Bediüzzaman kimin dervişi?

Bediüzzaman kimin dervişi?

Alevi yazar Metin Aktaş'ın Bediüzzaman Said Nursi'yi anlattığı "Son Derviş" romanı polemik konusu olmaya devam ediyor

Risale Haber-Haber Merkezi

Alevi yazar Metin Aktaş'ın Bediüzzaman Said Nursi'yi anlattığı "Son Derviş" romanı polemik konusu olmaya devam ediyor. Cemaat.com sitesi yazarın Mehmet Akbulut'un romanı eleştiren yazısı "Bu “Derviş” bizim Derviş değil. En azından Bediüzzaman Said Nursî değil" sözleri ile biterken Akbulut'a cevap romanın yazarı Metin Aktaş'tan geldi. Medyaİronik.com sitesinden cevap veren Aktaş, "Evet haklısın, Son Derviş romanında anlatılan Derviş zihninizdeki derviş değil, sizin değil. O bizim, mazlumların dervişi" ifadelerini kullandı.

İşte o iki yazı:

Mehmet Akbulut'un “Son Derviş" Bizim Derviş mi? başlıklı yazısı:

“Zaman, İslamiyet fedaisi olmak zamanıdır.” diyen büyük bir adamın romanı yazılırken en azından romanı yazılan şahsın hayatı ve eserlerinin çok iyi tedkik edilmesi gerekir. Bunun akabinde de o şahsın davasının müdavimlerinden ona yakın olanların fikirlerine müracaat gelir.

Metin Aktaş’ın Alternatif Düşünce yayınlarından çıkan “Son Derviş” adlı romanından sohbeti koyulaştıralım diyorum. Hayli emek harcandığı en azından hacimli olma vasfı öne çıkarılarak görülebilir. Bu kadar uğraş sonucu ortaya çıkan eserin imlasının da itinaya tabi tutulması zannımca gerekirdi. Ne yazıktır fahiş miktarda imla hataları, eserin ilk sayfalarındaki iddia çıtasını aşağılara çekiyor. Neredeyse her sayfasında hata var desek yanlış etmeyiz. Dizgi hatası olarak yorumlasak yine meseleyi hafife indirgeyemeyiz; çünkü roman, iddialı konuma konuşlandırılmış. “Metin Aktaş, telafisini beklediğim eksik tarafına rağmen en az Balzac kadar büyük romancının aslî unsurlarına sahiptir.” (sahife 12.) İmla hatalarının sayfa numaralarını vermeyeceğim, okuyanlar zaten görecektir.

Üstad Bediüzzaman Said Nursî’nin eserlerini defalarca okumuş biri olarak romanı merak ettim ve aldım. Açıkçası Alevi kökenli bir yazarın Bediüzzaman’ı nasıl anlatabileceğini merak ettiğimden aldım kitabı. İsminden ve de kitaba kapak olarak alınan Üstad’ın meşhur tasviri beni dürtükledi. Acaba bu kitapta nasıl bir “derviş” profili bulacaktım? Romanın asıl kahramanı Bediüzzaman gibi algılansa da çok geçmeden bunun bir aldanma olduğunun hemen farkına varıyorsunuz. Buradaki “aldanma” ifadesi yanlış anlaşılmasın, kendi adıma söylenmiştir.

Romanı bir Ermeni’nin ağzından anlatıyor yazar. Serkis isimli bir Ermeni. Yazarın neden bir Ermeniyi seçtiğini anlamak sadedinde bir şey söylemeyeceğim(!) Romanı okuyanlar, şuna şahit tutuluyor: Osmanlı Hamidiye Milis Alayları iyi bir konumda anlatılmamış. (Bu milislerin Anadolu’da kurulacak bir Ermeni devletine set olduğunu maalesef yazar dile getirmemiş.) Bunu beyan ile Üstad’ın şu veciz ifadesini söylemek istiyorum: “Fena şeylerle meşguliyet fena tesir eder. Fena iz bırakır.” Osmanlıların önüne gelen her Ermeni’yi kestiği, malını talan ettiği, kadınların ırzına geçip tecavüz festivali yaptığı dile getiriliyor. Ezidilerin zorla Müslüman edilip yok edildikleri anlatılıyor. Buraya Bediüzzaman’ın Emirdağ Lahikası’ndan bir hakikati ekleyerek okurun vicdan boyutunu uyarmak isterim. “Nurun mesleği, hakikat ve Sünnet-i Seniyye ve feraize dikkat ve büyük günahlardan çekinmek esastır.” İslama mugayir bir anlayış olan Ezidi adetlerine Üstad’ın hiç itiraz etmemesi bizim zihnimizdeki Bediüzzaman görüntüsüne muhaliftir. Böyle büyük bir İslam âliminin düzeltilmesi gerekene müdahil olmaması ilginçtir.

