Banka sorularına cevap vermek istemiyorum

Banka sorularına cevap vermek istemiyorum

Türkiye Müftüsü Halil Gönenç Hocaefendi ile hayatını ve gündemdeki konuları konuştuk

Röportaj: Abdurrahman Iraz-RisaleHaber

Türkiye Müftüsü Halil Gönenç Hocaefendi ile hayatını ve gündemdeki konuları konuştuk.

Hocam kısaca kendinizi tanıtır mısınız?

Babam menda isminde bir köyün imamıydı. Ben o köyde dünyaya geldim. 6 yaşında Kur’an-ı Kerimi okudum, o zaman biliyorsunuz ki Türkiye yasaklar ülkesiydi, Kur’an-ı Kerim’in okunması dahi yasaktı. Dini müesseseler kapatılmıştı. Camiler satılmış, Kur’an-ı Kerim onlar için en büyük düşmandı. Jandarmalar köyleri geziyorlardı; o zaman, her hangi bir yerde Kur’an-ı Kerim bulsalar alıyorlardı. Kur’an-ı Kerimi ayaklar altına alıyorlardı. Babam merhum, köyde ezan-ı Muhammedi’yi Arapça okuduğu için o okumakta iken jandarmalar köye giriyor, babamı yakalıyorlar, Ömerli’ye götürüyorlar, oradan Savur İlçe’sine götürüyorlar, günlerce gezdiriyorlar ve işkence yapıyorlar, sırf Allahu ekber dediği için... Böyle bir zamanda dünyaya geldik. Ben 1930 doğumluyum. Babam imam olduğu, çocuklara Kur’an-ı Kerim dersini verdiği için ben de o ortamda yaşadım. Bir de bir teyzem oğlu vardı, Suriye’de idi ben de okumak için mutlaka oraya gideceğim diyordum. Yani Türkiye’de din eğitimi imkanı pek olmadığı için, o zaman ben oraya gitmeliyim diyordum.

Din eğitimi görmek için mi?

Evet. Ben 11 yaşında iken, tabi Türkiye’de dediğim gibi zaten o imkan yoktu; çocuktum, okumayı çok istiyordum. Ben de ilim tahsil edeceğim, hoca olacağım diye, Suriye’ye gittim. Orada Amude isminde bir şehirde iki Medrese vardı. Bir Hanefi Medresesi, bir de Şafii Medresesi vardı. Ben şafiiler medresesine gittim, çocuktum benim teyzem oğlu orada kalıyordu o zaman eski usüle göre kitaplarını bitirmişti. Biz de eski usule göre okuduk. 10 sene kadar oradaki medreselerde kaldım. 11 yaşındayken 1941 senesinde gittim, 1951’de dönüş yaptım. Ancak o arada bir süre Bismil İlçesi’ne bağlı Ma’ran köyüne gittim. 2 buçuk - 3 ay kadar Ma’ran’da kaldım. Seyyid Abdulvahhab adında alim bir zat vardı, onda Abdulğaffur’un Haşiye’sini okudum. Şemsi’yenin de başından okudum, daha sonra Zokeyd’de 2 buçuk ay civarında “mutavval” kitabından 14 sayfa kadar okudum. O zaman son kitaplarımı okuyordum.

Daha sonra Bitlis’e bağlı Norşin’e gittim, bir ay kadar orada kaldım. Şeyh Masum’un çocuklarına ve torunlarına ders veriyordum. Ama teberrüken alim ve mübarek bir zat olan Şeyh Maşhuk’tan da bir miktar usul okudum. Daha evvel o kitabı okumuştum. Teberrüken tekrar okudum. Bu arada bizim Medreselerimiz, bir tek hücre idi.

Bir oda?

Evet bir tek oda hem medresedir, hem dershanedir, hem yatakhanedir, hem de yemekhanedir.

Her şey orada icra oluyordu.

