğunu anladım. Peki sizce kaygılanmanız gereken başka neler var.

H- Anlamadım

D- İsterseniz konuyu biraz açalım. Yaşamamız ve hayatta olmamız için bildiğiniz gibi bazı maddeler gereklidir. Bu maddeler neler olabilir sizce?

H- Hava, su, güneş, toprak…

D; Evet bunlar yaşamamız için gerekli ve zorunlu olan dış etmenlerden en önemlileridir. Bu saydıklarımızda biri olmazsa yaşayabilir miyiz?

H; Yaşayamayız…

D; Bahsettiklerinizden havadan başlayalım… İnsanın maddi hayatı açısından dış etmen olarak en çok ihtiyacı olan şey havadır. Hava olmasa veya 10 dakika dünyadan çekilse herkes ölür. Bizim hayatımız için bu kadar önemli olan bir madde için hiç endişelendiniz mi?

H; Hiç aklıma gelmedi hocam.

D; Yani eğer hayatta kalma noktasında sağlığınız için endişelenecekseniz, hayata en lazım olan şey için de endişelenmeniz gerekmez mi? Fakat siz hiç endişelenmiyorsunuz? Sizce bu garip değil mi?

H;…

D; Aynen öyle de bizim de aklımıza gelmiyor. Peki niye aklımıza gelmiyor. Çünkü biz onu asıl idareciye vermişiz. Onu O idare ediyor. Eğer havanın kontrolü bizim elimizde olsaydı baş edemezdik, muhafaza edemezdik. Aynı zamanda havanın olması yetmiyor, içindeki gaz miktarlarının da yerli yerinde belli bir ölçüde olması gerekiyor. Oksijen, hidrojen ve azot miktarları azalsa veya çoğalsa istifade edemeyiz, zarar görürüz. Bunların dizgini elimizde değil, gizli bir tevekkül ile onu Allah’a havale etmişiz. Bu nedenle rahatımız yerinde, kaygılanmıyoruz… Düşünsenize hava maddi hayat için en önemli şey fakat aynı zamanda en ucuz ve en kolay ulaşılabilir şey, elde etmek için ağzımızı açsak yeter... Para ile satıldığını, insanların kontrolünde olduğunu bir hayal edin, şahsi ve sosyal hayatta neler olurdu. Şu anda petrol savaşları var, hava savaşları olmaz mıydı? Sizin şu andaki şahsi hayatınızın devamı için olan kaygılarınız bin katına çıkmaz mıydı?

Hayat için ikinci derecede önemli bir dış kaynak olan su maddesine gelsek; Su olması yetmiyor, içindeki minerallerin de miktar ve yüzde olarak belli bir oranda olması lazım. Bir hafta içmez isek vücudumuz başlar ölüme doğru koşmaya… Peki su için endişeleniyor musunuz?

H; Hayır hocam.

D; Evet biz de endişelenmiyoruz. Üçüncü önemli olan güneşe gelsek. Güneş her gün doğup batıyor, yörüngesinden bir saniye çıksa kıyamet kopacak, dünyaya çok yanaşsa pişeceğiz, uzaklaşsa donacağız. Güneş için de endişelenen kimse görmedim, mesela siz her sabah uyandığınızda ya güneş çıkmasa diye kaygılanıyor ve korkuyor musunuz?

H; Hayır hiç aklıma gelmedi.

D; Çünkü onu asıl sahibi olan ALLAH’a havale etmişsiniz. Güneşin idaresi ile ilgili Risale-i Nur adlı Kur’an tefsirinde şöyle bir ifade geçmektedir: “Hem nasılki: Bir hârika şehirde milyonlar elektrik lâmbaları hareket ederek her yeri gezerler. Yanmak maddeleri tükenmiyor bir tarzdaki elektrik lâmbaları ve fabrikası, şeksiz bedâhetle elektriği idare eden ve seyyar lâmbaları yapan ve fabrikayı kuran ve iştial maddelerini getiren bir mu'cizekâr ustayı ve fevkalâde kudretli bir elektrikçiyi hayretler ve tebriklerle tanıttırır, yaşasınlar ile sevdirir.