Romanın kahramanı Serkis, Osmanlı milis kuvvetlerinin elinden dilsiz rolü yaparak kurtuluyor. Güya onu Derviş, yani o iklimin en ünlü ismi olacak Said-i Kürdî kurtarıyor. Özellikle Kürdî ifadesi seçilerek ısrarla kullanılıyor. Üstad Bediüzzaman’ın bu vasfı öne çıkarılarak roman okuru nereye vardırılmak isteniyor, ben anlamış değilim.

Romanın belli kısımlarında ara ara ortaya çıkıp beliren Derviş, yani bizim tanıdığımız Bediüzzaman Said-i Nursî, o bildik “Zamanın Bedii” özelliğiyle değil de illa bir yerlere çekilmek istenen ırkî niteliğiyle kabullendirilmek isteniyor. Bir dava adamı olan Bediüzzaman, romanın sonuna kadar maalesef uğrunda çok cefa çektiği “NUR”lardan sanki bigane gösterilmiş. Onca birlikte yolculuk yaptıkları halde bu Ermeni Serkis’e romandaki bilinen adıyla Salih’e hiç mi hakikat dersi vermiyor? Kur’an’da geçen “Ve lâ teziru vâziratün vizra uhrâ” ayetini bir ders-i ibretlik olarak hiç mi hatıra getirmiyor? Bir başkasının işlediği kusurdan dolayı o kişinin ailesi, akrabası sorumlu tutulamaz, deyip romanda Osmanlı milislerinin bir tecavüzcü olarak gösterilmesine niçin ses çıkarttırılmıyor? Çıkaramıyor, çünkü kalem başkasının elinde.

Romanın kurgusu ile işim yok. Bu kurgu içerisine yedirilmek istenen Bediüzzaman gibi büyük bir İslam âliminin böyle basit bir uyarlamaya alet edilmesi bence hiç de yakışık almamış. Üstad’ın Abdülhamit ile olan alakası, tımarhaneye atılması, Rusya’ya esir düşmesi, Serkis’in Rus ordusuna katılıp Kosturma’da Üstad’ı bulması, kaçışına güya yardım etmesi, daha sonra Üstad’ın Urfa’da vefat etmesinden önce Ermeni Serkis’i telgrafla yanına çağırması, Serkis’in Üstad’ı görmeye gelmesi, Serkis’in ilk aşkı Berivan’ın köyüne giderek onun mezarı üzerinde ölü bulunması... Bunlar romanın göze çarpan kurgu sıralaması. Dedim ya kurgu değildi bizim için önemli olan. Önemli olan Said-i Nursî’nin nasıl anlatıldığı. Bunda da maalesef başarılı olunmuş diyemiyorum. Peki, niçin diyemiyorum?

Ben, en azından Bediüzzaman’ı ve davasını biliyorum. Eserlerini okumuşum. Hiç tanımayan biri, bu romanı okuduğu zaman şunu diyecektir: Şöhreti tüm dünyayı saran Risale-i Nur eserlerinin müellifi İslam âlimi Bediüzzaman bu mu?

Bu sebeple romanı çok başarılı bulmadığımı açıkça dile getirmekten geri durmuyorum.
Yine de romanın 589. sayfasında “Derviş”in ölüm hakkında söylediklerini söylemeden geçemeyeceğim. “İnsanoğlunun en büyük meselesi ölümdür. Ölüm mukadderdir, herkesin başına gelecektir. (...) Ahiret inancı olmaksızın ölümün dehşetine katlanmak mümkün mü?”

Bu “Derviş” bizim Derviş değil. En azından Bediüzzaman Said Nursî değil…

Metin Aktaş'ın "Son Derviş Kimin Dervişi?" başlıklı yazısı:

Mehmet Akbulut"un cemaat.com sitesinde “Son Derviş Bizim Derviş mi?” adlı bir değerlendirme yazısı yayınlandı. Akbulut yazısında romanın edebî yapısından, kurgusundan çok, romandan beklediği siyasal mesajları, ya da zihninde tasavvur ettiği Said-i Nursî"yi (Kürdî) bulmamaktan şikayetçi.

