Bediüzzaman’ın Ali Suavi tespitine bayıldım

Bediüzzaman’ın Ali Suavi tespitine bayıldım

Prof. Dr. Mümtazer Türköne İslamcılık hareketini ve etrafındaki tartışmaları Risale Haber’e değerlendirdi

Röportaj: Dursun Sivri-RİSALEHABER

 

Giriş

 

“İslâmcılık” her zaman fikri tartışmaların baş gündemi olmuştur. Hangi kelimenin eki olursa olsun kelimenin ekine “…cılık” geldiği zaman ya bir meslek ya bir iddiayı çağrıştırıyor. Daha ileri gidersek siyaseti hatta ticareti çağrıştırdığı söylenebilir.

Sayın Mümtazer Türköne’nin Nesil yayınları arasında çıkan“Bir Siyasi İdeoloji olarak İslâmcılık“ adlı kitabında ağırlıklı olarak Osmanlının son dönemleri, Tanzimat sonrasında ortaya çıkan “İslâmcılık” fikri üzerinde duruluyor.

19. Yüzyıl sonrası Batının Sanayi Devrimi ile zenginleşmesi ve güçlenmesinin arka planı iyi okunamadığından, “Medeniyetin üstadının ihtiyaç olduğu” gerçeği görülemediğinden medenileşmede tereddüt yaşandı. Batıdaki medenileşme, Kilisenin inancın temeline dayanmayan Ruhban Sınıfının imtiyazına başkaldırıya dayandığını kabul edenler olmuş. Bir de dinsiz felsefenin ürünü bilinmesine. İşte hem batı felsefesi hem bilim ve teknikteki gelişmeler hürriyet düşüncesi, meşrutiyet denemeleri ikliminde zamanın aydınları arasında çok tartışılmış.

 

İki farklı ana damar var. Batının her şeyini elekten geçirmeden ve dini reddeden laik düşünce damarı, diğeri ise “hem dine sahip çıkalım hem batının tekniğini alalım” diyen damar veya akım. Bu iki farklı yaklaşıma Türköne “iki ayrı halka” diyor. İslâmcılık düşüncesi o zamanlar “dini siyasete alet etmek” olarak öne çıkmıyor. Tanzimat sonrası meşrutiyet dönemi fikir ve düşünce alanında birikim, potansiyel çok güçlü. Hem dini hem batının bilim adına ortaya koyduğu düşüncelere vakıf beyin potansiyeline sahipler. Cumhuriyet kurulduktan sonra laik damar dindar ve hürriyetçi damar aynen devam ediyor. Laik damar dindar hürriyetçi damarı tasfiye ediyor. Çok partili dönem öncesi, inkılaplar, tek parti sultasında entellektüel potansiyel bakımdan tam kaht-ı rical dönemidir. Yani entelektüel, ulemâ bakımından maddi, mânevi ve fikri olarak fakir bir dönem. Zira inkılaplarla bir millet bir gecede cahil hale getirilmiş. Mevcutlar da biçilmiş. “Dini hayat açısından da Moğol istilasından sonra en büyük felâket” diyor Sayın Mümtazer Türköne. Röportajımızda “İslamcılık İdeolojisi” üzerine direk ve dolaylı konulara temas ettik.

 

“Siyasi İdeoloji Olarak İslamcılığın Doğuşu” isimli kitabınızın günümüzdeki yansımaları üzerinde değerlendirmelerinizi almak istiyoruz. “İslamcılık” ne zaman ideoloji olarak ortaya çıktı? Tarihteki hangi olayların akışında etkili oldu?

 

Bizim bu gün sahip olduğumuz özellikler büyük ihtimalle 19. yüzyılın ikinci yarısında belirlenmiştir. Mesela çok fazla bilinmeyen bir ayrıntıyı size söyleyeyim. Bütün İslam tarihi boyunca en yaygın istila hareketleri 19. yüzyılın ikinci yarısında gerçekleşmiştir. Çok kritik bir tarihi kesittir bu dönem. İslam tarihi açısındansa iki büyük felâket yaşanmıştır. Biri Moğol istilası, diğeri de 19. yüzyılın ikinci yarısında batı kültürünün tırmanışı ile meydana gelen felaketler.