Evet. Zaten basit bir hayatları vardı medrese talebelerinin. Köyden tayın, yani yemek geliyordu, küçük çocuklar gidip o yemeği getiriyordu, biz de çocuk iken getiriyorduk, öyle basit bir hayat... Mesela bu gün, Türkiye’de Anadolu’da, İstanbul’da başka yerlerde talebeler vardır, fakat vakıfları var, cemiyetleri vardır. Bir nizam, bir intizam vardır, medreseleri genişçedir, böyle bir tayın meselesi yoktur. İlim için böyle yapılıyordu, ama yokluk içerisinde bir hayattı bizimki. Ne yapıyordu? Talebe evlere gidiyordu, kendisine bir miktar yemek veriyorlardı, öyle bir sıkıntılı hayat… Tasavvur ediniz ki o kadar küçük bir yerde insanlar birlikte oturup kalkıyorlar, zor bir hayat ama ilim içinde bir cihette başkaca bir çare olmadığı için, güzel oluyordu, katlanıyorduk. Norşinde bir miktar bulundum. O Norşindeki usul, yemek kimden geliyordu. Muhterem Şeyh’ten geliyordu; fakat her gün mehir, mehir mehir… “Jı arza salahi hatta bi cezir” diye şakalaşıyorduk. Her gün mehir. Mehir nedir biliyorsunuz? Lebeniye,

Yani ayran aşı diye bir yemek. Çorba daha doğrusu.

Her gün o çorba idi. Ancak perşembe günleri bulgur pilavı yapılıyordu, o da en lüks bir yiyecekti yani.

Şeyhin çocukları benden ders aldıkları için, mesela “Halil meakıt” okunuyordu, Şerhil Muğni’yi okuyorlardı, Muhyeddin Mutlu ki sonra milletvekili oldu. Onlar bana evden bazı özel yemek getiriyorlardı. Nasıl diyeyim, sıkıntılı bir hayatımız vardı. Norşine giderken ta oraya kadar yaya giderdik. Ondan sonra da ta Suriyeye kadar yaya gider gelirdik. Tabi onlara bir diyeceğimiz yok. Hatta bu hayatı pek anlatmak istemedim. Yani doğuya yakışmayan bir durum olduğu için… Bir odada yatıyorlar, bir odada yemek yiyorlar, ders okuyorlar… İyi bir şey değil, öyle bir hayat.

İmkanlar öyle miydi o zaman?

Evet öyleydi. Ondan sonra böylece okuduk, bu arada ne diyeyim ben şahsen talebe iken hiç kimsenin zekatını istemedim. Ramazanlarda köylere gitmezdim. Çok talebeler ramazan ayında köylere gidip imamet vazifesini yapıyorlardı. Bir şeyler topluyorlardı, fitre–zekat gibi… Ben böyle şeyler yapmadım. İhtiyaç halinde iken de yapmadım. Böylece talebelik hayatım geçti. Giderken gelirken  hatta hiç unutmam ben daha 11 yaşında iken babam bana ayakkabı aldı, potin aldı bana. İlk defa aldım giydim Amude’ye gidiyorum, eskiden çarık vardı çarık giymedim, benim çarığımda yoktu,  gittim, Amude’ye varmadan evvel yeni ayakkabım parçalandı, ondan sonra Amude’ye ne ile gittim? Yalınayak gittim.

Ben bunu kitapta okudum ve ağladım. Bu olay beni ağlattı...