Bu düşünceden yola çıkarak Son Derviş romanında anlatılan Said-i Nursî"nin, Said-i Nursî olmadığı sonucuna varıyor. Akbulut, eğer Said-i Nursî"nin kişiliğiyle, hayat tarzıyla ilgili düşüncelerini yegâne gerçekmiş gibi gösterip, Son Derviş romanında anlatılan Said-i Nursî"nin kişiliğini eleştirmeseydi bu yazıyı yazmayacaktım. Şunu açık yüreklikle söyleyeyim: Son Derviş romanı, siyasal iktidarlar tarafından halka anlatılan Said-i Nursî kişiliğine karşı gerçek Said-i Nursî kişiliğini halka tanıtmak için yazdım. Üstelik hayatının ancak bir kısmını yazdım. Çünkü yakın tarihimizde yaşanmış bir çok önemli şahsiyet gibi, Said-i Nursî hakkında da gerçek olmayan bir çok şey gerçekmiş gibi gösterildi.

Mehmet Akbulut nerede yanılıyor?

“Romanı bir Ermeni"nin ağzından anlatıyor yazar. Serkis isimli bir Ermeni. Yazarın neden bir Ermeniyi seçtiğini anlamak sadedinde bir şey söylemeyeceğim(!) Romanı okuyanlar, şuna şahit tutuluyor: Osmanlı Hamidiye Milis Alayları iyi bir konumda anlatılmamış. (Bu milislerin Anadolu"da kurulacak bir Ermeni devletine set olduğunu maalesef yazar dile getirmemiş.) Bunu beyan ile Üstad"ın şu veciz ifadesini söylemek istiyorum: “Fena şeylerle meşguliyet fena tesir eder. Fena iz bırakır.” Osmanlıların önüne gelen her Ermeni"yi kestiği, malını talan ettiği, kadınların ırzına geçip tecavüz festivali yaptığı dile getiriliyor. Ezidilerin zorla Müslüman edilip yok edildikleri anlatılıyor. Buraya Bediüzzaman"ın Emirdağ Lahikası"ndan bir hakikati ekleyerek okurun vicdan boyutunu uyarmak isterim. “Nurun mesleği, hakikat ve Sünnet-i Seniyye ve feraize dikkat ve büyük günahlardan çekinmek esastır.” İslama mugayir bir anlayış olan Ezidi adetlerine Üstad"ın hiç itiraz etmemesi bizim zihnimizdeki Bediüzzaman görüntüsüne muhaliftir. Böyle büyük bir İslam âliminin düzeltilmesi gerekene müdahil olmaması ilginçtir.”

Said-i Nursî"nin yaşadığı dönemde Osmanlı devletinin Kürdistan Eyaletinde Müslüman Kürtler, Ezidi Kürtler, Süryaniler, Keldaniler, Ermeniler, Müslüman Türkler iç içe yaşıyordu.

Bırakın Saidi Kürdî gibi geniş bir hoş görü ve farklılıklarla bir arada yaşama kültürüne sahip insanı, o yıllarda halkın büyük bir kesimi farklılıklarla bir arada yaşama kültürüne sahipti.

Öyle olmasaydı farklı inançlara, kültürlere sahip bu halklar binlerce yıl bir arada yaşayabilir miydi? Saidi Kürdi"nin bir Ezidi Kürt piriyle dost olmasını kötü gören bir düşünceye sahip bir insan Said-i Nursî"yi hiç anlamamıştır.

Çünkü Said-i Nursî, yaşadığı çağda farklı kavimlerin kültürlerini, inançlarını zorla, baskıyla yok etmeye çalışan düşüncelere karşı savaşmıştır. Bu onun en önemli, dikkate alınması gereken vasfıdır. Son derviş romanın altını çizdiği önemli noktalardan biri de Said-i Nursî"nin bu vasfıdır. Sanırım bu, yazarı rahatsız etmiştir.

Hamidiye Alayları düşüncesi ile Said-i Kürdî"nin hemfikir olmadığına çok delil getirilebilir. Ama çoğu Nur Talebesinin hatırlayacağı ve Münazarat"ta bir vesile ile zikredilen cümleyi kaydedeyim: “...yahut eşkiyâlık ve husûmet derdiyle mültehap bulunan o vücuda, iltihâbı tezyid eden Hamidîlik icrâ etmek ve ilâ âhir, acaba tedâvi mi, yoksa tesmîm midir, melekü"1-mevte yardım etmek midir?”