 

MOĞOLLAR İSLÂM DÜNYASININ ALTINI ÜSTÜNE GETİRİYOR

 

mumtazer_turkone1.jpgDokuzuncu yüzyıldan itibaren, Yunan ve İran eserleri Arapçaya tercüme edilmiş. İslam dünyasına onların da faydası oluyor. Geleneksel Hadis ve kelam ilimlerine çok ciddi bir şekilde çözümler sağlıyor. Ayrıca büyük çatışmalara yol açıyor. Materyalist ekoller, çeşitli risaleler, Mu'tezile hareketi, hep bu tercüme faaliyetlerinin sonucu olarak ortaya çıkıyor. İtikadi açıdan İslam dünyası büyük bir sarsıntı geçiriyor, yine tercüme hareketleri sebebiyle. 13. yüzyılda yüzyılın başından sonuna kadar neredeyse, Moğollar çekirge sürüsü gibi İslam coğrafyasının altını üstüne getiriyorlar. Katliamlar yapıyorlar. İslam medeniyetinin tam zirvede olduğu bir dönemde bütün eserleri ortadan kaldırıyorlar. Bu çok büyük bir badiredir. Fakat İslam dünyası itikat bakımından oldukça sağlam duruyor o dönemde.

 

İmam-ı Gazali dönemi oluyor bu dönem. Çünkü felsefecilere karşı en dirayetli İmam-ı Gazali ön plana çıkıyor...

 

Muhyiddin Arabi,  Yunus Emre, İmamı Gazali, Ahi Evren, Mevlana Celaleddin Rumi gibi zatlar hep Moğol istilası sonrası ortaya çıkmış. Yani Moğol istilasının yıkıcılığını onarmak, özellikle kalpleri onarmak adına ortaya çıkmış bu isimler İslam dünyası için çok önemli kişiler...

Fakat 19. yüzyılın ikinci yarısında siyasi bakımdan da itikadi bakımdan da sağlam değil İslam coğrafyası... Sebebi, Batı her alanda üstün geliyor. İşte siyasi alanda, teknolojide, kültürde, askeri alanda, her alanda çok güçlü bir şekilde üstün geliyor. İslam dünyasını derinden sarsıyor, hakikaten delip geçiyor.  

 

turkone_sivri.jpgAma birde İslam milletini temsil edenler, Osmanlılar, mevcut idareye karşı muhalif bir argüman gibi işlenmiş kitabınızda. Acaba idarenin konumu nedir burada? Neden muhalif gibi gösterme ihtiyacı oldu?

 

Evet. Bu da çok ilginç bir nokta... Şimdi 19. yüzyılda ortaya çıkan bu batı üstünlüğüne karşı bir tepki, bir direniş ortaya çıkıyor. Bu direniş bambaşka... Bütün İslam tarihi boyunca benzeri görülmeyen bir direniş... Ve iki cepheli...

Bir, saldıran batılılara karşı bir direniş hattı oluşturmak, İslam itikadını ve inancını kuvvetlendirmek. Diğer taraftan, içeriyi, o zayıf bünyeyi sağlamlaştırmak...

Bizim dediğimiz o zayıf bünyeyi sağlamlaştırma adına yapılan politika. Yani mevcut içi boşalmış yapıyı düzeltme direnişi... Çünkü birçok zayıf nokta sağlamlaştırılmalı ki İslam dünyası Batı karşısında ezilmesin.

 

BU KONUDA EN SAĞLAM ÖLÇÜ BEDİÜZZAMAN’IN

 

Bu dönemde öne çıkan önemli isimler Ali Suavi ve Namık Kemal. Namık Kemal edebi eserler noktasında günümüzde sesi duyulabiliyor ama Ali Suavi ismi kitapta çok geçiyor. Sanki fikir babalığı gibi bir misyonu üstlenmiş denilebilir mi?

 

Bu konuda en sağlam ölçü Bediüzzaman’ın... Bediüzzaman’ın bu yönü çok bilinmez ama Bediüzzaman’ın bu gibi meselelerde çözüme yönelik çok köklü fikirleri vardır.

 

Ali Suavi'yi beğendiğini söylüyor zaten Bediüzzaman...

 

Bediüzzaman’ın Ali Suavi'yle ilgili verdiği hüküm hakikaten çok çarpıcıdır. Bir yandan onaylıyor, bir yandan da aşırı buluyor. Müfrit âlim diyor Ali Suavi için..

 

İLK DEMOKRAT AYDIN HAREKETİ 1864’TE ORTAYA ÇIKMIŞTIR

 

mumtazer_turkone2.jpgCemaleddini Afgani’den bir efsane gibi bahsetmişsiniz. Bediüzzaman Ona da onay veriyor. Sizin değerlendirmenizin farkını neye bağlıyorsunuz?

