Ümit ŞİMŞEK

Ümit ŞİMŞEK

Barla Modeli 17 -İman ilimlerine giriş (2)

Ele aldığı konular kadar, Risale-i Nur’un konuları ele alış biçimi de kendisine özgü bir tarz izlediği için, bu da eserlerin tekrarlanarak okunması ihtiyacını doğuran nedenler arasında sayılabilir. Ne kadar iman dersinden ibaret de olsa, Risale-i Nur’lar, herhangi bir konuyu, bir ders kitabının ele aldığı gibi alarak bölümlere, alt bölümlere, maddelere ayırıp incelemez. Zaman olur, uzayıp giden bir cümlede varlık âleminin altı üstüne getirilir; zaman olur, bir İlâhî ismin kâinat dolusu belgeleri sergilenir; zaman olur, dünya ile âhiret arasında hayal hızıyla gidiş gelişler yaşanır. Bu özellik, ilk telif edilen risalede kendisini göstermiş ve daha sonra, binlerce sayfalık Risale-i Nur Külliyatı boyunca aynen korunmuştur. İşte, Barla’da ilk olarak kaleme alınan Haşir Risalesinin ilk bakışta hemen anlaşılmayan bu özelliğini dikkate almadan bu eser hakkında yapılan bir açıklamayı Bediüzzaman düzeltmek ihtiyacını duymuş ve bunu yaparken de Risale-i Nur’un üslûbundaki önemli bir özelliği açıklığa kavuşturmuştur:

O zat demiş ki: "Onuncu Sözün Hakikatleri münkirlere karşı değil. Çünkü sıfât ve esmâ-i İlâhiyeye binâ edilmiş." Abdülmecid cevabında diyor ki: "Münkirleri Hakikatlerden[1] evvelki dört İşaretle imana getirmiş, ikrar ettirmiş. Sonra Hakikatleri dinlettiriyor" meâlinde cevap vermiş. Hakikî cevabı şudur ki:

Herbir Hakikat, üç şeyi birden ispat ediyor: Hem Vâcibü'l-Vücudun vü­cu­du­nu [varlığı kesin ve şart olan Allah’ın varlığını], hem esmâ ve sıfâtını [isimlerini ve sıfatlarını]; sonra haşri [öldükten sonra diriltilip Allah huzurunda toplanmayı] onlara bina edip, ispat ediyor. En mu­an­nid münkirden [inatçı inkârcıdan], tâ en hâlis bir mü'mine kadar herkes, her Hakikatten hissesini alabilir. Çünkü, Hakikatlerde, mevcudata, âsâra nazarı çeviriyor. Der ki:

Bunlarda muntazam ef'al [fiiller] var. Muntazam fiil ise fâilsiz olmaz. Öyleyse bir fâili var. İntizam ve mizanla o fâil iş gördüğü için, hakîm ve âdil olmak lâzım gelir. Madem hakîmdir; abes işleri yapmaz. Madem adaletle iş görüyor; hukukları zayi etmez. Öyleyse mecma-ı ekber, bir mahkeme-i kübrâ olacak.

İşte Hakikatler, bu tarzda işe girişmişler. Mücmel [özetlenmiş] olduğu için, üç dâvâyı birden ispat ediyorlar. Sathî nazar fark edemiyor. Zaten o Mücmel Hakikatlerin herbirisi, başka risaleler ve Sözlerde kemal-i izahla tafsil edilmiş.[2]

Risale-i Nur’un bu özelliği, onu klasik eserlerden, özellikle ders kitaplarından ayırırken, diğer yandan da kâinata ve Kur’ân’a yaklaştırmaktadır. Belki onun halk arasında bu kadar geniş bir ilgiyle karşılanmasının başlıca nedeni de budur.