Ondan sonra oraya gittikten sonra, benim bir miktar param vardı, babam bana vermişti. Benim teyzem oğlu hani ki orada ilk dersimi de ondan okudum. Bana bir yelek aldı, 25 kuruşa… O zaman ucuzluktu da. Eski yelekler ve bir cekette bana bir liraya satın aldı. Böyle bir takım şeyler aldı bana. Fakat ayakkabı alacak param kalmadı. Babamın da imkanı yoktu. Takunyayla idare ettim. Medrese burda camiye yakındı. Bir yere de gitmiyordum ayakkabı ile. Bazen çarşıya gitmem icap ederse o takunyayla gidiyordum. Sonra ne ise babama haber gönderdim ki benim ayakkabım yok, bana bir miktar para gönderdi, yeni bir ayakkabı aldım giydim. Bilahare kuyunun başına gittim, su çekmeye gittim, Ayakkabımın bir teki kuyuya düşmesin mi? Tekrar ayakkabısız kaldım. Böyle şeyler yaşadık. Böyle bir talebelik hayatımız oldu.

Sonra evlendiniz?

Tabi daha sonraları, okuduktan sonra evlendik. Daha evlenmeden önce Mardin Ömerli İlçesi’ne bağlı Hazne isimli köyde imamlık yaptım. Bir kaç talebem vardı. Eski usule göre ders verdim.

Hazne nereye bağlı?

Ömerliye bağlı, Benim babamın köyüne yakındı, Babamda imamdı. Orada on ay kadar kaldım, talebelere ders veriyordum. “Mala Bave Kal” isimli bir ailenin köyüydü, meşhur bir aileydi, orada iken evlendim. Sonra baktımki köyde durum ders vermeye müsait değildir. O zaman Kızıltepe’ye nakli hane yaptım. Kızıltepe’ye bağlı bir köye yerleştim.

Kızıltepe’ye geldiniz?

Evet Kızıltepe’yle köyün arasındaki mesafe takriben dört kilometreydi, köyün geniş arazisi vardı ve bir tek sahibi vardı.

Köyün adı neydi?

Kıleybin idi. Orada bir medrese bina edildi, bir ev de bizim için yapıldı. Ondan sonra oraya yerleştik. Sekiz sene orada kaldım. Fakat bu arada iki sene askerlik de yaptım. Yani fiilen altı sene orada kalmış oldum. 1952’de oraya gittim, 1960’ın başında Müftülük imtihanını kazandım ve o köyden ayrıldım. Ama köy beni bekliyordu, orada talebelerimiz vardı, 20 civarında talebemiz vardı. Yine Medresemiz bir tek oda idi, imkanlar böyleydi. Başka imkanlarımız yoktu. Öylece tedrisat yaptık, Yani o altı senede çok talebelere ders verdik. Bir çok talebe yetişti. Bereketli bir zamandı. Orada kaldık. O zaman ben alet ilimleri (Sarf - Nahiv) sabahtan öğleye kadar ders veriyordum. Tabi küçük çocuklara ben ders vermiyordum. “Molla Cami” ve cami üzerindeki kitapları okuyanlara talip diyoruz, onlar küçük çocuklara ders veriyorlar, diğerlerine ben ders veriyordum. Sabahtan öğleye kadar o dersi okutuyordum. Öğle ile ikindi namazı arasında da fıkıh, hadis ve tefsir dersini veriyordum. İkindiden sonra çeşitli kitapları; birisi Risale-i Hamidiye, yani bazı güzel bilgiler var içerisinde, o kitabı okutuyordum. Bir de Husunul Hamidiye vardı, onu okutuyordum. Ayrıca arapça tarih ve coğrafyayı ikindiden sonra ders veriyordum. Sekiz senelik hayatım böyle geçti. O talebelerimin bir çokları, sonradan ilk orta lise ve fakülteyi bitirdiler ve müftü, vaiz, akademisyen oldular.

İlk gittiğiniz zaman daha genç iken bu köyde yaşlı bir adam sizden biraz ders almış. Elifba dersi… Bir kaç gün sonra siz onu düşünürken görmüşsünüz. Başını iki elinin arasına koymuş düşünüyormuş, sizde ne düşünüyorsunuz sofi demişsiniz, o da biz alimlerin sonu ne olacak onu düşünüyorum demiş böyle bir hadiseyi hatırlıyor musunuz?

halil_gonenc_iraz1.jpgBöyle bir olay var, fakat o şahıs benden ders almıyordu, yani az bir şey almıştı, az bir şeyler okuduğu ve cahil olduğu halde diyordu ki, “biz alimler ne olacağız.” Böyle bir hadise hatırlıyorum.

