Ümit ŞİMŞEK

Ümit ŞİMŞEK

Barla Modeli 20-Bütün dünya bir Barla

Her cemiyet lâyık olduğu kitaba nail olur.
İbrahim Alâaddin Gövsa

Barla'da, badem ağaçlarının çiçek açtığı bir günde başladı Risale-i Nur’un macerası. “Yaz kardeşim” dedi Müellif. Sonra satırlar, sonra sayfalar, sonra risaleler birer birer dökülmeye başladı dudaklardan kâğıtlara.

Sekiz sene sonra Bediüzzaman Barla’dan ayrıldığında, artık Risale-i Nur Külliyatının şekli, rengi, içeriği, yönü ve hedefi iyice belirmiş, eserlerin yarıdan fazlası telif edilmişti. Bu eserlerle birlikte ortaya çıkan bir kitle vardı ve bu kitlenin önemli bir bölümü, hayatını bu eserlerin yayılmasına vakfetmişti.

Üç çeyrek asır sonra o günlere dönüp bakanlar, ne bu eserlerin yazılışında, ne de bu hareketin gelişmesinde, olayların akışına bırakılmış bir hal görmüyorlar. Bu hareket, en azından Bediüzzaman’ın hayatı süresince, dış şartların belirlediği bir hareket olmamış; tam tersine, dış şartlar onu başka taraflara sürüklemek için bütün imkânları zorlarken, Risale-i Nur hareketi, kendi hedefinden ve kendi yöntemlerinden hiçbir şekilde ayrılmaksızın gelişmesine devam etmiştir.

Bediüzzaman, toplumun—hattâ dünya toplumlarının—en önemli meselesini inanç meselesi olarak görmüş, topyekûn bir inançsızlık salgını karşısında insanlığı doğru bilgilerle donatmak için kendisini görevli bilmiş ve gecesiyle, gündüzüyle, yıllarını bu göreve adamıştı. Onun gözü, gelecekteydi; bugün bunu rahatça görebiliyoruz. Günün inançsızlık salgınları, geleneksel değerleri bir derece koruyan yetişmiş nesilleri belki fazlaca etkilemeyebilirdi; ancak o günün moda akımları, gelecek kuşaklar üzerinde nasıl bir tahribata yol açacaktı? Üç büyük devrin içinden geçmiş ve birkaç ömrün hadiselerini bir ömre sığdırmış bir düşünür ve ilim adamı olarak, Bediüzzaman, bütün himmetini gelecek kuşaklara ayırmıştı. Birgün, belki kendisinin hayatta olmayacağı birgün, bu topraklar üzerindeki insanlar, kendilerine onyıllar boyunca sunulan bakış açısının geçersizliğini görüp de manevî açlıklarını bastırmak için güvenilir bir bilgi kaynağı aradıkları zaman, aradıklarını bulabilecekler miydi? O, elindeki bütün imkânları, hattâ imkânsızlıkları sonuna kadar kullanmak suretiyle, istikbalin arayışına kendi zamanından cevap yetiştirmeye çalışıyordu.

Onun için, dağların, bağların, sürgünlerin veya hapishane koğuşlarının bir etkisi olmadı Bediüzzaman üzerinde. O badem ağaçlarının çiçeklerine bakarken “Bak Allah’ın rahmetine!” diye haykırıyordu. Daha sonra, herbiri sıkıntı itibarıyla bir öncekini aratan Eskişehir, Denizli ve Afyon hapislerinde, Allah’ın rahmet eserlerini o güne kadar görülmedik bir üslûpla inceleyen eserler kaleme aldı. Eğer böyle hadiseler karşısında Bediüzzaman hepimizin verdiği cinsten tepkiler verecek olsa ve kendisini ve talebelerini kurtarmak telâşına kapılsa, yahut bir intikam peşine düşseydi, bugün ortada, iman esaslarını bu derece sağlam bir şekilde tespit eden ve kitlelerin ihtiyacını karşılayan bir eserler külliyatı olmayacaktı. Pek muhtemeldir ki, onun istikbale baktığı zaman gördüğü şeyi başkaları da görüyor ve onu bu amacından saptırmaya çalışıyorlardı.

Tarih, muhaliflerinin tahrikleri nedeniyle amacından saptırılan pek çok hareket görmüş, bu arada, zamanın bütün tuzaklarına ve tahriklerine meydan okuyarak kimliğini ve amacını korumasını bilmiş pek az sayıda büyük insanı da kaydetmiştir. Fakat, hangi ölçekte olursa olsun, bir değişim vücuda getiren ve tarihin akışını değiştirenler, bu ikinci gruptaki az sayıda insanlar olmuştur. Bediüzzaman ve talebeleri Barla’da inançlarının mücadelesini verirken, dünyanın en ileri ülkesinde de zenciler insan olarak sayılmak için mücadele veriyorlardı. Nihayet onların eline de kader Dr. Martin Luther King gibi bir fırsat bağışladı. 1955 yılında ABD’nin Montgomery eyaletinde siyahlar beyazlarla otobüste aynı sıralara oturmak için bir boykot başlattıkları zaman, bu hareketin lideri Dr. King, “Müstebitlerime, direniş yöntemimi belirleme fırsatını asla vermeyeceğim” diyordu.