 

Evet. Nihayetinde İslam dünyasında hayran kaldığım kişilerden biridir. Direnmişler, çalışmışlar… Üstadın Ali Suavi ile ilgili tespitine bayıldım. Onunla alakalı çok farklı hükümler var.

1864–65 yılında Osmanlı'da ilk defa bir demokrat aydın hareketi ortaya çıkıyor. Yeni Osmanlılar... Ki İslam dünyasında da toplumsal tabanı olan, modern iletişim araçlarını kullanan ilk muhalefet hareketi bunlar. Ve hem siyasi hem de entelektüel bir hareket...

İslam düşüncesini yeniden canlandırma ve batının ilerleyişine karşı rekabet edebilir bir konuma gelebilme çabasında olmuşlar.

 

Bu Demokrat Aydın olarak vasıflandırdığınız isimler genelde Batı'dan da geçmişler, oraları da gidip görmüş ve çok iyi öğrenmiş bu insanlar değil mi?

 

Şu tarafı çok önemli bu aydın hareketinin. Bizim tarihimizde bir halka var. Daha sonra bu halka sadece İslam’ı bilenler ve sadece batıyı bilenler diye ikiye ayrılıyor. Sonra halkalar arası bağ kopuyor.

 

İKİ HALKAYI MEZCEDEN RİSALE-İ NURLARDIR

 

Bizim tarihimizde Cumhuriyet döneminde Abdülhamit’ten sonra İttihat ve terakki kadrosu Cumhuriyetin de aktörleri... Fakat orada sanki geçmişe yönelik reddi miras anlamına gelen paradigmada bir değişim var. Bunlar da beraber değiller mi o bahsettiğiniz tarihte? İttihat ve Terakki fikrini taşıyanlar? Daha sonraki keskin farklılık neden kaynaklanıyor?

 

mumtazer_turkone3.jpgAz evvel bahsettiğim halka çok önemli… Bu halka, medrese eğitimi alan kesim… Ve bunların içinde çok ciddi alimler var. Arapça, Farsça bilen, klasik İslami kaynaklara vakıf, hadis, kelam, fıkıh gibi ilimleri iyi bilen, klasik mantık ekollerinden gelen aydınlar bunlar.

Yeni Osmanlılar hareketinde bulunan adamların hepsi de bu eğitimi almış insanlar. Fakat bunun yanında batıya gitmiş, orada yabancı dil öğrenmişler.

Hem Arapça, Farsça biliyorlar hem de İngilizce, Fransızca biliyorlar. Bu hareketin çok farklı olduğu daha sonradan çıkıyor ortaya.

Daha sonra bu halka medreseden yetişenler yani klasik İslam eğitimini alanlar ile sadece batılı eğitimi alanlar diye ikiye ayrılıyor.

Ve bunlar karşı karşıya gelip, fikren çatışıyorlar.  İkisini mecz edense sadece Bediüzzaman’dır,  Risale-i Nurlardır.

 

Son dönemde zaten bir kesimin İslami eğitime karşı bir duruşu, önyargıları var...

 

Bilmiyorlar ki. Arapça bilmiyorlar, Farsça bilmiyorlar,  Hadis bilmiyorlar, İslami ilimleri bilmiyorlar. Mesela bu istisnalardan herkesin çok iyi bildiği Elmalılı Ahmet Hamdi Yazır’dır Ahmet Hamdi'nin hem Fransızcası çok iyi, hem de Kur'an tefsiri yazmış bir alim… Onun dibacesi “Hak Dini Kur'an Dili” adlı eseri Fransızca kaynaklarda bulunarak ve o zamanki felsefi ekollerle hesaplaşarak yazılmış çok orijinal bir eserdir.

 

Ankara İlahiyat Fakültesinden Prof. Dr. Recep Kılıç hoca ile felesefe konusunda bir röportaj yapmıştık. O da bu dibaceden bahsetti. Kitaplaştırmış. Yani felsefeyi doğru yerine oturtan o dibaceden o da bahsetmişti.