 

 

Ben Müftü olmak istemiyordum. Daha evvel Müftülük imtihanına girmiş ve kazanmıştım; ama ben Medrese’de tedrisata devam etmek istiyordum. Medresede az da olsa ayrılık gayrılık yapıyorlardı. Yapan şahıslar vardı. İkilik meydana geldi. Huzursuz oldum. Ondan sonra kalktım Müftülüğe müracaat ettim. Ve müftü oldum.

Hayatınızı anlatan kitapta nasıl müftü olduğunuza dair bilgiler tamamen var. Nasıl çağrıldınız falan. Şimdi odanızdaki kütüphaneye bakıyorum, Binlerle kitap var.Bu kitaplar bizim okuyucularımız bilsin böyle küçük bir kütüphane değil. Her bir kitap Risale-i Nur külliyatından Sözler mecmuası kalınlığında öylece binlerce kitap var şu anda burada.Bu kadar kitap okudunuz?

Evet okudum.

Bu günkü manada bir eğitim görmemişsiniz? Milli Eğitim Camiasını kast ediyorum?

Sadece ilkokul diplomasını dışarıdan sonradan aldım.

Şimdi Türkiye Müftüsü olarak anılıyorsunuz. Bu tanımlama Türkiye halkının çok alışık olmadığı bir tarif, Osmanlı döneminin Şeyhül İslamı kavramını karşılıyor mu?

 

 

 

 

 

Efendim o isimlendirmenin esas sebebi şudur. Ben 1976 senesinin başında kurulan Haseki Eğitim Merkezinde otuz üç sene ders  verdim, şimdi 36 seneyi geçti. Hem Hanefi Hem Şafii fıkhı üzerine ders veriyorduk, aynı zamanda dört mezhep üzerine fıkhi mukaren kitabıyla Bidayet el müçtehidin bir kısmını ders veriyorduk yani dört mezhebi öğretmeye gayret ettik, Bir çok kimse hatta dışarıdan bile  bana sualler soruyorlar, Mesela şimdi bu zat Bitlis’ten telefon etti,(röportaja ara verdiğimiz anda Bitlis’ten arayıp fetva istediler) iki üç gün oldu, Azerbaycan’dan telefon ettiler, Özbekistan’dan, Suriye’den muhtelif yerlerden zaman zaman beni arıyorlar, Avrupa’dan arıyorlar ve bu sık sık devam ediyor.

 

 

 

 

 

Böyle şeyler olduğu için, Türkiye müftüsü diyorlar her taraftan sorular geldiği için her halde. Bir cihette muhtelif yerlerde benim talebelerim müftülük ve vaizlik yapıyorlar onlar da bana soru soruyorlar. Bir cihetten birçok vatandaş ismimi öğrenmiş soruyor. Yani muhtelif yerlere fetva verdiğim için, Türkiye müftüsü olarak bahsediyorlar. Tabi şeyhül İslamlık değil şeyhül İslam resmi bir makamdır, Osmanlı zamanında bir müessese idi. Sultan tarafından o makama uygun kimseler atanırdı. Benim ki öyle değil, sadece vatandaş soru soruyor bizde fisebilillah Allah rızası için cevap veriyoruz. Peygamberimizin de Hadisidir. Men keteme hadisen an ehlihi ulcime yevmel kiyameti bi licamin min nar. “Bir kimse ehline sual soruyor, eğer o sualin cevabını vermezse ketmederse ağzını gemlediği için, kıyamet gününde ateşten bir gem ağzına vurulacaktır.” diyor. Yani böyle o cihetten bir mesuliyetimiz var, mutlaka, Müslümanlara, vatandaşlara karşılıksız bildiğimizi aktarıyoruz. vazifemizdir bu. Etmesek mesulüz. O cihetten böyle bir durumumuz vardır.

