Âsım’ın nesli diyordum ya

Âsım’ın Nesli.

Mehmed Akif’in nazarında memleketi kurtaracak yegâne güç budur. Vatanı dışardan kuşatan ve milleti içeriden karıştıran bütün düşmanlara karşı her sahada mücadele ederek memleketi kurtaracak inanca ve güce sahiptir. Onun için de hemen iki koldan faaliyete başlamıştır.

Bir yandan ordu, Âkif’in “Yalnayak Kafkas’ı tutmuş, baş açık Sînâ’yı” mısraı ile dile getirdiği zorluklara ve zaruretlere rağmen dış düşmanlara karşı üç kıt’ada ve sayısız cephede “yedi düvele” göğüs germiştir.

Ordu onca yokluğa, çaresizliğe, sıkıntıya rağmen, imanından aldığı güçle Rus’u, İngiliz’i, İtalyan’ı, Fransız’ı ve daha bin türlü insafsızı durdururken, onun kazandığı zaferlerle alay etmek isteyen ekalliyete cevabı da yine Şair vermiştir:

“Yapılır zannediyorsan, bakalım sen de soyun,
Kıt’a kapmak, köşe kapmak değil artık bu oyun.”

Asım’ın Nesli ile milleti bütünleştirirken sadece orduyu esas almayan Şair, ekalliyet addedilen farklı din ve milliyete mensup insanlara varıncaya kadar kendini bu memleketin evlâdı sayan herkesi o neslin mensubu olarak kabul etmiştir.

Onun için din kardeşi olmasa bile vatandaşı sayıldığı azınlıkları koruyup kollamayı da dînî ve millî bir vazife sayarken onların da kendilerini milletin bir ferdi olarak görmeleri gerektiğini ifade etmiştir.

Ne var ki bu neslin sivil kolu yani gençlik yaşayan millî felâketlerin elemini çekmektedir. Fakat dünyada hiçbir elem, gücünü Allah’a imandan alan Âsım’ın Neslini yıldıracak kadar tesirli değildir.

Ordunun vatanı, milleti ve dini için sınır boylarında dünyanın en geniş ve kanlı hududunu korumak adına gösterdiği kahramanlıkları, gerektiği takdirde gençlik de, içerde göstermeye kararlıdır.

Âsım’ın Nesli, milleti saran her derdi dindirmeye ve insanlara zehir saçan her mikrop yuvasını kurutmaya âdeta yemin etmiştir. Onun için, milletin derdi ile dertlenmeyen his ve hamiyetten mahrum buğulu beyinlerin dolduğu meyhaneleri basma hadisesini de şiirlerinde işlemiştir.

“Herkes aç bekleşiyor kaldırımın sırtında,
Siz gidin, perdelerin hepsini kaldırın da,
Alenî işret edin âleme göstermek için!
Hani aldırmasalar bari, ‘Def ol git’ dediler…
Dedim: ‘Artık kime aitse def olmak, o gider;
Kollarından tutarak hepsini attım bir bir”

Parçada da görüldüğü gibi Âsım, meyhanedeki saygısız ayyaşların hepsini dışarı atmış, kumarhâneleri basıp kumarbazları tehdit ederek bidonlardaki gazları karanlıkta kıvranan halka dağıtmıştır.

Çünkü Anadolu’da Yunanlıların, Paşaeli’nde Bulgarların, Trablusgarp’ta İtalyanların, Sina’da İngilizlerin yaptıkları katliâmlar ve şen’î tecavüzler bile bu milletin vicdanını o şehit ecdadın kanı ile korunan Beyoğlu’nun çılgınlıkları kadar yaralamamıştır.

Âkif’in muhayyel kahramanı olan Âsım’ın bu hissiz, heyecansız ve hayâsız güruhu sözle ikna edemeyince kuvvete baş vurması ve onları zorla hizaya getirmek istemesi, zamanın şartları içinde, haklı sebepleri çok olan bir harekettir.

“Ağlamak çok kişinin zevki değilmiş, lâkin,
Gülmemek herkes için, zannederim, pek mümkin.”