 

Çok önemli tabi… Mesela Mehmet Akif’i de düşünelim. Bunlar önemli kavşak noktalarında bulunuyorlar. İslam’ı modern batı felsefesiyle rekabet ettirmek ve gerektiğinde uzlaştırmak fikrindeler. Genel felsefenin sorunlarıyla baş edebilen ayrıca devlet ve millet nizamını yeniden düzenleyen bir fikir bu aynı zamanda. Tüm dünyada İslam kimliğini kabul ettirmek özetle… Bu ikisini de yapan yine bahsettiğim gibi Risale-i Nurlar…

 

Gazetelere çok önemli misyonlar yüklendiğinden bahsetmişsiniz. Bir kısım gazeteler yurt içinde yayın yaparken, bir kısmı yurt dışında yayın yapıyor. Yurt dışında yayın yapmaları dünyaya mesaj vermeye yönelik mi yoksa yurt içindeki fikir özgürlüğünün kısıtlanmasından mı kaynaklanıyor?

 

Yurt dışında çok rahat yazıyorlar. Rahat bir şekilde ifade ediyorlar kendilerini. Osmanlı devleti topraklarına da çok kolaylıkla getiriyorlar bu gazetelerden.

Bu arada bir sürü entrikalar da dönüyor tabi. Bu işle görevli paşaya rüşvet veriyorlar içeri sızdırmak için. Rum aracılığıyla İstanbul’a gönderiyorlar. Paşa da aynı Rum’a rüşvet veriyor, gazeteyi sınırdan geçirmesin diye. Rum hem paşadan rüşvet almış oluyor, hem gazeteyi basan Osmanlılardan… Hem de gazeteyi satarak para kazanıyor. Mesela Ali Paşa “Muhbir” gazetesinin satılmasını istemediği için bir ajan tutuyor ve gazeteyi basan matbaanın ruhsatını çaldırıyor. Böyle entrikalar yani…

 

MÜSLÜMANLAR GAYRİ MÜSLİMLERİN KENDİLERİYLE EŞİT ŞARTLARA SAHİP OLMALARINI HAZMEDEMİYOR

 

Peki musavaat konusu yani gayri müslimlerin eşitliği geniş yer tutuyor. O zamanki idarede Yeni Tanzimat döneminden ötürü mü böyle oluyor? Buna karşı da şiddetli bir tepki var. Mesela Bediüzzaman, Ermeni kaymakama karşı tutumlar olunca; “O hizmetkardır” diye savunuyor. Fakat burada musavatı (eşitliği) onaylayanlar da var, çok şiddetle karşı çıkanlar da… Resmi, uygulamalı veya mevzuat veya karar vericilerin konumuna bu tepki nereden geliyor?

 

Şimdi İslamiyet’in bidayetinden itibaren 1856 yılına kadar tüm İslam tarihi boyunca gayri müslimlere karşı bir muamele var. 1856 yılından sonra eşitlik getiriliyor. Müslümanlar gayri müslimlerin kendileriyle eşit şartlara sahip olmalarını hazmedemiyorlar.

 

Bu gün aynı düşüncenin hala var olduğunu söyleyebilir miyiz? Mesela Zirve yayınevi olayı ve Hırant Dink cinayeti gibi…

 

Onlar çok hastalıklı düşünceler. Ama halk arasında bilinçaltında gayrı müslimlere karşı bir üstünlük hissinin hâlâ var olduğunu söyleyebiliriz. Bazı kelimelerle niteler “Gavur” der, aşağılar… Kendini üstün bilir. Çünkü Müslüman kendini kemale ermiş ilim sahibi bilir, ötekiyse “Kafirdir” dine inanmadığı için… Müslüman böyle bakıyor. Bu sebeple hakikati bilmeyen, karanlıkta kalmış kafirin kendisinden aşağı olduğunu düşünüyor. 1856 yılına kadar Osmanlı devletinde böyle devam ediyor. Ve Islahat fermanıyla değişiyor. Halk buna tepki gösteriyor. Halkı ateşleyen de gazete… 1860’lı yıllarda yayına başlıyor.

 

Hilafet konusuna gelirsek, ilginç bir nokta dikkate değer.. Müslümanların batılı saldırısına karşı  Açe’nin yardım talepleri  konusuna geniş yer verilmiş. Hindistan’daki, Orta Asya’daki Müslümanların ve Çerkezlerin yardım talepleri karşısında o günkü irade “Yahu bu da nereden çıktı? Bizim hilafet rolümüz ve misyonumuz mu vardı?” gibi bir davranış sergilenmiş sanki. O dönemde böyle bir yardım talebi gelince mi hilafetin sorumluluğunun farkına varıyor Osmanlı idaresi?

