Hüseyin YILMAZ

Hüseyin YILMAZ

Bediüzzaman'a göre: Mehdi, Hz. İsa ve Ahirzaman-4

Âhir Zaman ve Şahısları:

İyiler ile kötülerin kavgası Âdem’in(a.s.) çocukları ile yaşıt. Kavga, Kabil ile Habil arasında başlar. Hayır ile şerrin bu ilk karşılaşmasında, zafer şerde kalır. Tahribin kolaylığı, beşer târihinin daha bu ilk örneğinde kaziyye-i muhkeme olur. Hayır, inşa; şer, tahriptir; birincisi vücud, diğeri adem. Şerrin zaferleri, tahripkârlığının eseri; hasmına düşen, mâbed bekçiliği. Zor ama, mukaddes vazife. Ucunda çoğu zaman dünyevî zaferler gülümsemezse bile, ebedî saâdetin dâveti sarkar.

Şeytan şerre tâliptir, tahriple muvazzaf. İlk hamlede, Âdem ile Havva’yı Cennet’ten kovdurur, ikinci hamlede çocuklarını kırdırır birbirine. Yer yüzünde akıttırdığı ilk kan, kadeş kanı.

Şerrin hayra hayat hakkı tanımadığı devirler, dinlerin nüzûlüyle son bulur. Beşerin imdadına bu karanlık devirlerde koşturulan Peygamberler, hayrın bayrağını yeniden dalgalandırırlar. Tebliğin dinsizlik ve ahlâksızlığın gayyasını dolduramadığı zamanlarda doğrudan Kadir-ı Mutlak(c.c) devreye girer . Ehibba-i şerri ya Nuh’un tûfanı temizler, ya da yarılan arzın derinlikleri boğar. Semâvî dinler târihi, günâkâr kavimlerin helâketlerini de kaydeden bir ibretler mecmuası.

Ne var ki, Hâtem-ül Enbiyâ Efendimiz Peygamberlik zincirinin son halkasıdır. Artık din tamamlanmış ve başka peygamber gelmeyecektir. Fakat insanlığın Şeytan’ın yoldan çıkmasıyla başlayan imtihanı, kıyamet gününe kadar devam edecektir. Ümmet-i Muhammed kıyamete kadar yaşayacak, hayrın bayraktarlığını kaptırmayacaktır. Dar günlerin, karanlık gecelerin mücadelesinde ümitsizliğe düşmemesi lâzım. Teselli Server-i Ümmet’ten gelir: Bir taraftan ülemâya hâlifeliğini tevdi eder, öbür taraftan her asrı mücadelesiyle ayakta tutacak müceddidi müjdeler. Bu kadar da değil. Kıyamete yakın Meryem oğlu İsa’nın(a.s) nüzûlu ile Hazreti Mehdi’nin gelişi yeryüzünü son bir defa asr-ı saadete çevirecek, beşer umumî bir sulh ve sükun devri yaşayacaktır.

Hazret-i Mehdi ve İsâ’nın teşrifine zemin hazırlayan sebepler ne, hasımlar kimler? Âhir zamanın şer cephesinin mümessilleri de iki: Biri büyük Deccal, diğeri Süfyan tabir edilen küçük Deccal. Kaynaklar, büyük Deccal’ın daha çok Hıristiyan âlemini küfrün ve ahlâksızlığın cehennemine sürükleyeceğini söylüyor. Süfyan ise İslâm şeriatını tahriple Cehennem’e istihkak kazanır, kaynaklara göre.

Kıyametin arefesinde miyiz, bilinmez. Ama muhakkak olan şu ki, eski zaman kavimlerinin topyekün helâkına sebep olan günah ve sapkınlıkların tamamı, gündelik hayatımızın adiyatları olmuş. Eskiden imkânları bol ve günaha meftun bir kimsenin bir ömürde yaşayabileceği günahların tamamı, bu günün insanının yirmi dört saat ermine amade. Tüyler ürpertmesi gereken kebairler sıradan sayılıyor, şer cephesi akla hayâle gelmedik günâhların icadıyla meşgul. Medeniyet dersi üstâdlığını kimseye bırakmak istemeyen Biritanya Krallığının evlâtları, erkek erkeğe evlenmenin rahatlığını kânun serbestiyeti ile yaşıyorlar. Mimsiz medeniyetin temsilcisi bir çok ülke helâk olmuş kavimlere rahmet okutturacak bir şenaatin içinde. Beklenen ya imtihanı bitirecek olan kıyamettir, ya da âhir zamanın müjdelenmiş eşhası: Mehdi ve İsa(a.s).