Biz kâinatı, ders kitaplarındaki gibi bölümlere ayrılmış halde bulmayız. Varlık âleminin herhangi bir köşesi, çağdaş âlimlerden Muhammed Gazalî’nin de belirttiği gibi, bize kendisini bir bütün olarak sunar; biz ondan kendimizi ilgilendiren yönü alırız.[3] Yüzlerce bilim dalı, evrenin her tarafında karşımıza beraberce çıkar. Bunlardan herhangi birini, diğerinden bütünüyle soyutlayarak incelemek mümkün olmaz. Tıpkı kâinat gibi, Kur’ân’ın da belirli bölümlere ayrılmış cüzleri, sûreleri, âyetleri yoktur. Aynı bahis, hattâ bazan aynı âyet içinde, göklerin en geniş hadiselerinden yerdeki gizliliklere, dünya hayatının bir ayrıntısından âhiret âlemine, fâni bir varlığın başından geçmiş bir cüz’î hadiseden İlâhî isim ve sıfatlara intikal eden bir seyir görülür. Kur’ân’ın herhangi bir sayfasını açan kimse, bir bahçeye girmiştir; oradan pek çok çiçekleri devşirir. Başka birisi ise, aynı bahçeden, muhtemelen daha farklı çiçeklerden oluşan bir demetle çıkacaktır.

Nur Risalelerine gelince, gerçi bu eserlerin alanı inanç konularıyla sınırlanmıştır ve bu genel çizginin dışına pek az risale düşmektedir. Fakat ne ilmihallerin, ne de klasik kelâm kitaplarının bu konuları ele alış tarzına Nur Risalelerinde rastlanmaz. Risalelerin telif sırasında, kronolojik olarak böyle bir seyir izlenmediği gibi, bir külliyat halinde derlenmesinde de bir konu sırası gözetilmemiştir. Bunun bir açıdan istifade zorluğuna yol açtığı doğrudur. Risale-i Nur’un üslûbuna yabancı olanlar, belli bir konuyu bu eserlerde aramak istediklerinde, ya bizzat bu eserlerin yapısıyla bir âşinâlık kurmak zorunda kalmışlar veya böyle bir âşinâlığa sahip kimselerin yardımına ihtiyaç duymuşlardır. (Gerçi zamanımızın bilgisayar, CD, internet imkânları ve çeşitli indeks çalışmaları bu hususu bir engel olmaktan büyük ölçüde çıkarmıştır.) Buna karşılık, bu eserleri sürekli olarak okuyan kişiler, meselâ tevhid, haşir, nübüvvet gibi konuları bir defa işledikten sonra o bahsi kapatmak yerine, kendilerini sürekli olarak iman esaslarının hepsiyle karşı karşıya ve iç içe bulmuşlardır. Böyle bir üslûbun ise, Risalelerde işlenen iman ilimlerini teorik bir bilgi düzeyinde bırakmayıp, yaşanan bir hayata dönüştürmesindeki rolü küçümsenemez.

Aynı şekilde, Risale-i Nur’un, Kur’ân’ı takip ederek kâinatı da bir bütün halinde ele aldığı görülür. Çünkü bu eserlerde, evrendeki her varlığı ve hadiseyi birer eser olarak inceleyen ve bu eserlerin ardındaki fiillerden İlâhî isimlere ve sıfatlara intikal eden bir yöntem hakimdir. Evrendeki herhangi bir varlık ise, bütünün birçok özelliğini kendi çapında gösteren bir parça olarak karşımıza çıkar ve onu bütünden ayırmak imkânsızlaşır ki, az önce de değindiğimiz gibi, bilim dalları da aynı sebepten dolayı birbirinden tamamen soyutlanamamaktadır. Bu yüzden, Risale-i Nur’un bahislerinde çoğu zaman bir çiçek bir bahçeyle, bir bahçe yeryüzüyle, yeryüzü göklerle, gökler âhiret âlemleriyle beraber görünür.

“Eğer Cemîl-i Zülcelâlin esmâsındaki hüsünlerin mevcudat aynalarında bir cilvesini müşahede etmek istersen, zeminin yüzünü bir küçük bahçe gibi temâşa edecek bir geniş, hayalî gözle bak. . . . Birtek çiçekte bir ismin cilve-i cemâlini gördüğün gibi, bahar dahi bir çiçektir. Ve Cennet dahi görülmedik bir çiçektir. Baharın tamamına bakabilirsen ve Cenneti iman gözüyle görebilirsen bak, gör, cemâl-i sermedînin derece-i haşmetini anla”[4] ifadesinin yansıttığı bakış açısını kazanmak kolay bir iş değildir kuşkusuz. Ancak Risale-i Nur talebeleri de bu gibi tablolara yabancı değildir; sürekli olarak okudukları eserler onlara buna benzer daha pek çok tabloları görmelerine yarayacak tefekkür egzersizleri yaptırmakta ve bu egzersizleri günlük hayatlarının bir parçası haline getirmektedir.

