Arap prense Risale-i Nur ulaştırma macerası

Arap prense Risale-i Nur ulaştırma macerası

Hattat Muhsin Demirel Arabistan Kralının yeğeni Prens Abdülaziz Bin Malik’e Risale-i Nur’u nasıl ulaştırdığını Risale Haber’e anlattı

Röportaj: Nurettin Huyut-Risale Haber

 

Hattat Muhsin Demirel, Arabistan’da düzenlenen hattatlıkla ilgili bir sempozyuma katıldı. Sempozyum hakkına bilgi veren Demirel, Arabistan Kralının yeğeni Prens Abdülaziz Bin Malik’e Risale-i Nur’u nasıl ulaştırdığını Risale Haber’e anlattı.

 

Umre’ye geçen yıl da gitmiştiniz iki yıl üst üste gidişinizin nedenini anlatır mısınız?

 

Geçen yıl yeğenle beraber altı kişi umreye gitmeye niyetlendik. Yeğen, hemşire enişte, gitmişler sormuşlar. Ama kontenjan kapanmış demişler. Geri dönüyorlarken o esnada bir telefon geliyor. 8 kişilik bir gurubun mazereti çıkmış. Gitmekten vazgeçmişler. “Tamam” demiş adam öyleyse 6 kişilik yeri size verelim. Biz böylece Nisanın son haftası 20'sinde umreye gittik 15 günlüğüne. Mekke'de otelde kalıyoruz. Ravza’nın kıble istikametinde otel, otelin karşısı yol, sonra boydan boya bir çarşı... Yani 30 metre yol, 30 metre çarşı, geçtiğin zaman Ravza'ya varıyorsun.

 

Mustafa Yeşilyurt var, bizim bacanağın dayısı... Birlikte derse gittik. Ben Deccal, Mehdi ne varsa derste anlattım. İkinci gün bir daha gittik gene aynı konular. Haftada üç gün ders oluyor dershanede. Üçüncü gün bir daha anlattım. Tabi çocukların çok hoşuna gidiyor. Orada bilinmeyen konular... Sonra Celcelutiye bahsini okudum. Diğer bahisleri herkes okuyor. Ben bu konuları okuyunca “Ağabey, sen gelecek sene gene gel” dediler. Ben de “Gelirim ama Kral çağırırsa!” dedim. Onlar da “Bu sene Kral çağırmadı mı?” diye espriye karşılık verdiler.

 

Arabistan Kralı bu yıl Kur'an yazanları, yani hattatları ağırlamayı istiyormuş.

 

Kur'an yazan Hattatlar derken, Türkiye'den iki kişi, üç kişi, başka ülkeden şu kadar, diğerinden bu kadar, Mısır'dan falan, toplam sekiz on kişi... “Bu böyle olmaz” demişler. “Kur'anın bir kısmını da yazan Hattatları da çağıralım” demişler. On beş kişi olmuş. “Bu da çok değil” demişler. “Kur'anın bir cüz'ünü yazanlar, efendim bir sayfasını yazanlar” derken, tüm hattatları çağırmaya karar vermişler. Türkiye'den 48 Hattat, alem-i islamdan 280 küsur hattat çağrılmış...

 

Her İsteyen Gidebiliyor mu?

 

Zaten orada başvuru formu var. İcazetini falan gösteriyorsun, bir sürü şey... Yani öyle ben hattatım diyen hattat olmaz. Bu iş icazetle oluyor. Hiçbir sanatta hattatlık kadar kesin silsile yok. Yani musikide de falan icazet vardır ama hattatlık da kesin... Bir hattatdan icazet almazsan, profesyonel yazı yazamazsın. Kaçak olur o...

Bu yıl Kralın davetlisi olarak gittik. Orada bize dediler ki, “Belediye Noterine” gideceksin. Belediye Noteri dediği de bir saatlik mesafe. Sekiz, on kilometre... Aynı zamanda Kur'an faaliyetleriyle alakalı bir sempozyum var ona katılacağız.

 

Yani bir program çerçevesinde hareket ediyorsunuz?