Bediuzzaman’a göre Hazreti İsâ ve Mehdi

Üstâd, bir helâket ve felâket asrının adamı. Altıyüz yıllık Devlet-i Aliyye’nin târih sahnesine diz çöktürüldüğü, memat öncesi yıllar. Târih sahnesi asırları kucaklamış bir şan ve şeref devrine perdelerini kapatmak üzeredir. Zâfer nâralarının çınladığı serhad boylarında, artık ricat çığlıkları yükselmektedir. Memleketin dört bir tarafından beklenen, zafer müjdeleri değil, bozgun haberleridir. İhtiyar dev şaşkındır, dün hayatlarını lütfuna borçlu olanlardan yediği darbeler, sadece öldürücü değil, haysiyet kırıcıdır da. Hantallaşmış, içten içe çürümüş, asırların yorduğu, fitnenin kemirdiği bu koca gövde ölümle pençeleşmektedir.

İslâm târihi korkunç bir fetretin kapılarını bir daha aralamakta, uçsuz bucaksız ümmet coğrafyası katran gibi bir gecenin gurûbunu yaşamaktadır. Nitekim Devlet-i Aliyye bütün bütün târih sahnesinden çekilecek, o uzun ve zifiri karanlık fetret gecesi İslâm âlemine çökecektir.

Bediuzzaman, bu fetret gecesinin zifirî karanlığını dağıtmak için şahlanır. Bir asra yaklaşan ömrü, daha çocuk denecek yaştan bu fâni hayata gözlerini kapayıncaya kadar bu kudsî mücadelenin destanını yazmakla geçer. Yaklaşan şafak, biraz da onun eseri. Ne birazı, kahir ekseriyetiyle onun…

Üstâda göre, Önce Mehdi:

Bediüzzaman Hazretleri, zannedildiği gibi, ne Hazret-i Mehdi’nin gelişiyle meşguldur, ne de Hazret-i İsâ’nın(a.s.) yolunu gözlemektedir. Her feraset sahibi gibi, sadece kendisine terettüp edenleri yapmakta, vazife-i İlâhî’ye karışmamaktadır. O kadar ki, dünyânın bütün fenalıklarını durdurma, bütün şerleri def etme mükellefiyeti sadece onun omuzlarındadır sanırsınız. Bütün ömrünü hayrın müdafaası ve şerrin def’iyle geçirir. Stratejiden mahrum değildir, neticeye götürecek unsurları bir araya getirmek ve kullanmak için âzamî dikkat gösterir. Beklenen zevât geldiğinde hayatta ise, kendisini cihad meydanında görmelerini arzular. Onların ne zaman gelecekleri, nasıl gelecekleri, kat’iyen meselesi değildir. Bu makamda şâkirtlerine de İslâm târihinin parlak bir örneğiyle ders verir:

“Meşhurdur ki, bir zaman İslâm kahramanlarından ve Cengiz’in ordusunu müteaddit defa mağlûp eden Celâleddin-i Harzemşah harbe giderken, vüzerâsı ve etbâı ona demişler: ‘Sen muzaffer olacaksın. Cenâb-ı Hak seni galip edecek.’

O demiş: ‘Ben Allah’ın emriyle, cihad yolunda hareket etmeye vazifedarım. Cenâb-ı Hakkın vazifesine karışmam. Muzaffer etmek veya mağlûp etmek Onun vazifesidir.’

İşte o zat bu sırr-ı teslimiyeti anlamasıyla, harika bir surette çok defa muzaffer olmuştur.

“Evet, insanın elindeki cüz-ü ihtiyarî ile işledikleri ef’allerinde, Cenâb-ı Hakka ait netâici düşünmemek gerektir. Meselâ, kardeşlerimizden bir kısım zatlar, halkların Risale-i Nur’a iltihakları şevklerini ziyadeleştiriyor, gayrete getiriyor. Dinlemedikleri vakit, zayıfların kuvve-i mâneviyeleri kırılıyor, şevkleri bir derece sönüyor. Halbuki, üstad-ı mutlak, muktedâ-yı küll, rehber-i ekmel olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, ‘Peygambere düşen, ancak tebliğ etmekten ibarettir.’ (Nur Sûresi, 24:54.) olan ferman-ı İlâhîyi kendine rehber-i mutlak ederek, insanların çekilmesiyle ve dinlememesiyle daha ziyade sa’y ve gayret ve ciddiyetle tebliğ etmiş. Çünkü, ‘Sen sevdiğin kimseyi hidayete erdiremezsin. Ancak Allah dilediğine hidayet verir’ (Kasas Sûresi, 28:56.) sırrıyla anlamış ki, insanlara dinlettirmek ve hidayet vermek, Cenâb-ı Hakkın vazifesidir; Cenâb-ı Hakkın vazifesine karışmazdı. (Bediüzzaman Said-I Nursî, Lem’alar, Sayfa 135)