Diğer yandan, bu tür tefekkür temrinleri, bir Risale-i Nur talebesini, içinde yaşadığı âlem ile canlı ve yakın bir ilişki içine sokar ki, Kur’ân’ın irşadı da bu doğrultudadır. Kur’ân, hangi bilgi ve anlayış seviyesinde olursa olsun herkesin rahatlıkla görüp ibret dersleri çıkarabileceği, günlük hayatımızın varlık ve olayları bize gösterir ve bunlardaki İlâhî fiillere dikkatimizi çeker. Bunlar güneş, ay, gece, gündüz, gökler, yer, üzüm, hurma, süt, arı, bal, bulutlar, denizler ve içindekiler, dağlar, nehirler, yollar, kuşlar, bitkiler, ölüm ve dirilişler, rızıklar, yağmurun yağması, yerin yeşermesi, mahlûkat arasındaki sevgi ve şefkat tezahürleri gibi, bizi her taraftan kuşatan, ama günlük hayatın olağanlığı içinde çok fazla önem vermediğimiz varlıklar ve hadiselerdir. Kur’ân ise, bunlardaki harikulâdeliklere dikkatimizi yönelttikten başka, iman konularını da bunların etrafında örmekte ve böylece bir din-dünya birliğini ortaya koymaktadır. Bir başka deyişle, bir yandan Kur’ân kâinat kitabını, diğer yandan da kâinat Kur’ân’ı tefsir etmekte, her ikisi de diğerinin anlamını açıklığa kavuşturmaktadır. Ne var ki, hayli zamandır İslâm toplumlarının kâinata, yani doğa bilimlerine karşı çok fazla sempatik bir gözle bakmadıkları da görmezden gelinemeyecek bir gerçek olarak karşımızdadır. Yine Muhammed Gazalî merhum, bu durumu “kâinatla bağları koparmak” olarak nitelendirir ve bilimin inkâr akımlarına âlet olmasını da bu nedene bağlar:

Müslümanlar Kur’ân’dan uzaklaştıklarında, başka bir ifadeyle, onu sadece di­nî okuma kitabı olarak kabul ettiklerinde, kâinatla olan bağlarını kopardılar. Bu­nun doğal neticesi olarak, fen bilimlerini öğrenenler inançsızlığa hizmet etti­ler ve bu bilgilerini kendileri, prensipleri, inkârları ve teslis inançları için daya­nak yaptılar.[5]

İşte, Bediüzzaman, 1926 yılının baharında Barla bağlarına bakarak “Bir zaman iki adam Cennet gibi güzel bir memlekete gidiyorlar” cümlesiyle söze başladığı zaman, çoktandır içinde yaşadığı kâinatı unutmuş ve “Göklerde ve yerde nice âyetler vardır ki, insanlar dönüp bakmaksızın onun yanından gelir geçerler,”[6] “Onlar göğün âyetlerinden yüz çeviriyorlar”[7] gibi âyetlerle kınanacak hale gelmiş olan günümüz insanını, içinde yaşadığı âlemle yeniden tanıştırıyor ve ona daha bilgili, bilinçli ve mutlu bir hayatın kapılarını açıyordu.

[1] 87. Onuncu Sözün konuları “Birinci Hakikat, İkinci Hakikat” şeklinde on iki bölümde ele alınmaktadır ki, bu metinde “Hakikat” ile bu bölümlere atıfta bulunulmuştur.
[2] 88. A.g.e., 1541.
[3] 89. Muhammed Gazalî, Kur’ân’ı Anlamada Yöntem, Ankara: Sor Yayıncılık, 1993, s. 73-4, 149-50.
[4] 90. Risale-i Nur Külliyatı, s. 881.
[5] 91. Muhammed Gazalî, s. 56.
[6] 92. Kur’ân, 12:105.
[7] 93. Kur’ân, 21:32.

[email protected]

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.