 

Tabi tabi. Adamlar program da yapmışlar. Yani bir yerde hattatlara ikramda bulunmak istemişler. Medine'de basılan Kur'an var ya, gidenler bilir biraz farklıdır. Bir yerde burada rol çalmaya çalışıyorlar. Yani “Alem-i İslam'da bu Kur'an işi bizden sorulur” gibisinden. Ama Türkiye'nin orada inisiyatif hakları var. Tabi Türkiye'ye karşı tavırlılar. Hoşlarına gitmiyor ama inkar da edemiyorlar. Çünkü hat konusunda dünyada bir numara... Bütün dünyada Türkiye birinci olduğu gibi, başka yerlerdeki iyi hattatlar da Türklerin talebeleri... Buradan öğrenip, gidip yazıyorlar. Yani yazının menşei burası...

 

muhsin_demirel2.jpgİkincisi Türkiye bugün artık ihmal edilemez bir ülke. Ayrıca Kur'an konusunda da çok iyi... Tabi mesela benim dört tane Kur'an çalışmam var. Benim gibi yok yani Türkiye'de. Bir tane Kur'an yazan var ama benimki böyle oldu. Çeşitli... Oraya Alem-i İslam'dan başka hattatlar da gelmişler. Ama sayıları üçü beşi geçmiyor.

 

Netice, bize demişlerdi kalacağınız yer Harem’e biraz uzak… Ama Medine uçağından indik, servise bindik geliyoruz. Bir ara baktım Harem. Servisle geçiyoruz önünden. “Hani uzak bir yerde olacaktı...” Harem derken geldik Darul İman İntercontinential Otelin kapısına... Orada eşyalarımızı bıraktık. Mescid'e gideceğiz, Harem'e... “Şu kapıdan çıkacaksınız” dediler. Çıktık ki, karşıda Harem. Ben demiştim ki geçen sene, “Kral çağırsa ancak olur.” Düşün kapıdan çıktık, Yol da yok arada... Yahu dedim Kral çağırınca böyle oluyor. Enteresan bir şey, Tayyip Erdoğan da geldiği zaman orada kalmış kral dairesinde. Meğerse Kral'ın özel mülküymüş orası, kendisine aitmiş o otel. Bütün Türk hattatları orada. Diğer hattatların hepsi öbür tarafta. Anlayacağın Türk hattatlarına torpil geçtiler. Yenildi, içildi, elhamdülillah...

 

Hizmet iyiydi yani...  

 

Yani iyi ağırladılar Allah için. Sonra Ekmeleddin Bey orda açılışa geldi. Sempozyum, sergi vs açılışı... Öte yanda da Arabistan’ın Şer'iye ve Evkaf Bakanı, başka tabirle Din İşlerinden sorumlu devlet bakanı... Muhtemelen Prens tabi... Orada beni gördü. Hazırlıyor olduğum Kur'anlardan birer cüz demo yapmışım. Onları falan gösterdim Bakan'a... Sonra Halit Bey konuşma yaptı. Çok güzel konuştu. Araplar Kur'an meselesinde rol çalmaya çalışıyorlar. Tabi yapsınlar bir itirazımız yok, fakat şunu anlatmam lazım. Kur'an’da iki tür imla var. Biri Aliyyül Kari, diğeri Resm-i Osmani... Müftülüklerde olan Kur'an Aliyyül Kari... Ama Hz. Osman'dan günümüze gelen Kur'an Resm-i Osmani imlasıdır. Bu itibarla Kur'an’ın esas imlası odur. Aliyyül Kari sonradan teşekkül etmiş bir şey.

 

Ne fark var aralarında?

 

Mesela şimdi Türkçe'de “Spor” yazmakla, “Sıpor” yazmak arasındaki fark gibi... Bazı kelimelerin yazılışları farklı. Kur'an kaç kelimedir bilmiyorum ama elliyi-sekseni geçmez kelime farklılığı itibariyle veya yüzü geçmez. Kur'an’ın dörtyüz, beş yüz yerinde bu vardır. Yani mesela bir sayfada sekiz tane bu şekilde kelime farklılığı var. Okunuşunda, manada, hiç bir farklılık olmamasıyla birlikte, yazılışında farklılık var. Ama neylersin ki, Hz. Osman'dan tevarüs edegelen sadece sekiz tane Kur'an var yeryüzünde. Bunların ikisi Türkiye'de, biri Topkapı'da, birisi İslami Eserler Müzesinde, birisi Kahire'de, birisi Taşkent'te, birisi Yemen'de, birisi Petesburg'da, birisi Londra'da.