Bediüzzaman’ın bu mevzu etrafındaki bilgilendirmelerinin tamamı herhangi bir sualin cevabı şeklindedir. Âhir zaman ve eşhasıyla ilgili tek risâle olan Beşinci Şua da savaş ve çöküş yıllarının telkin ettiği ümitsizlik havası içinde bir necat kapısı arayan, müjdelenmiş kurtarıcı bekleyen hocaların kendisine tevcih ettiği suallere verdiği cevaplardan müteşekkildir. Gerisi, seksen küsur senelik bereketli ömrünün muhtelif zamanlarında kendisine sorulmuş suallere verdiği cevabî mektuplardan ibarettir ki, bütün külliyatı tarasanız bir düzineyi aşmaz.

Üstâd’ın Hazret-i Mehdi hakkındaki düşünceleri aydınlık ve tereddütsüzdür. Ne zaman geleceğinden çok, ifâ edeceği vazifelerle meşguldur. Bir suale borçlu olduğumuz aşağıdaki satırlar, Hazret-i Mehdi’nin vazifelerinin en derli toplu takdim edildiği ender kaynaklardandır:

“Çok defa mektuplarımda işaret ettiğim gibi, Mehdi-i Al-i Resulün temsil ettiği kudsi cemaatinin şahs-ı manevisinin üç vazifesi var. Eğer çabuk kıyamet kopmazsa ve beşer bütün bütün yoldan çıkmazsa, o vazifeleri onun cemiyeti ve seyyidler cemaati yapacağını rahmet-i İlahiyeden bekliyoruz. Ve onun üç büyük vazifesi olacak:

Birincisi : Fen ve felsefenin tasallutuyla ve maddiyun ve tabiiyyun taunu, beşer içine intişar etmesiyle, herşeyden evvel felsefeyi ve maddiyun fikrini tam susturacak bir tarzda imanı kurtarmaktır.

“Ehl-i imanı dalaletten muhafaza etmek ve bu vazife hem dünya, hem herşeyi bırakmakla, çok zaman tedkikat ile meşguliyeti iktiza ettiğinden, Hazret-i Mehdinin, o vazifesini bizzat kendisi görmeye vakit ve hal müsaade edemez. Çünkü hilafet-i Muhammediye (a.s.m.) cihetindeki saltanatı, onunla iştigale vakit bırakmıyor. Herhalde o vazifeyi ondan evvel bir taife bir cihette görecek. O zat, o taifenin uzun tetkikatıyla yazdıkları eseri kendine hazır bir program yapacak, onunla o birinci vazifeyi tam yapmış olacak.

“Bu vazifenin istinad ettiği kuvvet ve manevi ordusu, yalnız ihlas ve sadakat ve tesanüd sıfatlarına tam sahip olan bir kısım şakirtlerdir. Ne kadar da az da olsalar, manen bir ordu kadar kuvvetli ve kıymetli sayılırlar.

“İkinci vazifesi : Hilafet-i Muhammediye (a.s.m.) unvanıyla şeair-i İslamiyeyi ihya etmektir. Alem-i İslamın vahdetini nokta-i istinad edip beşeriyeti maddi ve manevi tehlikelerden ve gazab-ı İlahiden kurtarmaktır. Bu vazifenin, nokta-i istinadı ve hadimleri, milyonlarla efradı bulunan ordular lazımdır.

“Üçüncü vazifesi : İnkılabat-ı zamaniye ile çok ahkam-ı Kur’âniyenin zedelenmesiyle ve şeriat-ı Muhammediyenin (a.s.m.) kanunları bir derece tatile uğramasıyla, o zat, bütün ehl-i imanın manevi yardımlarıyla ve ittihad-ı İslamın muavenetiyle ve bütün ulema ve evliyanın ve bilhassa Al-i Beytin neslinden her asırda kuvvetli ve kesretli bulunan milyonlar fedakar seyyidlerin iltihaklarıyla o vazife-i uzmayı yapmaya çalışır.