Aynen öyle de: Bu âlem şehrinde dünya sarayının damındaki yıldız lâmbaları, bir kısmı -kozmoğrafyanın dediğine bakılsa- Küre-i Arz'dan bin defa büyük ve top güllesinden yetmiş defa sür'atli hareket ettikleri halde, intizamını bozmuyor, birbirine çarpmıyor, sönmüyor, yanmak maddeleri tükenmiyor. Okuduğunuz kozmoğrafyanın dediğine göre Küre-i Arz'dan bir milyon defadan ziyade büyük ve bir milyon seneden ziyade yaşayan ve bir misafirhane-i Rahmâniye'de bir lâmba ve soba olan güneşimizin yanmasının devamı için, her gün Küre-i Arz'ın denizleri kadar gazyağı ve dağları kadar kömür veya bin arz kadar odun yığınları lâzımdır ki, sönmesin. Ve onu ve onun gibi ulvî yıldızları gazyağsız, odunsuz, kömürsüz yandıran ve söndürmeyen ve beraber, çabuk gezdiren ve birbirine çarptırmayan bir nihayetsiz kudreti ve saltanatı, ışık parmaklarıyla gösteren bu kâinat şehr-i muhteşemindeki dünya sarayının elektrik lâmbaları ve idareleri ne derece o misâlden daha büyük, daha mükemmeldir. O derecede -sizin okuduğunuz veya okuyacağınız, fenn-i elektrik mikyasıyla- bu meşher-i âzam-ı kâinatın Sultan'ını, Münevvir'ini, Müdebbir'ini, Sâniini, o nuranî yıldızları şahit göstererek tanıttırır, tesbihatla, takdisatla sevdirir, perestiş ettirir.’’

Yani kısacası hayatımız için elzem olan dış kaynakların hiçbirisini idaresi elimizde değil, Allah’ın elinde. Bunu bildiğimizden ve idrak ettiğimizden endişelenmiyoruz. Dış etmenlerden bu kadar bahis şu anlık yeter.

İç etmenlere gelsek; yaşamamız için bu dış etmenler gibi bedenimizde önemli olan hayati organlar ve etmenler nelerdir.

H; Kalp, akciğer, mide…

D; Diyelim bütün organlarınız var fakat akciğeriniz yok yaşar mısınız.

H; Hayır

D; Akciğerlerinizin nasıl çalıştığını biliyor musunuz?

H; Akciğerler oksijenli temiz havayı alıyor kanı temizliyor, karbondioksitli kirli havayı dışarı veriyor

D; Bunlar sizin kontrolünüzde mi? Her gün plan yapıp, kanı temizlemek için bilinçli bir mesai harcıyor musunuz?

H; Hayır

D; Peki akciğerlerinizin aklı var mı? Desin ki ben şu kadar kanı, şu kadar sürede temizlemem lazım yoksa beni taşıyan zat ölecek?

H; Yok

D; Kalbe gelsek; insan kalbi bir dakikada yaklaşık beş litre kan pompalıyor. Bir günde neredeyse bulunduğumuz oda kadar kan pompalıyor. Bu çalışması sizin kontrolünüzde mi?

H; Hayır

D; Kalp gibi organlarımız en ufak bir düzensizlik göstermiyorsa, yerli yerinde düzgün bir şekilde ve belli bir amaca yönelik planlı bir şekilde çalışıyorsa biz bunu tesadüfe verebilir miyiz? Veyahut kendi kendine bunlar oluyor diyebilir miyiz?

H; Elbette ki diyemeyiz.

D; Yani kısacası kalbin kontrolü elimizde değil, kimin elindeyse zaten onu vazifeye uygun bir şekilde yönlendiriyor. Biz o idareciye Allah diyoruz. Hava, güneş, su gibi dışsal hayati faaliyetler için nasıl endişelenmeyip onları Allah’a havale etmişsek, tevekkül ediyorsak, aynen benzer şekilde içsel hayati faaliyetler olan kalbin çalışmasını, akciğerin vazife görmesini, midenin fabrika gibi işlemesini Allah’a havale etmemiz lazım, tevekkül etmemiz lazım.

Şimdi mideye gelelim; yapabilme kabiliyeti en gelişmiş varlık insandır. İnsanın diğer canlılardan çok üstün vasıfları ve yetenekleri olmasına rağmen basit bir yeme işinde dahi elinden hiçbir şey gelmiyor, yani kontrol kendisinde değil. Yemek yerken sadece boğaza kadar olan yemeği ağzına alma ve çiğneme işini iradesi ile yapabiliyor. Boğazdan geçtikten sonraki faaliyetlere ne müdahele edebiliyor ne de o faaliyetlerin şuurundadır. Diyelim yemek yediniz, mide fabrikasında gıdalar öğütülüp hangi organa ne lazımsa oraya gidip yerleşiyor. Yani bilinçli bir faaliyet var. Örneğin kalsiyum kemiğe gidiyor, göze gitmiyor, bu faaliyeti sanki düşünerek bilerek planlı bir şekilde yapıyor. Eğer göze gidip kemiğe gitmese hem kör olabiliriz hem de kemik erimesi olabilir.