 

 

 

 

 

Geriye dönüp baktığınız zaman ne hissediyorsunuz? Geçmişteki sıkıntılar ve bu günkü durum karşısında.

 

 

 

 

 

Efendim esasen İmam-ı Gazali’nin güzel bir sözü vardır. Diyor ki bir talebe Hoca efendiden ders alıp öğrenirse, talebenin vazifesi nedir, Hocasına dua edip diyecek ki Ya Rabbi bu benim hocamı affeyle. Allahım sen ondan razı ol. Çünkü beni cehaletten kurtardı ruhumu kalbimi ilimle besledi o cihetten hocasına dua etmek talebenin vazifesidir. Ben hakikaten de aynen “Allahümmeğfirli ve livalideyye ve ashabil hukuki âleyye veliesatizeti” her namazın arkasında veliesatizeti özellikle Suriye’deki hocama her namazın akabinde dua ediyorum. Hocanın da vazifesi nedir? Hocanın da vazifesi talebeye dua etmektir. Diyecek ki Ya Rab bu benim talebemden razı ol. Onun günahını affeyle ya Rabbi. Benim bu talebem olmasaydı, ben sevap kazanamayacaktım. Ders veremeyecektim. Fakat onun sayesinde ben sevap kazandım. Bir cihetten de onun sayesinde ilim melekesi bende hasıl oldu. O olmasaydı ben tekrar edemeyecektim. Ben o talebelerimin sayesinde ilimlerimde karar kıldım. diyecek kendisine.Onun için biz diyoruz ki Cenab-ı Hak ikram etti, bizim için bir nimetti bazen zaman zaman diyorum ki, eskiden ne idik, eskiden bir köyde oturuyorduk, tek odada oturuyorduk, elektrik yok, gaz yok, su yok, telefon yok, şu yoktu bu yoktu. Hatta kitap da yoktu. Benim Hocam alim bir zattı ama köyde böyle kitapları yoktu. İmkanlar yoktu o zaman. Matbu kitaplar pek yoktu. Mesela bakınız şu Riyazüttalibinin ismini biliyorduk, bizim zamanımızda bu kitap yoktu. İmamı Gazalinin El Vasıt’ı yoktu. Mesela “Aziz” isimli İmam-ı Rafı’inin bu kitab yoktu. İmamı Nevevinin mecmu’ kitabı yoktu. İmamı Hanefini, yani Hanefi mezhebinin şu kitapları yoktu. Yani eskiden bu kitaplar yoktu. Hocalarımız bunları bulamıyorlardı. Şimdi mevla bize her şeyi ikram etti. Bizim için kitap ikram etti. Ev ikram etti. Gazımız var, elektriğimiz var, suyumuz var her şeyimiz var. Cenab-ı Hak o kadar büyük nimetler bize ikram etmiştir ki bu nimetlerin şükrünü eda edebilmemiz mümkün değil. Onun için Allah isterse verir. Bu Allah vergisidir, veriyor. Allah bizlerden kabul etsin inşallah.

 

 

 

 

 

İnsanlar, dört mezhep hususunda eskiye nazaran galiba biraz daha esnektirler. Şimdi bunun sebebi ne olabilir? Bu esneklik nedendir. Acaba lakaytlık mıdır yoksa taassubu terk midir?