“Şimdi hakikat-i hal böyle olduğu halde, en birinci vazifesi ve en yüksek mesleği olan imanı kurtarmak ve imanı, tahkiki bir surette umuma ders vermek, hatta avamın da imanını tahkiki yapmak vazifesi ise, manen ve hakikaten hidayet edici, irşad edici manasının tam sarahatini ifade ettiği için, Nur şakirtleri bu vazifeyi tamamıyla Risale-i Nur da gördüklerinden, ikinci ve üçüncü vazifeler buna nisbeten ikinci ve üçüncü derecedir diye, Risale-i Nur’un şahs-ı manevisini haklı olarak bir nevi Mehdi telakki ediyorlar. O şahs-ı manevinin de bir mümessili, Nur şakirtlerinin tesanüdünden gelen bir şahs-ı manevisi ve o şahs-ı manevide bir nevi mümessili olan biçare tercümanını zannettiklerinden, bazan o ismi ona da veriyorlar. Gerçi bu, bir iltibas ve bir sehivdir, fakat onlar onda mes ul değiller. Çünkü ziyade hüsn-ü zan, eskiden beri cereyan ediyor ve itiraz edilmez. Ben de o kardeşlerimin pek ziyade hüsn-ü zanlarını bir nevi dua ve bir temenni ve Nur talebelerinin kemal-i itikatlarının bir tereşşuhu gördüğümden, onlara çok ilişmezdim. Hatta eski evliyanın bir kısmı, keramet-i gaybiyelerinde Risale-i Nur u aynı o ahir zamanın hidayet edicisi olduğu diye keşifleri, bu tahkikat ile tevili anlaşılır. Demek iki noktada bir iltibas var; tevil lazımdır.

“Birincisi: Ahirdeki iki vazife, gerçi hakikat noktasında birinci vazife derecesinde değiller; fakat hilafet-i Muhammediye (a.s.m.) ve ittihad-ı İslam ordularıyla zemin yüzünde saltanat-ı İslamiyeyi sürmek cihetinde herkeste, hususan avamda, hususan ehl-i siyasette, hususan bu asrın efkarında, o birinci vazifeden bin derece geniş görünüyor. Ve bu isim bir adama verildiği vakit, bu iki vazife hatıra geliyor; siyaset manasını ihsas eder, belki de bir hodfuruşluk manasını hatıra getirir; belki bir şan, şeref ve makamperestlik ve şöhretperestlik arzularını gösterir. Ve eskiden beri ve şimdi de çok safdil ve makamperest zatlar, Mehdi olacağım diye dava ederler. Gerçi her asırda hidayet edici, bir nevi Mehdi ve müceddid geliyor ve gelmiş. Fakat herbiri, üç vazifelerden birisini bir cihette yapması itibarıyla, ahir zamanın Büyük Mehdi unvanını almamışlar.” (Bediüzzaman Said-i Nursî, Emirdağ Lâhikası, Sayfa 231-233)

Üstâd’a göre, kesin olan bir başka husus da, Hazret-i Mehdi’nin önceliğinin İslam Deccal’ı addedilen Süfyan ile mücadelesidir. Bir fitnenin başına geçerek İslâm şeriatını tahrib edecek Süfya’nın karşı cephesidir Mehdi. Bu kanaatini yine bir talebesinin suali kitabîleştirir:

“Âhirzamanda, dinsizliğin iki cereyanı kuvvet bulacak:

“Birisi: Nifak perdesi altında risalet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) inkâr edecek, Süfyan namında müthiş bir şahıs, ehl-i nifakın başına geçecek, şeriat-ı İslâmiyenin tahribine çalışacaktır. Ona karşı, Âl-i Beyt-i Nebevînin silsile-i nuranîsine bağlanan ehl-i velâyet ve ehl-i kemâlin başına geçecek, Âl-i Beytten Muhammed Mehdî isminde bir zât-ı nuranî, o Süfyanın şahs-ı mânevîsi olan cereyan-ı münafıkaneyi öldürüp dağıtacaktır.” (Bediüzzaman Said-i Nursî, Mektubat, Sayfa 59)

Tekrar, ihtiyaçtandır. Binaenaleyh, tekrarlayalım: Bu makalenin hedefi, mevzuun bütün detayları değildir, tafsilat iddiası taşımıyor. Sadece hayatî noktaları tespitle iktifa ediyoruz. Arzu ediyoruz ki, bu makale âhir zaman ve eşhası ile ilgili hayâtî noktalara birer işaret teşkil etsin. Bir de son zamanlarda sıkça medar-ı bahs edildiğinden, Bediüzzaman Said-i Nursî’nin de mevzu ile ilgili düşüncelerine bir nevî fihrist vazifesi görsün. Tafsilat, bin dört yüz yıllık İslâm kütüphanelerinde ve Risâle-i Nurlardadır. İslâm kütüphaneleri ibadetsiz kalmış mâbedler gibi, ziyaretçi bekliyor.

(Devam edecek)

[email protected]

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.