Bu ifadeden açıkça anlaşılmıyor mu ki, Said-i Kürdî"ye göre, bölgede Hamidilik icrası bölge halkının ölmesi ve Azrail"e davetiye çıkarmak hükmündedir? Akbulut"un Hamidiye alaylarına yüklediği misyonu Said-i Nursî acaba farketmemiş miydi?

İslami kesimde bazı kişilerin, cemaatlerin en büyük hatası Birinci emperyalist paylaşım savaşını(Birinci dünya savaşı) bir Müslüman, Hıristiyan savaşı olarak görmeleri; bu, doğru bir düşünce değil. Birinci emperyalist paylaşım savaşı Müslüman, Hıristiyan savaşı (din savaşı) değil, emperyalistlerin dünyayı yağmalama savaşıdır. Bu savaşın her iki cephesinde savaşan güçlerden hiç biri haklı değildir. Birinci emperyalist paylaşım savaşında Müslüman halkaların bir kısmı İngiliz, Fransız, Rus cephesinde yer alırken Osmanlı devleti de Alman emperyalistlerin saflarında yer almıştır.

İttihatçı Enver ve Talat"ın Osmanlı devletini bu emperyalist paylaşım savaşına sokmaları tarihî bir hatadır, suçtur. Bunun bedelini de halkımız çok ağır ödemiştir. Birinci emperyalist paylaşım savaşında savaşan her iki cephede halk insanlık dışı baskılara maruz kalmış, derin acılar yaşamıştır. Birinci dünya savaşında Almanlarla birlikte savaşan İttihad ve Terakki"nin idaresindeki Osmanlı devletinin ülkemizde yaşayan halklara savaş şartlarında yaptığı zulmü görmemek, hiçbir inanana yakışmaz. Hele hayatı zulme, adaletsizle karşı verdiği mücadeleyle geçmiş Saadi Nursi gibi bir insanı bu haksız paylaşım savaşının bir cephesinde göstermek doğru değil, doğru olmadığı gibi Said-i Nursî"ye yapılmış bir iftiradır da.

Said-i Nursî daha çocuk denilecek yaştayken halka zulüm eden 48. Hamidiye Alayı Komutanı Mustafa Paşayı uyarmak için Mardin"e gitmiş ve onu halka zulmetmekten vazgeçmeye davet etmiştir. Said-i Nursî"nin bu tarafını görmemek, ya da inkar etmek doğru bir davranış olamaz. Hele Sadi Nursi"nin bu karakterini basitlik olarak adlandırmak onu anlamamaktır. Said-i Nursî"nin yaşadığı çağda binlerce, yüz binlerce insan yaşadı. Onu diğer insanlardan farklı kılan bu niteliği oldu.

O yaşadığı toplumda sürüp giden adaletsizliğe, zulme, geri kalmışlığa baş kaldırdı. Yeni bir hayat, yeni bir dünya kurmaya çalıştı. Said-i Nursî"yi, Said-i Nursî yapan onun bu baş eğmez asil duruşudur. Said-i Nursî"yi sadece dua okuyan, namaz kılan bir insan olarak göstermeye kalkmak onun, zulme ve adaletsizliklere karşı duruşunu inkar etmek, onu anlamamaktır. Son Derviş romanı onun sümen altı edilmiş bu vasfını anlattığı için bazı kesimleri rahatsız etmesi çok doğaldır.

“Romanın belli kısımlarında ara ara ortaya çıkıp beliren Derviş, yani bizim tanıdığımız Bediüzzaman Said-i Nursî, o bildik “Zamanın Bedii” özelliğiyle değil de illa bir yerlere çekilmek istenen ırkî niteliğiyle kabullendirilmek isteniyor. Bir dava adamı olan Bediüzzaman, romanın sonuna kadar maalesef uğrunda çok cefa çektiği “NUR”lardan sanki bigane gösterilmiş. Onca birlikte yolculuk yaptıkları halde bu Ermeni Serkis"e romandaki bilinen adıyla Salih"e hiç mi hakikat dersi vermiyor? Kur"an"da geçen “Ve lâ teziru vâziratün vizra uhrâ” ayetini bir ders-i ibretlik olarak hiç mi hatıra getirmiyor? Bir başkasının işlediği kusurdan dolayı o kişinin ailesi, akrabası sorumlu tutulamaz, deyip romanda Osmanlı milislerinin bir tecavüzcü olarak gösterilmesine niçin ses çıkarttırılmıyor? Çıkaramıyor, çünkü kalem başkasının elinde.”