 

 

 

 

 

Efendim dört mezhep meselesi, tabi mezhep din değildir. Esasında Kur’an-ı Kerim, bir meselenin hükmünü belirtmiş ise ona göre hareket etmemiz gerekir. Eğer Kur’an-ı Kerimde hükmü yok ise Peygamberin (ASM) hadisine müracaat etmemiz ve ona göre hareket etmemiz gerekir. Olmazsa İcmai ümmete bakıyoruz, Var mıdır yok mudur? İcmaa göre yok ise o zaman içtihat edilir. Hz.peygamber (ASM), Muaz Bin Cebeli Yemen’e kadı olarak gönderiyor, gönderirken Muaz İbni Cebele diyor ki, Ya Muaz sen oraya gideceksin, bir çok sualler sana intikal edecektir. Ne yapacaksın? O da diyor ki Ya Resulallah, önce ben Kur’an’a müracaat edeceğim; meselenin hükmünü bulursam tamam, bulamazsam Peygamberin hadisine müracaat edeceğim, orada da bulamazsam ben o zaman içtihat ederim diyor. Yani Kur’an ve Sünnetin ışığında o meselenin hükmünü veririm, eğer bulamazsam o zaman içtihat ederim. O zaman Hz. Peygamber şöyle buyurdu “Elhamdülillah ellezi veffaka rasula rasulihi lima yurdillahe ve rasulahu.” Allah’a hamdolsun ki bu peygamberin elçisine muvaffakiyet vermiştir. Hem Allah’ı, hem Peygamberi memnun etmiştir. Bunun için içtihat İmamları Şafii, Hanefi, Hanbeli, Maliki, bunlar hak mezheplerdir diyoruz. Ama bazılarının da hataları vardır. Mesela İmamı Şafii Bağdat’tayken, ki orada iki sene kaldı ve oradan kavli Kadimini yazdı. Yani, bir çok içtihatlarda bulundu, sonra Mısır’a döndükten sonra tekrar onları gözden geçirdi, eskiden verdiği fetvaların bir kısmından vazgeçiyor. Kavli cedidi yazdı. Yani bizzat ne yaptı, kendi eski fetvalarının bir kısmından dönmüş oldu.

 

 

 

 

 

Kendini düzeltti.

 

 

 

 

 

Düzeltti. Evet. İmam-ı Azamda yine aynı şekilde. Hatta bir meselede üç görüş beyan ediyor. Bunun için müçtehit, hata edebilir. Peygamberin hadisi şöyledir. “El müçtehidü in esabe fe lehu ecrani, isabet ederse iki mükafatı var, ve iza ahtaa felehu ecrun vahidün hata ederse bir ecri var”. Bu itibarla Mezhep bir müçtehidin fetvasıdır, bir din değildir. Mesela biri gelir sana bir sual soruyor, cevabını veriyorsun, bana da gelebiliyor, ben de cevabını veririm. Ben de hata edebilirim, sen de hata edebilirsin. Bu itibarla bire bir doğrudur diyemeyiz. Bir insan eğer alim ise, mümeyyiz ise anlayacak bir durumda ise Kur’an ve sünnetten ahkam istinbat edecek bir durumda olursa o zaman zaten bir mezhebe bağlanmak şart değildir.

 

 

 

 

 

Bediüzzaman Hz.leri, ameliniz bir mezhebe uygun olsun diyor.*

 

 

 

 

 

Evet bir mezhep yeter yani.

 

 

 

 

 

Bunu nasıl anlayacağız?

 

 

 

 

 

Zaten İbni Abidin de diyor ki “Velev sella yevmen ala mezhebin ve salla yevmen ahara ala ğayrihi la yumnau minhu.” Bu gün hanefiye göre namaz kıldın, yarın şafiiye göre namaz kılabilirsin. Mesela Hanefi namazda imam arkasında Fatiha okumuyor, Şafii okuyor, okumazsa namazı olmuyor. Hanefi abdest alırken başının dörtte birini mesh ediyor, Şafii az da olsa mesh edebilir, yani hülasa yapılan amel bir mezhebe uygun oluyorsa olabilir. Mümeyyiz ise bildiğine göre hareket edecektir. değilse, bir mezhebe tabi olacaktır.