 

Tayyar Altıkulaç Bey bu Kur'anların mukayesesini yapmış. İmla noktasında... Akla ziyan... Ve bu Kur'anlar'ın üç tanesinin tıpkı basımı yapılmış. Akla ziyan bir çalışmadır yani. Tayyar Bey'in yaptığı fevkalbeşer bir şey. Harf harf, kelime kelime Kur'anları karşılaştırdı. Olacak bir iş değil. Bunu yaptı. Hz Osman'a izafe edilen Kur'anların hiç bir tanesi, Hz. Osman'ın orijinal, çoğaltıp yolladığı Kur'anlardan olmadığı anlaşılmakla birlikte, herhalde çok erken dönemlerde, o Kur'an’lardan bakılarak yazılan ilk nüshalar olması lazım. Şu an yeryüzündeki en eski Kur'an nüshaları bunlar. Bu itibarla tarihi kıymetleri, imla özellikleri çok önemli. Tayyar Bey bunları inceletti. Birkaç tane müstensih hatası dışında bütün Kur'anlar aynı yazıldı.

 

Daha önce bunun haberini Risale Haber'de yaptık. Kur'an-ı kerim'de en ufak bir değişiklik yapılmadığı ispat edildi.

 

Tabii ki. Şu an üç tane basıldı. Topkapı’daki, İslam Eserleri Müzesindeki ve Mescidi Hüseynidekiler basıldı. Bende üçü de var. Şimdi Yemen Kur'an’ı üzerinde çalışıyor Tayyar Bey. Sonra sırayla gidecek. Halit Bey kalktı bunları da anlattı. Şimdi Arabistan’ın Kur'an’ı kelime itibariyle buna uyuyor, ama hareke itibariyle imlaya uymuyor. Çok karmaşık bir şey onlar. “Madem” dedi “Böyle bir şey yapacaksınız.” O sırada beni söyledi. “Muhsin Bey Diyanet'e Kur'an yazdı” dedi veya tercüman öyle tercüme etti. Simultene tercüme yapıyor.

 

Halit bey Arapça mı konuşuyordu?

 

Arapça konuşuyor. Ali Hüsrevoğlu da tercüme ediyor. Artık o öyle söyledi. “Yazdı” dedi. Kaldı ki,

o sırada elimde de Diyanete yazdığım Kur'anın bir cüzünün demosu var. “Ama Hz. Osman'ın Kur'anı üzerinde ittifak edelim. Senin, benim değil ama Hz. Osman'ı hepimiz kabul edelim, bütün alem-i İslam'da Kur'anlar aynı olsun. Seninki de olmasın, benimki de olmasın, bu olsun. Biz bunda razıyız” tarzında konuştu.

 

Türkiye'nin tezi çok şahane bir tez esasında. Madem Resm-i osmani diyorsun. Gelelim buna. Bu işin de dünyada profesörü Tayyar Bey.  Kimse de yeryüzünde Tayyar Altıkulaç bey kadar bilmiyor. Akla ziyan adam. Ben takip ediyorum.

 

Peki sempozyum sonucunda herhangi bir karar çıktı mı?

 

Hayır. Tebliğler yapıldı, konuşmalar, tezler, şunlar, bunlar... Biz de orada bulunduk yani istifade ettik. Sağolsunlar ikram ettiler, yedirdiler, içirdiler. Bu kadar mı olur? Bu kadar mı nezih ağırlanılır?

 

Bir de orada Kral’ın yeğenine Risale-i Nur mu vermişsiniz?

 

Kralın yeğeni Abdülaziz Bin Malik... Bizim sergiye, toplantıya geldi. Sergiyi gezdi. Sonra bize, tüm katılanlara ve görevlilere yemek verildi. Ondan iki gün sonra bizi sarayına davet etti Medine'de. Tabi Medine’de Abdülaziz bin Malik dediğin zaman, adam orada kraldan farksız yani. Bir koruması var etrafında. Bizdeki valilere, şuna, buna, hiçbir şeye benzemiyor. Aynı bir Cumhurbaşkanı, bir başbakan nasıl korunuyorsa öyle, herkes hazırol vaziyetinde.