 

mumtazer_turkone4.jpgDışarıdan bakılınca öyle görünüyor ama Osmanlı hilafete böyle bakıyor. Çünkü hilafet 19. yüzyılın ikinci yarısında önem kazanıyor… Ondan evvel hilafet kurumuna müracaat eden yok. Ancak tarihçilerin itibar ettiği bir konu…

Mesela ben kitabımda da anlattım. Yavuz Sultan Selim’in “Hadimül harameyn ve şerefeyn” lakabı biliniyor. Ama bunu nasıl aldığına dair hiçbir kayıt yok.

 

İslâm Tarihi’nden biliyoruz ki, Hilafet makamı için ne büyük savaşlar olmuş halbuki...

 

Bir de şu yönden düşünelim. O savaşlar gerçekten hilafet savaşları mı? Saltanat Savaşı mı?

 

Yani saltanatın değişmesiyle hilafet savaşıyla saltanat savaşı iç içe girmemiş mi?

 

Üç tür kavram kullanılıyor İslam dünyasında. Hukukçular, Alimler, İmamlar… Tarihçiler padişahlar için İmam kavramını kabul ediyorlar. Yani bu kavramı tercih ediyorlar daha çok. Halife kavramını da ortaya çıkaran yine tarihçiler. Yani padişah yaptığı işleri halife sıfatıyla yapmıyor. Halife mütevekkilinin İstanbul’a getirildiği, ondan hilafetin devralındığı iddia ediliyor.

Fakat bu konuda bir kayıt yok. Ayrıca halife mütevekkilinin hilafeti de tartışmalı.

Sebep şu: Halife siyasi otoriteden çok dini otorite sahibi olarak görülüyor. Dini otoriteyi de ancak ilim sahipleri üstlenebilir. İslam hukukuna göre sadece alimler dini otorite sahibi oluyor. Halifeyi daha çok papayla karşılaştırıyorlar. Çünkü papanın dini bir otoritesi var. Yalnız İslam düşüncesinde bir otoritenin insanlar üzerinde siyasi bir hakimiyetinin olması mümkün değil.

Küçük Kaynarca antlaşması ile 1774’de Kırım kaybediliyor. İlk kez o zaman kullanılmış halife tabiri. Ondan evvel kullanılmıyor. 19. Yüzyılın ikinci yarısındaysa tek dini otorite olarak görülmeye başlıyor. Ve özellikle Hintli Müslümanlar onurlarını koruyabilmek için Osmanlıya müracaat ediyor. Osmanlının saltanattan çok, hilafet makamına başvuruluyor. Böylece hilafet birdenbire önem kazanıyor. Ta hilafetin kaldırıldığı güne kadar hilafete atfedilen makam tarihin hiçbir yerinde yok.

 

KANUNUN SÖYLEDİĞİYLE, BEDİÜZZAMAN’IN ANLATTIĞI AYNI ŞEY

 

Bediüzzaman Hazretleri “parlamentonun şahsı manevisi hilafeti temsil edebilir” diyor. Yani hem dini, hem idari noktadan buna dört mezhepten delil çıkarabileceğini ifade ediyor. O meşruti sistemde, Osmanlı coğrafyasında yaşayan insanların ortalama vicdani kanaatinin şeriata da uygun olduğunu söylüyor.

 

Bediüzzaman’ın formülasyanu öyle. Biliyorsunuz hilafetin kaldırılmasıyla ilgili kanun aslında hilafeti kaldırmıyor. Büyük Millet Meclisinin şahsı manevisi hilafet yerine geçmiş. Kanunun söylediğiyle, Bediüzzaman’ın anlattığı aynı şey aslında. Şimdi hilafetin kaldırılmasıyla ilgili dini anlamdaki yanlışlık tartışılabilir. Büyük imamlardan İmam Ebu Yusuf veya İmamı Gazali ya da diğer meslek imamları bu konuda hangi fikri beyan etmişlerse bu tartışılabilir. Fakat siyasi anlamda bu yanlış olabilir.  

 

TÜRKLER MİLLİYET DAVASINDA 30 MİLYONDUR AMA MÜSLÜMANLIK DAVASINDA 300 MİYONDUR

 

İttihad-ı İslam patlaması gibi bir başlık da var kitabınızda. Bu da çok geniş yer alıyor. İttihad-ı İslam düşüncesi Osmanlıdaki aydınların önemle vurgu yaptıkları bir husus… Bediüzzaman da bu konu hakkında, “İttihad-ı İslam bu zamanın en önemli farz vazifesidir” diyor. Buradaki düşünce için bugüne yansımaları, gelişmeler ve bunun pratiği ya da başka deyişle bugünkü versiyonu nasıl olabilir? Bizdeki kültürel veya inanç olarak pratiğe geçmesi mümkün görülüyor mü? Namık Kemal, Ali Suavi, Esad Efendi isimler tartışmışlar. Bu günle ilişkilendirecek olursak İttihad-ı İslam kavramı artık ütopik olarak değil de reel olarak nasıl gerçekleştirilebilir?