 

 

 

 

 

Fetva için günde kaç kişi arıyor?

 

 

 

 

 

Tabi zamana göre bazen 30 kişi, bazen kırk, elli, yüz arayan sual soran kişiler oluyor. Yani mesela biraz evvel Zeynel Abidin isminde bir hoca aradı, birçok meseleleri vardı, bir kitabı (Abdalvahhab Hallaf) isimli kitabından üç sahifesini telefonla bana izah ettirdi. Bir misal diyorum. Trabzon’dan bir zat usulül fıkıh dersi veriyor, sık sık telefon açıyor, talebelere ders verecek ya benden sual ediyor, sonra derse giriyor. Böyle şeyler oluyor. Bir çok yerden böyle oluyor. Bu 20 sual de oluyor, 30-40 da oluyor, 50 100 de oluyor.

 

 

 

 

 

Genel olarak nasıl suallerle karşılaşıyorsunuz?

 

 

 

 

 

En fazla soru boşanma ile ilgili suallerdir. Ufak bir şeyden dolayı hanımını boşuyor. Bu bir felakettir yani. Kızıyorum. İlle fetva da istiyor. Mesela bu gün Şiilere göre bid’i talak mademki bidad’tır vaki değildir. Ben tabi o üç talak ile “enti talikun” üç defa dese talak vaki değildir. Şiilere göre bu bidat’tır, bidat olduğu için boşanma olmuyor, diğer mezheplere göre Mesela Hanefiye göre bidad’tır, haramdır ama düşüyor. Mesela bazı şeyler vardır ki İbni teymiye, Tavus gibi zevatlarda İbni Teymiye Hanbelidir. Fakat o üç talak ile seni boşadım def’aten söylerse bir talak gidiyor diyor, Yine İbn’i Teymiye o fetvayı veriyor. Ama ben İbn’i Teymiye’ye göre fetva vermeye mecbur değilim, yani vatandaş hanımını boşayacak ben de vebale gireceğim, dört mezhep kabul etmediği için Cumhur kabul etmediği için ben o fetvayı veremem ama böyle fetvalar da vardır.

 

 

 

 

 

Cevaplamaktan hiç hoşlanmadığınız bir konu var mı?

 

 

 

 

 

Efendim devletle ilgili bir takım şeyler vardır ki ben cevap vermek istemiyorum. Mesela vatandaş soruyor diyor ki ben vergimi kaçırıyorum zaten bazı vatandaşlar aleyhindedir, elektrik parasını vermiyor. Bu devlet kâfirdir diyor, böyle şeyler oluyor, Hâlbuki hanefiye göre kâfir bir memlekete gitsen de oranın mevcut kanunlarına göre hareket etmeye mecburdur. Ancak İslam’a ters düşen namaz kılmayacaksın, oruç tutmayacaksın, hacca gitmeyeceksin, zekat vermeyeceksin dese ayrı; buna uymayacaksın, içki iç dese içmeyeceksin, ama İslam’a ters olmayan hükümler varsa, gavur bir memlekette de olsan ne yapacaksın? Onların nizamına göre hareket etmeye mecbursun, düzenine uyacaksın, müslümanlar hilekardır, düzenbazdır demesinler diye yapmayacaksın. Burada da vergisini kaçırmak isteyenler var, kardeşim eğer sen devlete vergi vermezsen bu gün elektrik olmayacaktı, gaz olmayacaktı, yol olmayacaktı, uçak olmayacaktı, silah olmayacaktı, o zaman başka bir devlet bizi istila edecekti. Devlete verilen vergi başbakanın, reisi cumhurun, hükümetin malı değildir, bu müşterek bir maldır. Milletin malıdır. Memleket için Millet için harcıyorlar, ki hile yapanlar var, rüşvet verenler alanlar var, o ayrı bir şeydir ama bu hizmetler Millet için yapılıyor, onun için vergi vermeye mecburuz.