 

Biz Meridyen Otelinden gideceğiz. Orada toplantı yapılmıştı. Ondan sonra gideceğiz. Medine'de Mihrali var. Mihrali Süleyman. Mescidi Bilal camiinin müezzini aynı zamanda orada ticaret yapıyor. Tabii üçyüz kişinin oraya taşınması kolay bir şey değil. Taksiler, minibüsler çalışacak. Orada bekliyoruz. Baktım Mihrali orada. “Ne işin var senin burada?” diye sordum. “Geçen sene Said abi külliyatı yollamıştı Emir'e verilmek üzere. Biz, bir pozisyonunu bulup, veremedik” dedi. Salih Özcan gelmiş verememişler her nasılsa. “Şimdi ben geldim.” dedi. Orada Nur talebesi Hattatlar var. Mümtaz var, Arif var, Salih var... Onlara söylemiş. Onlar da yapamayız mı demişler ne dedilerse artık.

 

Bana “Sen verir misin?” dedi. Ben de “ben mükemmel veririm.” dedim. “Getir” dedim kitabı. “Burada değil.” “Nerede?” “Filan yerde.” “Ama kardeşim biz şimdi gidiyoruz. Nasıl olacak bu iş?” dedim. “Ağabey sen saraya girme” dedi. “Eee sonra?” “Kapıda beni bekle.” “Yahu nasıl bekleyeyim? Hepimizi almışlar, minibüse koymuşlar. Sarayın içine kadar götürecekler. Ben kapıda ineyim Mihraliyi bekleyeceğim diyemem ki adama. Ancak biz içeri girerken o arada elime verebilirsen olur, başka türlü kapıda bekleyemem. Protokol var.”

 

muhsin_demirel_risalehaber5.jpgFakat o sırada anlaşıldı ki bizim saraya girmemiz biraz zaman alacak. Üç yüz kişinin bir anda taşınması mümkün değil tabi. Taksiyle üçer beşer ancak. Yanımda da Hattat Savaş var. Savaş Çevik... “Üstad” diyor. “Bu arabaya binelim” ben diyorum “Üstad bir sonrakine binelim” falan. Meğerse en son arabaya kalmışız. Ondan önce Hasan Çelebi Hoca var. Hattat... Bütün dünyanın hocası Hasan Çelebi... Mihrali'nin arabasına binip gitmişlerdi. Benle konuştuktan sonra Mihrali Hasan Çelebi'yi aldı, arabaya bindirdi, gitti. Ben de sandım onu saraya götürecek, sonra gidip kitabı alıp getirecek. Meğer birlikte kitapları almaya gitmişler.

 

Neyse ben son arabaya bindim. Bizim araba geldi sarayın bir kapısına. Adamlar dediler ki, bu kapıdan değil, şu kapıdan gireceksiniz. Adam manevra yaparken, bir araba geçti yanımızdan. “Yahu” dedim. “Bu Mihrali'nin arabasına benziyor. Dur bakalım.” Biz tam manevra yaptık. İndik. Baktım Mihrali elinde bir sandık çıkmaya çalışıyor. Hasan Çelebi hoca dizinden menisküs ameliyatı oldu. Bel fıtığı var. Böyle bir şey taşıması mümkün değil. Koca bir şey. Mihrali taşımaya çalışıyor. Ben hemen koştum. Kaptım sandığın sapını. Kocaman bir sandık yaptırmış. İçine on tane bölme yapmışlar. Sırayla Sözler, Mektubat, Lemalar, Şualar diye koymuşlar. Medine de yaptırmışlar.

 

Risaleler Arapça mıydı?