Müstebitler, King’i ve onun etrafındakileri, başka yöntemlere ve başka alanlara çekmek için akla gelebilecek her yola başvurdular. Görünürde bu iş çok kolaydı; on binlerce zenciden nasıl olsa birkaç tanesi bu tahriklere kapılır ve bu eylem bir şiddet hareketine dönüşürdü. Ama King’in ve etrafında kenetlenenlerin sağduyusu böyle birşeye meydan vermedi. İçeride eşinin ve iki aylık çocuğunun da bulunduğu bir sırada Martin Luther King’in evini bombaladıkları zaman, evin etrafını saran öfkeli kalabalığa, King yine aynı çağrıyı yaptı. Ve bir yıl sonra, beyazlarla aynı sıralara oturma hakkını barışçı yollardan alıncaya kadar, on binlerce zenci ne bir fire verdi, ne de hareketi yolundan çıkaracak bir tahrike kapıldı. Eğer bu tahriklerden herhangi bir tanesi bir kıvılcıma yol açıp da barışçı bir hareketi şiddet hareketine dönüştürseydi, yeni bir Martin Luther King çıkıncaya kadar, belki bugün bile, zenciler hâlâ beyazların arkasında oturuyor olacaktı.

İnsanların olaylara verdikleri önem ve değerin ölçüsünü, onların idaelleri belirler. İdeali ebedî âlemlere uzanan bir insan için ise, dünyada bu idealle ilişkisi olmayan hangi şey bir değer taşıyabilir? Bediüzzaman’ın, başta siyaset olmak üzere, dünya olaylarına işte bu yüzden iltifat etmediği gibi, korku ve telâş gibi son derece insanî duyguların bile herhangi bir izini taşımadan yoluna devam etmiş, yazacağını yazmış, söyleyeceğini söylemiş, yapacağını yapmıştır. Şartlar ne kadar ağır olursa olsun, onun barışçı hareketi, hiçbir zaman, zalimin zulmünü hoş görecek bir yumuşaklığa dönüşmemiştir. İman esaslarının saldırılara uğradığı dönemlerde, bu saldırıların nereden kaynaklandığı ve kimlerden teşvik gördüğü de ortada iken, Bediüzzaman, “İstikbalde gelecek nefret ve tahkirden sakınmak için, ‘Tuh o asrın gayretsiz adamlarına!’ denildiği zaman yüzümüze tükürükleri gelmemek için veyahut silmek için yazılmıştır”[1] diyerek, saldırıya uğrayan iman esaslarını savunan bahisler telif ediyor ve bunlara Risale-i Nur Külliyatının içinde yer ayırıyordu.

Bediüzzaman’ın yakın talebelerinin bu konudaki yaklaşımı farklı değildi. Bu mahiyetteki bahislerden birinin ortaya çıkarılmasını tehlikeli bularak bu konudaki çekincelerini yazan Abdülmecid Efendinin itirazlarına, Hulûsi Bey şu mahiyette bir cevap vermiş ve bu cevabı da Bediüzzaman’ın nazarına sunmuştu:

Bu mütalâa bizler için doğrudur. Fakat dünyaya arkasını çeviren ve mânevî vazife-i memuresini ifa ederken insanlarla—Nurlarla alakadar olanları vasıta­sıyla—meşgul olan Üstad Hazretleri için bu fikri muvafık bulmuyorum. Çünkü, o zatı bu emr-i azîmde istihdam eden, elbette muhafaza buyurur. Bana öyle kat'î kanaat gelmiş ki, eğer bizler Nurlarla alâkamızı kesersek, Üstad Hazretleri bize arkasını çevirir.
Aziz kardeşimizin endişesi, zahire bakılırsa haklı ve çok samimîdir. Fakat zaten cemaati çok mahdut olan Nurlarla alâkadar zevâtın bu hakaikten [hakikatlerden] mah­rum edilmelerini ve bu kudsî eserin tamamen hapsedilmelerini lâyık görmüyor ve esasa mugayir buluyorum. Nâsırımız, hâmimiz, muînimiz, hâfızımız Allah'tır. Bütün desâisi [tuzakları] bertaraf ederek, muhterem Üstadın vazife-i kudsiyesine sâfi niyet, samimî his ve ciddî şevkle yardım etmekte olan kardeşlerime selâm ve muvaffakiyetlerine dua eder, dualarını rica ederim.[2]

Bediüzzaman ise, talebesinin kendi öz kardeşine verdiği bu cevabı büyük bir sevinçle karşıladığını yazıyordu:

Kardeşimiz Abdülmecid'in, Yirmi Altıncı Mektubun Üçüncü Mebhasını, lüzumsuz bir ihtiyata binaen ziyade görmesini, sen de onun ziyadesini ziyade gör­mekliğin beni ziyade sevindirdi. “Siz Allah’a ortak koşmaktan korkmazken, ben mi sizin ortak koştuklarınızdan korkacağım?” (Kur’ân, 6:81) diyen ve Kur’­ân’­ın takdirine mazhar olan Hazret-i İbrahim’in (a.s.) ittibâına mükellef [uymakla yükümlü] ol­du­ğumuza işaret eden “bâtıl inanışlardan uzak olan, İbrahim’in İslâm dini” sırrına mazhar olduğumuzu bilmeliyiz.[3]