 

 

 

 

 

Fetva vermekte zorlandığınız konu oluyor mu?

 

 

 

 

 

Evet ancak şu vardır zor bir soru bana sorulursa, İslama göre verilir diyorum. Yani ters düşmemek için diyorum. Mesela Bankalarla ilgili sorular sorulunca cevap vermek istemiyorum. Çünkü onlara karşı hoş olmayan şeyler olabilir. Bu bir misaldir.

 

 

 

 

 

Finans Kurumlarının işleyişlerini incelediniz mi?

 

 

 

 

 

Efendim ben oralarda 13-14 sene müşavirlik yaptım, hata olduğu zaman ikaz ediyordum. Bunları yapacaksınız diyordum ve ekseriyetle benim sözüme göre hareket ediyorlardı, Fakat ben şimdi içinde değilim, Birçok şeyler var ki, istediğim gibi alışveriş olmuyor.

 

 

 

 

 

Sizi rahatsız eden şeyler var yani?

 

 

 

 

 

Evet ben muzdaribim. İslama göre alış veriş olmalı. Mesela altın ticaretini yapıyorlar, onlarda altın yok. Altın ortada olmadan alıp satıyorlar, halbuki teslim ve tesellüm olması lazımdır. Yani kâğıt üzerinde muamele yürütülüyor, hatta bu günkü para altın ve gümüş hükmündedir, zira “hükmündedir” demezsen o zaman zekâta tabi olmayacak. Mesela senin bu gün 1 ton, inci’n varsa 1 ton zümrütün varsa zekâtı yok, demirin de zekâtı yok, sadece altın ve gümüşün zekâtı var.

 

 

 

 

 

Yani demirin zekâtı yok mudur hocam?

 

 

 

 

 

Ticaretini yaparsan ayrı, ticaret yaparsan toprağın da zekâtı vardır. Toprak, taş ticaretini yapıyorsan, kum ticaretini yapıyorsan bunların zekâtı vardır. Ticarettir ama senin evinde 1 ton incin olsa zekâtı yoktur. Şimdi bu günkü para altın değildir, gümüş de değildir, ama devlet ne yapıyor, itibari para olarak kabul ediyor, bir hakiki para var, bir de itibari para var, elimizdeki para yani, itibari para da olsa zekata tabidir diyoruz çünkü neden? asıl paranın vazifesini görüyor. Yoksa o zaman ne zekata, ne de faize tabii olmaz. O zaman bankalar niye haram olsun diye konuşuluyor. Bu gün beynel milel bütün İslam alemindeki paralar altın ve gümüş hükmünde olduğu için Zekata tabidir, aynı zamanda da faiz orada caridir. Bu günkü bankalar ne yapıyor, yani Bankaların nemaları sadece faizden meydana geliyor.

 

 

 

 

 

Yani oradaki mahsul İslama göre gayrı meşrudur. Bir banka müdürü imkânını kullanarak sana para verirse o parayı alırsın ama yiyemezsin; fakirlere verirsin, camilere verirsin. İmam Hatip Okuluna verirsin, yola verirsin, hizmete verirsin, Mademki sahipsizdir. Nasıl ki bir yitik bulunsa Hanefiye göre ne yapılır; bir şey buldun, sahibini bulamadığın takdirde fakirlere vermeye mecbursun, bu da aynı şekildedir. Mesela promosyon denen bir şey vardır. Vatandaş parasını hangi bankaya verirse onlara promosyon veriyorlar, yine onu alacaksın ama fakirlere vereceksin. Yiyemezsin çünkü o para faizdir. “Elmalul habis sebiluhu ettasadduk” devletten gelse ayrı.

 

 

 

 

 

Finans kurumlarından gelse yine aynı mı?

 

 

 

 

 

Finans kurumları İslama göre hareket ederlerse haram değildir. Etmezse o da haramdır.

 

 

(Devam edecek)

HABERE YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.