 

Bunu özellikle Ali Suavi’nin formülasyonuyla dillendirirsek, burada çalışan iki farklı kardeşlik dayanağı mevcut. Biri İslami, diğeri Milliyet… Mesela Türklük ve Müslümanlık… Bütün Yeni Osmanlılar kavmiyet davasına itiraz ediyorlar. Ali Suavi’nin söylediği bir şey var. Diyor ki: “Türkler kavmiyet davasında otuz milyondur ama Müslümanlık davasında 300 milyondur. Bizim aradığımız Müslümanlık içindeki kardeşliktir.” Buradaki İslam İttihadı fikri batılı anlamdaki

kavmiyet davasına karşı getirilmiş bir tezdir.

Türkçülük gibi veya herhangi bir kavme dayanmaksızın yapılan ırkçılığı reddediyorlar. Bunu tamamen reddediyorlar ve onun yerine “İslam kardeşliği”ni tam bir iyi niyetle, milliyetle savunuyorlar. Ve siyasi olarak da dünya üzerinde yaşayan bütün Müslümanları aynı milliyet altında düşünüyorlar. En radikal, en etkileyici ve en sarsıcı ve en çok korktukları fikir bu. Batılılar bu fikirden çok korkuyorlar.

 

ADAMLAR KAVMİYETÇİ AMA DEVLETİN RESMİ POLİTİKASI İTTİHAD-I İSLAM’DI

 

Avni Özgürel “Osmanlıdan Günümüze İktidar Savaşları” adlı kitabında diyor ki: “İttihatçılar, Osmanlının son mağlubiyetinden sonra veya İstiklal savaşı öncesi o taraflara gittiler.” Bunların ittihadı İslam düşüncesiyle oradaki ülkelerin bağımsızlıklarında etkileri var diyor. Bu düşüncelerin o hareketlenmelere dayanarak bugünküyle ilişkilendirme yapılabilir mi?

 

Evet. Bu güne kadar yaşanan tarih, aslında bu günü de şekillendiren tüm İslam dünyasını da şekillendiren bir tarih… İttihatçıların 1. Dünya savaşında yürüttükleri politika da İttihad-ı İslam politikası değil… Yani bu adamlar Türkçü… Bu adamlar kavmiyetçi ama devletin resmi politikası İttihad-ı İslam politikasıydı… İşte hilafet broşürleri hazırlayıp dağıtıyorlar. Bunun üzerine İngilizler de “Halife Kureyşten olur” diye karşı bir yayın çıkarıyorlar. İktidar üzerine, halifelik üzerine, ittihadı İslam üzerine bir kavga oluyor. Paşalar aynı zamanda İslam dünyasına yönelik din savunucuları… Ve bu bir ideal olarak, bir hayal olarak Araplar arasında devam ediyor.

 

Bugünkü Arap baharı bu tezin neresinde kalıyor?

 

Şöyle; Arap ülkelerinin devlet geleneği yok. Demokrasiyi kurabilmeniz için devlet geleneği olması lazım. Başkaları sizi yönetiyorsa orada yapabileceğiniz tek şey antiemperyalizmdir…

 

Bağımsızlıklarını kazanmışlar ama devlet geleneği oturmamış yani…

 

Devlet geleneğinin oturması için de devlete karşı demokrasiyi savunmanız gerek. Yabancı bir işgalci varsa sizin yapacağınız şey onu kovmaktır. Kendi devletimizi kurduktan sonra ancak demokrasi talep edebiliriz. Bizim inancımızda “Devleti olmayanın nikahı boş düşer” diye bir düşünce vardır. Müslüman devletinin, mutlaka meşru otoritesinin olması lazım… O yüzden bizim tecrübemiz devlete dayanıyor. Arap dünyası içinse bu tecrübe çok uzak... Bu gün Arap dünyasında mevcut otoriteyi devirmek için yapılan hareketler başarılı oluyor. Ama yerine yeni bir hükümet kurmak gerektiği zaman bir sürü kargaşa devam ediyor. Bu gün bizim Arap ülkeleri tarafından model olarak alınmamızın arkasında demokrasi ve devlet düzeni deneyimi var…

 

www.RisaleHaber.com