 

Evet. Çeyiz sandığı gibi sapı da var. Mihrali götürmeye çalışıyor. Tek kişinin götürmesi mümkün değil. Ben gittim hemen sandığın sapından tuttum. Üç adım, beş adım gittik. Polis durdurdu bizi. Şimdi Mihrali’nin giriş için hiç bir şeyi yok. Adama bir şey söylemek lazım. O arada adam kitabı eline aldı. “Bu ne?” dedi. Mihrali “Kitap” dedi. Adam kitabı açarken baktım. Hamit Hocanın imzası var. Hattat Hamit'in... Dedim ki ben Mihrali'ye, “Sen söyle bizim kimlik kartlarımız da var davetli olduğumuza dair.” Mihrali’nin hiç bir şeyi yok. Hasan Çelebi “Mihrali beni buraya getirdi” diyerek Mihrali’yi o şekilde içeri götürmüş sarayın bahçesine, park yerine. Bir de içeri girecek.

 

Ben dedim, “Biz bu sandıktaki kitapları Türkiye'den Emir'e hediye olarak getirdik. Büyük Üstad Hattat Hamit'in yazdıklarıdır. Ben onun talebesiyim.” Ben söylüyorum Mihrali tercüme ediyor. Adam anladı ki, kitabı da o yazmış. Şöyle bir baktı, “Geç” dedi. On metre sonra bir baraj daha. Aynı şeyleri ona da söyledik. Dört beş tane engelin ardından salona geldik. Kocaman saray... Mihrali otuzbeş senedir orda. Dolmabahçe Sarayının muayede salonu gibi, böyle kabul salonu. Kocaman bir şey...

 

Mihrali de sizin yanınızda?   

 

Mihrali de geliyor. Benim yardımcım sanıyorlar. Sandığı taşıyor ya. Ama tamamen Üstad'ın himmeti. Yoksa orada olacak iş değil. Alem-i İslam da bu terör olayları var ya, ondan çok sıkı denetim olması lazım. Neyse biz dört beş barajı geçtik evvel-Allah. 

 

Polisler hiç bakmıyorlar mıydı sandığın içine?

 

Adamlar kapağı açana kadar biz bir sürü şey söylüyoruz. Adam kapağı açınca, “Buyur kitap budur” diyoruz. Hattat Hamit'in falan diyoruz. Adam geç diyor. Bu defa öbürüne gidip, aynı hikayeyi ona da anlatıyoruz. Kitapların sırtları görünüyor. Hepsinin bölmesi ayrı. Neyse şimdi salona girdik ama “Bunu nereye koyacağız?” Ta götürdük baş köşeye… Hemen oradaki adam durdurdu bizi. “Türkiye'den Emir'e hediye getirdik” dedik. Oraya koyduk.

 

Bu defa da Emir'e nasıl vereceğiz? diye düşünmeye başladık. Orada ne olacak? Program nasıl? Hiç bilmiyoruz ki... Orada Ali Hüsrevoğlu, 11 sene Medine-i Münevvere'de kalmış. Mescid-i Nebevi'nin bir kısım yazılarını yazmış. Duvarda mermere hakedilen yazıları o yazmış. Bir kısmını sol taraftakileri Peygamberimizin arka taraftakileri Hasan Çelebi yazmış. Şu an Mihrap tarafındaki yazılar, onlar hep Abdullah Rüştü Efendinin yazıları ki muhteşem yazılar. Ben Ali Hüsrevoğlu’nun yanına gittim. Ona “Ali bey bizim Emir'e hediyemiz var. Mihrali getirdi. Biz de buraya getirdik. Ben buranın programını bilmiyorum. Ne zaman verilir, onu bilmiyorum. Şimdi patavatsız bir iş yaparız. Yanlış olur. Senin zaten programın akışı içinde bir yerin var. Münasip bir pozisyonda bizi ordan anons edersin. Veya çağırırsın, biz geliriz” dedim. “Olur” dedi. Sonra birileriyle konuştu orda. Meğerse sarayın protokol müdürüymüş.  Adam ”Nedir?” diye sordu. Ona anlattı. Bir göreyim, bakayım, ona da Hattat Hamit falan... Yani Hocanın ismi açıyor her kapıyı. İyi tanıyorlar orada.

