Bediüzzaman’ı Sokrat’a benzetiyorum

Bediüzzaman’ı Sokrat’a benzetiyorum

Mazlumder Genel Başkanı Ömer Faruk Ünsal, RisaleHaber'e konuştu...

Röportaj: Dursun Sivri, Fotoğraflar: M.Emin Benek

 

Sivil toplum kuruluşlarının bir akreditasyon konusu bahsediliyor. Böyle bir akreditasyon müracaatınız var mı ya da konumunuz nedir?

 

Doğrusu insani yardım dernekleri ile ilgili ve bu konuda çalışan sivil toplum kuruluşları ile ilgili bir şey var, biliyorum.

İnsani yardımı küçümsemek istemiyorum tabii ki önemli.

 

Çünkü bir yerde ani bir felaket, hastalık vs. çok acil bir ihtiyaç olduğu zaman tıpkı acil müdahale gibi kanamayı durdurmak lazım. Çünkü durduramazsanız ölüm gerçekleşir ama kanamayı durdurduktan sonra asıl tedavi kısmı başlıyor. Asıl zor olanı o.

 

Birleşmiş Milletler daha çok bu tür kuruluşlara kendi çatısı altında akredite ediyor, bildiğim kadarıyla. Ama insan hakları gibi “bir tarafıyla politik bir yaklaşımı olan, konuları daha detaydan çözmeye çalışan dernekler” ile ilgili doğrusu yani bilgi eksikliğim de olabilir.

 

İnsan hakları veya mazlumların mağduriyeti sorunları, çoğunlukla İslam dünyasında olduğu bir gerçek. İKÖ’nün ve diğer İslami örgütlerin desteği mümkün olabiliyor mu?

 

Aslında politik organizasyonlar bu dediğinizin hepsi. Neticede insan hakları ihlalleri de siyaset dünyasının, ulusal ya da uluslar arası ölçekte olabilir. Yetersizliği ve kendi problemleri ile ortaya çıkmış olan şeyler. Dolayısıyla insan hakları derneklerinin yani bizim gibi insan hakları alanında uğraşan derneklerin, siyasetin kendi ürettiği problemleri çözme amacını taşıyor. O problemleri üretenlerle birlikte yol alması ontolojik olarak mümkün gözükmüyor.

 

En azından hatırlatma bakımından. Yani görevinizi yapın bağlamında bir uyarınız olamaz mı?

 

Kesinlikle. Yaptığımız iş tamamıyla o. Yani bizim ne kadar bağımsız kalırsak, dışarıdan görebilme yani onların sebep olduğu sorunları görebilme, onların sorunlarının temelini teşhis edebilme şansımız daha fazla artar, diye düşünüyoruz.

 

O bakımdan biz, diğer insan hakları derneklerinden farklı olarak siyasilerle ilişkilerimizdeki mesafeyi korumaya çok daha büyük bir özen gösteriyoruz. Onun için kimseden asla fon kabul etmiyoruz

 

Bağımsız oluyorsunuz yani...

 

Kendi kaynaklarımızla yaşamak istiyoruz.

 

Bu kendi kaynaklarınızı aslında soracaktım da. Bu konudaki desteği nasıl sağlıyorsunuz?

 

Tamamıyla bağışçılarımız.

 

Bağışçılarınız mesela genelde bu ödül töreninizde baktım siyasi protokolün ilgisi zayıftı.

 

Aynen öyle.

 

unsal_haberici.jpg

 

Mazlumların hakkını savunanlar da mazlumlar gibi bir tablo vardı.

 

Olsun, hiç önemli değil. Şikâyetçi değiliz. Şunu söyleyeyim;

Mesela Avrupa Birliği veya bir takım ulusal devletlerin ya da Türkiye’nin herhangi bir fonunu kullanmak istemiyoruz. Onlar bazen sivil toplumu “destekleme” adı altında destek verebiliyorlar.

 

Ondan sonra manipülasyon…

 

Bu bir memurlaşma işi gibi düşünülüyoruz. Biz, bir camianın içerisinden çıktık.