Zaten Âsım’ın Nesli de bu şuursuz güruhun ağlamasını beklememekte ve hiç olmazsa mümkün olanı istemektedir. Fakat Âkif, gelecek zamanın şartlarını da düşünerek bu haklı, heyecanlı, fakat taşkın hisleri teskin edip onlara edebî bir yön verme ihtiyacını hissetmiştir.

Zamanın şartları, yeni bir inkılâbı gerektirmektedir. Lâkin her aklı esenin yapmak istediği yeniliğe uymak, milleti birleştirmek yerine daha da parçalayacaktır. Bunu bilen Âkif, ideallerini tahakkuk ettirmelerini beklediği Âsım’ın Nesline bu hususta da yol göstermiştir.

Onları, hemen harekete geçmek isteyen acelecilerin aksine, uzun zaman içinde tahakkuk edecek de olsa daha temkinli, sağlam ve iradeli inkılâplar yapmanın lüzumuna inandırmak istemiştir.

“Gidelim bir yere, hattâ şu bizim Sudân’a
Yeni bir medrese te’sis edelim Urbân’a
İnkılâb istiyorum ben de fakat Abduh gibi.
Yoksa, ellerde kör âlet efeler tertîbi,
Bâbıâlî’leri basmak, adam asmakla değil,”

Bu mısralarda, öyle bir inkılâbı yapmaya çalışan Muhammed Abduh ve arkadaşlarını örnek göstermiştir. Onun Abduh ve arkadaşlarını tasvip etmesi; Bediüzzaman Said Nursî’nin “Sultan Selim’e biat etmişim. Onun ittihad-ı İslâmdaki fikrini kabul etmişim. Zira, o, vilâyat-ı şarkiyeyi îkaz etti. Onlar da ona biat ettiler. Şimdiki Şarklılar, o zamanki Şarklılardır. Bu meselede seleflerim, Şeyh Cemaleddîn-i Efgânî, allâmelerden Mısır Müftüsü merhum Muhammed Abduh, müfrid âlimlerden Ali Suâvi, Hoca Tahsin ve ittihad-ı İslâmı hedef tutan Namık Kemal ve Sultan Selim’dir” şeklinde de ifade ettiği gibi esas olarak, İslâm birliği hususundaki samimî gayretlerine dayanıyor olmalıdır.

Mehmed Âkif bu şekilde olgun ve sağlam fikirlerle yeni neslin heyecanını teskin etmeye çalışmıştır. Çünkü genellikle, heyecanla yapılan işler hüsranla bitmektedir. Zaten, zamanın darbeleri ile beyni ve benliği zedelenmiş olan milleti, bir anda intibaha getirmek mümkün değildir.

Ona göre inkılâbın tedricen ama temelden yapılanı makbuldür. Memleket ancak böyle intizamlı ve insicamlı bir çalışma ile kurtulabilir. O da ancak mârifet ve fazilet sahibi insanlar sayesinde olabilir.

Mârifet de, fazilet de sebebi ve neticesi insana bakan iki değerdir. Mârifet, bir insanın herhangi bir şeyi bilmesi ve bildiklerine san’at kabiliyeti, ustalığı ve hünerlerini de ekleyerek elde ettiği neticedir. Faziletse insanın meziyetleri, ilmi, irfanı ve imanı ile ulaştığı yüksek bir mertebedir.

Yani, mârifet insanın eseri, fazilet değeridir. Bir insan ancak bu iki değerin yapısında bulunması ile mükemmel bir şahsiyete sahip olabilir. Âkif’in de işaret ettiği gibi milletler de bünyelerinde böyle insanları barındırabildikleri ölçüde büyük millet olurlar.

Yalnız mârifetle, yani ilim, bilgi ve çalışma ile bazı imkânlar elde etmek veya sadece fazilet, iyilik, doğruluk ve irfan sahibi olmak bir milleti refaha, mutluluğa, huzura götürmeye yetmez. Milletlerin refahı için bu iki değerin de bulunması ve birbirini takviye edip koruması gerekmektedir.

“Mârifet kudreti olmazsa bir ümmette eğer,
Tek faziletle teâlî edemez, za’fa düşer.”

Âkif’in deyişiyle mârifetsiz fazilet milletleri terakkî ettirmeyip zayıflatacağı gibi, fazilet hislerinden mahrum olarak ulaşılmış bir mârifet de insanlık için büyük tehlikeler ve felâketler getirir.