    

Zaten Hattatlar toplantısı. Kapağı açıp bakıyor. Hattat Hamit imzası. İçini de o yazmış sanıyor. İçine bakmıyor. “Ben de onun talebesiyim, onun eserlerini getirdim” gibi şeyler söyleyince çok memnun oldu tabi. Bu arada eski temsilci Muhammed Bey. Bu Hz. Osman’ın Topkapı’daki Kur'an’ını tıpkıbasım yaptılar. On kilo kadar var. Kocaman bir Kur'an. 50’ye 50 gibi... Bundan beşyüz tane bastılar. Krallara veriyorlar. Yani almak istesen beş-on bin lira eder. Cildi, kutusu, sandığı falan var. Baktık Muhammed bey de orada. “Ben de bu kitabı vereceğim” dedi. Bizi üçüncü sıraya koymuşlar hediye protokolünde. ”İyi” dedim. “Birinci olmadığımız daha iyi.”

 

Orada bize şehadetname, plaket verdiler. Hediye verme zamanı gelince bizi anons ettiler. Hemen Mihrali’yle kaldırdık sandığı. Muhammed Tebevi Bey Kur'an’ı takdim etti. Hasan Çelebi kendine ait bir kitabı verdi. Sonra sıra bize geldi. Ben de gittim, “Efendim” dedim. “Bediüzzaman Said Nursi'nin talebelerinden Said Özdemir efendi, Emir hazretlerine hediye edilmek üzere Risale-i Nur Külliyatını Türkiye'den gönderdi. Eserlerin kapak yazıları büyük Üstad Hattat Hamit'in. Ben de nacizane onun bir talebesiyim. Arz ederim.”  Adam çok memnun oldu. Hattat Hamit deyince akan sular duruyor. Hemen açtık kitabı. Mektubat’tı galiba. Açtı baktı, teşekkür etti. Sonra adamlar aldı götürdü sandığı. Zaten bu protokolle alakalı bir şey. İster okusun, ister okumasın. Yani ben veya sen her kim vazifeliyse, bir insan buradan kalkıp oraya gitse beş on dakikalık da olsa bir anda Emir'e bu kitapları verse ve geri dönüp gelse bence değer. Değmez mi?

 

Mekke ve Medine'de neler yaptınız?

 

Medine ve Mekke'de ibadet yaptık. Ondan sonra Hattatlar arasında görüşme, tanışma... Ben Türkiye'den gelen bir kısım arkadaşları orada ilk defa gördüm.

 

Bu yıl bir farklılık var mıydı Mekke'de daha önceki yıllara nazaran?

 

Çok kalabalıktı. Yani ben 1994'de Hacc'a gittim. Geçen sene de umredeydik. 94 senesinde hacca gittiğimizde, Arafat’a çıkmadan önce veya sonra değil, tam Hac  zamanı Arafat’a bir hafta kala Mekke'de ne kalabalık vardıysa, şimdi Umre zamanı öyle bir kalabalık var.

 

Bu sene Hac gibiymiş deniyor...

 

Mekke öyle. Medine öyle değil ama Mekke çok kalabalık.

 

Her milletten insan geliyor değil mi, yani kalabalığı oluşturan bir-iki ülke değil sadece?  

 

Tabiiki. Ama Türkiye'den çok var. Şu an yüzelli bin kişi var orda. Neredeyse üç, dört kişiden birisi Türk. Biz 94'de Hacca gittiğimizde, orada dilenen bir vatandaşa bir veya iki dolar verirdik. Bazı arkadaşlar beş dolar, on dolar falan veriyordu. Ya verilir mi bu para? derdik. Demek ki o zaman bizim gelir seviyemiz öyleymiş. Adam on dolar verince herhalde çok zengin diyorduk. Biz veremiyorduk yani. Ama şimdi 10 Riyali (dört lira para ediyor) çok rahat veriyorduk. Verdiğin dilenci de gitsin bir çorba içsin tabi kardeşim. Bir Riyal ne ki? Buradan oraya kadar gitmişsin. Kaç dilenciye kaç para vereceksin. Yüz riyal versen, kırk lira eder. Ne olur ki yani ömründe gitmişsin? İki yüz riyal versen seksen lira eder. Medine'nin muhtacına vermişsin. Ne var yani?  

 

Dilenen çok var mı?