Ama camianın sorunlarıyla kendimizi kısıtlamadık. Çünkü o camia bir medeniyet perspektifine iyi veya kötü oturan bir camiaydı. Dolayısıyla camiadan çıktık ama o perspektifimizi hiç unutmadık. Bağışçılarımız ve gönüldaşlarımızın desteği ile faaliyet yürütüyoruz. Her şey özeldir. Telefon faturamızdan bastırdığımız materyale kadar. Bunu sağladığımız müddetçe sesimizin çok daha güçlü, çok daha sansürsüz çıkacağını düşünüyoruz.

 

Yönetim erkiyle sorunlarınız oluyor mu? Yani hoşa gitmeyen beyanlarınız oluyordur. Konuya olan farklı düşüncelerden dolayı sorun yaşıyor musunuz?

 

Bir hukuki sorun yaşadığımızı söyleyemem ama yaptığımız toplantıları görmemek, katılmamak, yok saymak gibi durumlar oluyor. Bunu da tabii karşılıyoruz.

Çünkü biz maarif olmak zorundayız. Bizim durduğumuz yer doğal olarak öyle olmamızı gerektiriyor. Biz eleştirmezsek işimizi yapmamış oluruz.

 

Evet, idareden kaynaklanan mazlumiyet var.

 

Tamamıyla böyle bir şey. Dilimiz oldukça eleştirel bir dil

 

SAİD NURSİ ÇOK ÖNEMLİ BİR ÖNDER

 

Mazlumder ödül törenindeki tanıtım sinevizyonunda Bediüzzaman’ı da mazlumlar arasında yer alıyordu. Bugünlerde Hür Adam filmi gündemde. Son günlerde de medya gündeme taşıdı. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

 

Ben, doğrusu henüz izlemedim ama şunu söyleyeyim. Said Nursi, bu coğrafyanın yetiştirmiş olduğu en orijinal, en enerjik -bunu yandaş bir dille söylersem, yiğit- ama gerçekten enerjisi son derece yüksek, heyecanı, aşkı ve şevki son derece yüksek çok önemli bir önder.

 

Ben, Said Nursi’nin takipçilerini bir tarafıyla biraz eleştirmek isterim.

Şöyle ki; çok ağır bir Osmanlı dili ile yazılmış. Kendinin edebiyatçı tarafı var, medresede yetişmiş. Ayrıca da yaşadığı çağ itibariyle de çok fazla uğraşamadığını düşünüyorum.

 

O günün yaşayan dili aslında. Ahmet Hamdi Akseki’nin 1940’ta yazdığı kitap daha ağır Risale-i Nur’a kıyasen.

 

Ona bir şey demiyorum. Şimdi bakın Ahmet Hamdi Akseki’den Bediüzzaman’ı ayıran bir fark var. Kimsenin faziletini yarıştırmak bana düşmez ama ben kendi adıma söylüyorum. O’nu diğerinden üstün tutmak bana düşmez.

 

unsal_haberici1.jpg

 

BEDİÜZZAMAN’I SOKRAT’A BENZETİYORUM

 

Bediüzzaman’a gönü verenler de öyle fazilet ayrımı yapmıyorlar.

 

Tabi. Ama bakın üstünlük demek bana yakışmaz ama Bediüzzaman’ın farklı tarafı var. Bediüzzaman Said Nursi bir aksiyon adamı. Dolayısıyla toplumla çok iç içe. Bu, O’nun yazdıklarının bilimsel değerini düşürmüyor. Yani bir bilim adamı gibi bilimsel verimliliği olan, aktivist olarak sokağın içinde, halkın içinde olan biri. Dolayısıyla Bediüzzaman’ın anlaşılması bence herhangi bir bilim adamının anlaşılmasından daha önemli.

 

Çünkü aksiyon adamı. O bakımdan belki Türkiye’ye daha fazla duyurulur.