Buna benzer satırlar ile, Bediüzzaman ve talebelerinin başlarından geçenler, onların temel bir prensip olarak titizlikle uyguladıkları ve en ağır tahrikler karşısında bile ödün vermedikleri müspet hareket prensibinin başı eğik bir anlayışı yansıtmadığını göstermektedir. Onlar, gerek iman hakikatlerinin delillere dayandırılarak herkese karşı ispatlanması, gerekse saldırılar karşısında iman esaslarına cesaretle sahip çıkılması konusundaki tavırlarıyla sadece bir görevi yerine getirmiş olmuyorlar, aynı zamanda, Risale-i Nur hareketiyle doğrudan ilgisi bulunmayan kitleler için de bir moral desteği sağlıyorlardı. Bediüzzaman, Barla mektuplarından birinde, talebelerine, iman hizmetinin bu etkisini de hatırlatmaktadır.

Şimdi şu zamanda iman-ı tahkikînin [araştırmaya ve delile dayanan iman] dersini vermek pek büyük bir fazilettir ve kudsî bir vazifedir. İman-ı tahkikîyi taşıyan bir mü'min, çok mü'minlere bir nok­ta-i istinad olur ki, şuursuz olarak avâm-ı mü'minîn o iman-ı tahkikî sahibinin kuvvet-i imanına istinad ederek kuvve-i mâneviyeleri kırılmaz; dalâletlere karşı dayanırlar. [4]

Bu satırların yazıldığı zamandan bu yana ülke en az üç nesil daha gördü. Risale-i Nur Müellifi de, o gün onunla beraber Barla’da bu hikâyenin başlangıcını hayatlarıyla yazanlardan hemen hemen hiçbirisi aramızda değil. Ancak onlar, kimi canlarını, kimi ömürlerini gelecek nesillerin kurtulması için feda etmiş insanlar olarak, ideallerine çoktan ulaşmış bulunuyorlar. Onların okumaya doyamadıkları ve gece gündüz çoğaltıp yaydıkları eserler, bugün, bu ülkenin tarihinde başka hiçbir esere nasip olmayan bir ilginin muhatabı olarak, dünyanın dört bir tarafında akademik çalışmaların, bilimsel yayınların, uluslararası sempozyumların konusunu teşkil ediyor. Her iki yılda bir Türkiye’de Risale-i Nur ile ilgili olarak düzenlenen sempozyumlara, aralarında başka dinlerin mensupları da bulunan yüzlerce bilim adamından tebliğler yağıyor.

Barla’da badem ağaçlarının çiçek açtığı günlerden birinde bir tarih yazılmaya başlamıştı. Bir grup mütevazi insandı Bediüzzaman ile beraber bu tarihi yazanlar: Hulûsi Bey, Sabri Efendi, Muhacir Hafız Ahmed, Şamlı Hafız Tevfik, Binbaşı Âsım, Hafız Ali, Hüsrev Altınbaşak, Emrullah oğlu Bekir, Ahmed Feyzi, Zekâi, Müzeyyene, Refet Barutçu ve diğerleri... Onların gücü sayıdan değil, aralarındaki muhabbet ve tesanütten, bir de Bediüzzaman’ın onlarda nümune olarak gösterdikleri üç önemli özelliklerinden ileri geliyordu. Böylelikle, aralarında büyük âlimlerin ve ümmî zatların beraberce bulunduğu bu nümune insanların omuzları üzerinde, bir Barla Modeli vücuda geldi ve sınırları birkaç nesil sonra ülke dışına taşacak bir iman ilimleri okulu kuruldu. İki önemli temel taşı vardı bu okulun: biri ilim, biri muhabbet. Öğrendiler ve sevdiler. Öğrettiler ve sevdirdiler.

Şimdi dünyanın hemen hemen her ülkesinde talebeleri var bu okulun. İman ilimleri, bir yandan dünyanın önde gelen üniversitelerin kürsülerinde, diğer yandan da çeşitli ülkelerdeki mütevazı evlerde her gün ve her saat okunmaya devam ediyor. Yine neş’eli kış dersleri var akşamları dünyanın birçok yerinde; kimi yerlere ise bahar çoktan gelmiş.

Mânâ âlemlerinin baharları ise, badem ağaçlarının çiçek açtığı günkü kadar coşkulu.

Çünkü oralarda Doğu ile Batı birlikte seyrediliyor; geçmiş ve gelecek beraber yaşanıyor.

Ve oralarda saymakla bitmiyor ne Hulûsi Beyler, ne Sabri Efendi’ler.

Hattâ ne de Said’ler.

[1] 113. A.g.e., 554.
[2] 114. A.g.e., 1457.
[3] 115. A.g.e., 1540.
[4] 116. A.g.e., 1511.

[email protected]

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.