Sevgili Akbulut"un bu kısacık yazıda düştüğü hangi yanlışını düzelteyim, bilemiyorum. Bir kere, peşinen hatırlatmak isterim ki, Son Derviş, Said-i Nursî"nin ilk hayatından sadece esaretten dönüşüne kadar olan dönemi anlatır. Vefatını anlatan son sahne ise, küçük bir kurgulamadan ibarettir. Kısacası, Son Derviş"te esas alınan hayat döneminde Said-i Nursî"nin ismi “Said-i Kürdî”dir. Nursî" olarak şöhret bulması Cumhuriyetin kuruluşundan sonradır. Üstelik çok uluslu bir yapıya sahip Osmanlı"da ismin sonuna getirilen ve kavmî veya coğrafî aitlik ifade eden ekleri anlamayıp, ırkçılık telkini olarak yorumlamak da Akbulut"un affı mümkün olmayan bir hatası.

En basitinden Nursî kelimesi de Said"in soy ismi değildir, Nurs"lu oluşunu ifade eder. Bunun gibi Osmanlı devrinden yüzlerce misal verilebilir, bir kaç tanesiyle yetinelim: Cemaleddin-i Efganî, Muhyiddin-i Arabî, Cüneyd-i Bağdadî, Selman-ı Farisî gibi...

Acı olan da şu: Emin olunuz ki, Said-i Nursî"ye Türk, Arap, Fars deseydim Akbulut hiç rahatsızlık duymayacaktı. Çünkü insanlarımızın hiç değilse mühim bir kısmının bilinç altlarında Kürt kavmine karşı bir ön yargı var. Kürtlerin Said-i Nursî gibi bir alime sahib olamayacağına inanırlar.

Said-i Nursî"yi çok iyi tanıdığını söyleyen Akbulut, eğer onu iyi tanımış olsaydı Said-i Nursî"nin hayatının büyük bir zaman dilimini Kürt halkının uyanması, aydınlanması için Kürtçe anadiliyle fen ve dini eğitim yapan üniversitenin (Medresetüz Zehra) kurulması için çalıştığını bilirdi. Said-i Nursî, Osmanlı devletinde yaşayan farklı etnik kimliklere sahip halkları zorla, asimilasyonla yok edip tek bir etnik kimlik yaratmaya çalışan İttihatçılara karşı İslam şemsiyesi altında bütün etnik kimliklerin farklıklarıyla, barış içerisinde, bir arada ,özgürce yaşadığı bir toplumsal projeyi hayata geçirmeye çalıştı. Arada geçen zaman içerisinde gördük ki, bu topraklarda yaşayan farklı etnik kimliklerden yurttaşlarımızı zorla, asimilasyonla yok etmek herkese acı verdi. Asimilasyon politikası insanî bir politika değildir.

Eğer Said-i Nursî"nin önerdiği proje uygulanmış olsaydı bu gün halkımız yaşadığı bu acıları yaşamayacak olurdu. İslam dini uluslar üstü bir dindir. Onu bir ulusa aitmiş gibi göstermek, ya da kendi ulusun egemenliği altında olan mazlum bir halkın özgürlüğünden yana olmamak bir insanlık suçu , dinen de günahtır. Said-i Nursî"nin Kürt olması onu ne yüceltir nede küçültür. Bütün Müslüman kavimlerde olduğu gibi, Kürt kavmi de Said-i Nursî gibi bir çok önemli alim çıkarmıştır, gelecekte de çıkaracaktır. Bundan rahatsızlık duymamak lazım.

Son bir nokta ile bitireyim. Akbulut, “Bir dava adamı olan Bediüzzaman, romanın sonuna kadar maalesef uğrunda çok cefa çektiği “NUR”lardan sanki bigane gösterilmiş.” diyor. İnsaf be kardeşim, insaf!.. Nurların telifi Şeyh Said isyanı bahanesiyle gönderildiği sürgünde ve 1926 gibi başlar. Yâni kitaba konu olan hayatı zamanında Nurların kendisi değil, ismi bile yok. Nasıl bahsedecekti? Serkis"e Ayet-ül Kübra"yı mı okuması gerekiyordu!... Uzatmayacağım... Akbulut"a biraz daha dikkat ve biraz daha iyi niyet tavsiye ederim.

Ve şimdi ben soruyorum; Son Derviş, kimin dervişi? Zâlimlerin, zorbaların, haksızların dervişi mi, yoksa mazlumların, ezilmişlerin dervişi mi?

Evet haklısın, Son Derviş romanında anlatılan Derviş zihninizdeki derviş değil, sizin değil. O bizim, mazlumların dervişi.