Mesela Bediüzzaman’ın bazı yazdıkları, mahkemelerde kendini savunurken düşünce özgürlüğünü ifade etmesi, yani kuramsal çerçevesi. Biraz ben Sokrat’ın savunmasına benzetiyorum.

 

Eşref Edip onu nazara vermiş bir makalesinde. Sokrat ile bir ilişkilendirme yapıyor.

 

Yani çok müthiş bir felsefi derinliği olan bir zat. Öyle sağlam kale gibi bir söylevi var ki. Bundan gençliği de mahrum etmemek lazım. Enerjisi hakikaten göz kamaştırıcı. Ayakta ölmüş bir adam, diyebiliriz.

 

DEVLET SAİD NURSİ’NİN MEZARINI ORTAYA ÇIKARMALI

 

Bir haftadan beridir çok tartışılıyor. Bazı sahneler, Cumhuriyet’in kuruluş yıllarındaki duruşu…

 

Ben izleyemedim henüz ama izleyeceğim inşallah. O şekilde eleştirmemek lazım. Bir de şunu söyleyeyim. Biz bunu zaman zaman dillendiriyoruz. Toplumdaki etkisi bakımından

 

Türkiye’nin üç tane önemli karakteri var.

Birincisi Said Nursi ki kabri belli değil. Bu Türkiye için ayıp.

İkincisi Şeyh Said, kabri belli değil. Bu da ayıp.

Üçüncüsü de Seyit Rıza. Bakın üçünün de kabri belli değil.

 

Ben, burada bir türbe kültürü oluşsun anlamında söylemiyorum. Bunların kabirlerini bulmak, devletin geçmişiyle barışması, hatalarını itiraf etmesi anlamını taşır. Sembolik anlamını taşır. Yoksa insanlar ölür, kemikleri bir süre sonra toprağa karışır. Yani kemiğin de mezarında kutsiyetine inandığım için söylemiyorum ama bu, politik bir tercihtir, bir duruştur.

Devlet bu üç mezarı mutlaka bulup ortaya çıkarmalıdır.

 

DEVLET SAİD NURSİ, ŞEYH RIZA VE ŞEYH SAİD’DEN ÖZÜR DİLEMELİ

 

Yani devletin yakın tarihinde sanki daha hesaplaşılamamış birçok kararlar ve uygulamalar var. Yakın tarihte de var. Kuruluş yıllarında da var.

 

Olsun. Sembolik olarak bu üçü çok önemlidir. Said Nursi ve Şeyh Said için söylüyorum hem “İslamcılık” hem “Kürt meselesi”  konusunda ikisinin yaklaşımı birbirine yakındır. Kürt meselesi devletin yüzleşmesinin artık sembolik halidir.

 

Öteki de Alevi meselesi. Dolayısıyla Türkiye bu üç önemli meselesini yani İslamcılık, Kürt ve Alevi meselesini bu üç mezarın şahsında bir itirafnameye dönüştürebilir.

Bunu, Mazlumder’in bir kampanyası olarak inşallah yürüteceğiz.

Sizin aracılığınızla da burada ifade etmiş olalım.

 

Tabi Said Nursi’nin kabir konusunda özel bir vasiyeti var. Kendi vasiyetinde “Üstadım Hz. Ali’nin de bilinmediği için…” diyor. Biraz da kaderin tecelli ettiği şekil de yorumluyor talebeleri. “Beşer zulmeder, kader adalet eder” diye bir sözü de var bu meyanda. Sizin talebinizi genel konsepte baktığım zaman yadırganacak bir şey değil. Kabri nakledenlerin niyeti de elbette iyilik olarak değil de yanlış uygulamanın sonucudur.

 

Bakın size şunu söyleyeyim. Eğer kabri belli olursa zaten O’nu seven, O’na “Üstad gibi” bakan insanlar, Üstadın vasiyetine uygun olarak yaklaşacaklardır.

Herhalde O’nun ruhaniyetini incitecek bir şey yapmazlar. Yani, biz istiyoruz.

 

(Röportajın 1. bölümü için TIKLAYINIZ)

 

www.RisaleHaber.com