Nitekim faziletin kontrolünden çıkan Batının mârifeti taunlardan daha rezil bir felâket olmuştur. Meselâ Japonya Amerika’nın Hiroşima’ya attığı atom bombasının acılarını hâlâ yaşarken, Osmanlı, devamlı tazyike mukavemet edemeyip yıkılmıştır.

Çünkü, mârifet ve fazilet sahibi iken, dünyaya hükmedip adalet ve medeniyet saçan Osmanlı, yavaş yavaş mârifetini kaybetmiş, fazilet de tek başına devleti ve milleti korumaya yetmemiştir.

Tarihte yaşanan acı tecrübelerin ışığında görülen hakikati, fikrî müşahedeleri ve dinî telkinleriyle takviye eden Âkif, memleketi düştüğü dertlerden kurtaracak tek hamiyet ve cesaret kaynağı olarak gördüğü o Neslin yapacağı tedavinin tesirli olabilmesi için, teşhisinin sağlam olması gerektiğini ifade etmiştir.

Asım’ın Neslinin, alevleriyle her şeyi saran ve her değeri tarumar eden o müthiş yangının içinden milletin kavrulan imanının kurtarılmasını isterken, alması gereken tedbirleri hatırlatmayı da ihmal etmemiştir.

Zira millet, imanın inşirahına bir sefer kavuştu mu, mazide yaşadığı imanlı dirilişlerin birini daha gerçekleştirecek ve faziletini tekrar dünyaya fark ettirecektir. Fakat bu sefer onu Avrupa’nın mârifeti ile takviye etmesi gerekmektedir.

“Sade Garbın yalnız ilmine dönsün yüzünüz,
Aynı menbâları ihyâ için artık burada,
Kafanız işlesin, oğlum, kanal olsun arada”

Âkif bunları söylerken, eksiği hissedilen mârifetin nerede bulunduğunu, oradan niçin, nasıl ve hangi usullerle alınması gerektiğini en ince teferruatına varıncaya kadar izah etmiştir.

Esasen bu dert, sadece Âkif’in hissettiği bir dert değildir. Çöküşün ilk fark edildiği zamandan beri devlet tarafından da, millet tarafından da bilinmekte, hatta an be an yaşanmaktadır.

Bu gerçek, teşhissiz tedavi gayretiyle ilân edilen Tanzimat Fermanında, devletin kurtulması ve tekrar eski gücüne kavuşması ancak Kur’ân’ın hükümlerine uymak ve gaflet hâllerinden uyanmak olarak gösterildiği halde, şaşkınlığı ile müştehir Tanzimat aydınları, terakkîyi Kur’ân’dan uzaklaşıp, fazileti de marifeti de Avrupa’da aramakla sağlayacaklarını zannetmişler ve çöküşü hızlandırmışlardır.

Cumhuriyet idarecilerinin de Kur’ân’dan tamamen uzaklaşıp her şeyi Avrupa’dan bekleyerek aynı hataya düştüklerini gören Mehmed Âkif ve diğer İslâm mütefekkirleri, milletin tek ümidi haline gelen Âsım’ın Neslinin de o girdaba girmesine mani olmak için nazarlarını İslâm’a ve Kur’ân’a çekmeye çalışmışlardır.

“Elde Kur’ân gibi bir mû’cize-i bâki varken,
Başka bürhan aramak aklıma zâid görünür.
Elde Kur’ân gibi bir bürhan-ı hakikat varken,
Münkirleri ilzam için gönlüme sıklet mi gelir!”

Bediüzzaman Said Nursî’nin, Kur’ân’ın i'câzını nazara vererek gönlünün güzelliğini terennüm eden bu gür haykırışına, Mehmed Âkif o mânâyı teyit eden bir başka beyitle mukabele etmiştir:

“Doğrudan doğruya Kur’ân’dan alıp ilhâmı,
Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâmı.”

Bediüzzaman da, Âkif de bu gibi müessir ifadeleri ile asrı ve insanlığı kurtaracak yegâne kaynağın Kur’ân olduğunu, insanlığın ebedî helâketten kurtulmak için İslâm’a sarılması gerektiğini ifade etmişlerdir.
Çünkü, “Allah indinde tek din İslâm’dır.”

Yeni Asya

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.