Bu kadar bilinçli, düzenli, bir sonraki adımı düşünerek yapılan bir faaliyet elbette idrak sahibi bir akıllının işidir. Bizim de kontrolümüzde olmadığını aklı olan herkes kabul ettiğine göre o zaman ya diyeceğiz ki “midenin aklı, gıdaların şuuru var, bizi düşünüp hikmetli bir şekilde yerli yerine vazife yapıyorlar” veyahut diyeceğiz ki bize bizden daha yakın olan Allah bunların yularını elinde tutmuş vazifeye sevk ediyor. Elbette ilk şıkkı kabul etmek ahmaktan daha ahmak olmayı gerektiriyor. O zaman ister istemez diyeceğiz ki bu bedenimizi yaratan Allah, rububiyet dairesinde beden içindeki ve dışındaki bütün yaşamsal faaliyetlere hakimdir. Bizim şoförü olmadığımız, idare edemediğimiz hayat direksiyonuna elimizi atmamız başta bahsettiğimiz gibi kazalara sebep olur. Çünkü o direksiyon Allah’ın elindedir.

Özetle karşılıklı iki daire var, rububiyet dairesi, ubudiyet dairesi…

Rububiyet dairesi; yani hayatta kalmamız ve yaşamamız için gerekli maddi ve manevi her şey rububiyet dairesinin içindedir, bu Allah’ın vazifesidir.

Ubudiyet dairesi; Rububiyet dairesi hesabına yapılan ibadetlerdir

Biz ubudiyet dairesinden çıkıp rububiyet dairesine müdahale ediyoruz, sıkıntı buradan çıkıyor. Kısacası mülk umumen O'nundur. Biz hem O'nun mülküyüz, hem memlûküyüz, hem mülkünde çalışıyoruz.  Bu konu ile ilgili Kur’an tefsirinde şöyle bir ifade geçmektedir;

“Ey insan! Sen, kendini, kendine mâlik sayma; çünkü sen kendini idare edemezsin. O yük ağırdır. Kendi başına muhafaza edemezsin. Belâlardan sakınıp, levâzımâtını yerine getiremezsin. Öyle ise, beyhûde ızdıraba düşüp azap çekme, mülk başkasınındır. O Mâlik; hem Kadîrdir, hem Rahîmdir. Kudretine istinad et, rahmetini ittiham etme. Kederi bırak, keyfini çek. Zahmeti at, safayı bul.

Hem der ki: Mânen sevdiğin ve alâkadar olduğun ve perişaniyetinden müteessir olduğun ve ıslah edemediğin şu kâinat, bir Kadîr-i Rahîm'in mülküdür. Mülkü Sahibine teslim et, O'na bırak; cefasını değil, safasını çek. O hem Hakîmdir, hem Rahîmdir. Mülkünde istediği gibi tasarruf eder, çevirir.’’

Bu anlattıklarımda sizi rahatsız eden herhangi bir husus oldu mu?

H; Hocam çok istifade ettim ve çok rahatladım. Çok sağ olun.

D; Tevekkülün ne olduğunu biliyor musunuz?

H; Kendi vazifesini yapıp gerisini Allah’a bırakmak demektir.

D; Bu konuda tevekkül etmeye ne dersiniz. Sıkıntılarınızla yani hastalık ve musibetlerle ilgili üzerinize düşen vazifeleri yapıp geriye sonucu Allah’a bıraksanız nasıl olur? Çünkü bu hayat yükünü taşıyamazsınız, altında ezilirsiniz.

Hastalıklarla daha rahat baş etmek için maneviyatın bu olumlu yönlerini ortaya çıkarmamız hastayı oldukça rahatlatmıştı. Kısacası panik bozukluğu ve hastalık kaygısı bozukluğunun tedavisinde medikal tedavi ve bilişsel davranışçı psikoterapiye ek olarak uygun hastalarda manevi psikoterapinin de eklenmesi yerinde bir müdahale olacağı ve hastaları oldukça rahatlatacağı şüphesizdir.

‘‘Ruhsal Sorunlarda Din ve Maneviyat’’ adlı kitaptan…

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
5 Yorum