 

O kadar yok ama, ihtiyacı olan geliyor. Mesela namaz kılıyorsun veya başka bir şey yapıyorsun... Geliyor, yanına oturuyor. Öyle bir duruyor. Ben diyorum dua et. Zaten anlaşılıyor. Geliyor yanına oturuyor. Ben de okurken böyle cebime on riyal, beş riyal, bozdurduk parayı, onlardan veriyorsun. İlk gittiğimde bozduramadım parayı. Onar lira vardı. Yani yüz lirayı onar lira para yapmışım. Türkiye'den götürmüşüm. Gömleğimin cebinde duruyor. On lirayı veriyorsun eder 25 riyal. Ne olacak Medine'de bir fukaraya vermişsin. On Türk Lirası... Türk parası dolardan daha kıymetli orda.

 

1994'de Türk Lirasını bozmuyorlardı burada dolara çeviriyor öyle götürüyorduk. Ben de o yıl gittim şimdi de öyle mi?

 

Hayır şimdi Türk lirası daha kıymetli, anında alıyor. Türkler çok kıymetli şimdi. O zaman en gariban hacı, Türk hacısıydı. Hep yaşlılar gidiyordu. Trencilik oynuyordu dedeler, neneler. Kuyruk tırtıl gibi böyle uzayıp gidiyordu. Kayboluyor bazen yerini bulamıyor. Mesela ben Hac'da tavafta gördüm adamı, “Sordum sarı çiçeğeeee” bağırıyor. “Gelmişsin buraya bir salavat getir, bir tekbir getir.” Bu kadar bilinçsiz yani… O da ihlasla yapıyor ama… Orası ilahi okunacak yer değil. Tabi samimiyetle yapıyor.

 

muhsin_demirel4.jpgSizi götüren firmaların herhangi özel bir programı oluyor mu?

 

Oraya giden adamların en garibanlarından biri biziz. Herkes bilmem kaç defa Dubai'ye, Amerika'ya, yurtdışına falan gitmiş. Bize kimsenin bir şey dediği yok. Zaten bunu biz de biliyoruz. Bize kimse önceden Umre şöyle yapılır, böyle yapılır anlatmadılar. Ama herkes biliyor. Programa gerek kalmıyor.

 

Bizimle paylaşmak istediğiniz bir hatıranız var mı?

 

Geçen sene derste olan olayı Hasan Hocaya anlattım. O da bana bir kaç kişiye anlattırdı orda. Mekke'den Cidde'ye gidiyoruz, artık havaalanına geleceğiz. Otobüse bindik. Ahmet Yıldız diye bir arkadaş var.  Bu arkadaş, bir vakıf var İstanbul’da onun genel müdürü. Bu vakıf eski Topbaşlar vs, Ömer Nasuhi Bilmen, Ahmet Davutoğlu Efendilerin falan kurduğu bir vakıf. Topbaş derken, Musa Topbaş, Muammer Topbaş, yani esas Topbaşlar ki, bunlar çok mübarek bir ailedir. Musa Topbaş, Sami Efendi'nin halifesidir. Mesela Bekir ağabeyin Çarşıkapı'daki yazıhanesinin kirasını ilk günden, son güne kadar Muammer Topbaş Efendi ödüyor. Onların ablaları Müşerref Hanım Teyze bizim eve çok gelirdi, biz giderdik. Şimdi İstanbul'da Suffa Vakfı, o zaman onlarındı, o bina. Müşerref Hanım Teyze'de Tahiri ağabeyin kuzeni. Nazif Çelebi'nin hanımı.

 

Neyse O Ahmet Bey vakfın genel müdürü. Türk Hattatlarını idare etme vazifesini Araplar ona vermiş. Cidde'ye gelirken Ahmet Yıldız, otobüsün mikrofonunu aldı. Birkaç kelime konuştu. Şimdi Üstad gelip konuşacak dedi. Hasan Hocaya verdi mikrofonu. Ben arkalarda bir yerde oturuyorum. Saklanıyorum bana vermesin diye. Neticede bize de verdi. Hasan Hoca “O hikayeyi de anlat” dedi. Ben söze şöyle başladım “Ya arkadaşlar anlatmayacaktım ama Hasan Hoca emrettiği için anlatıyorum” dedim. Geçen sene böyle bir olay oldu. Bana gelecek sene gene gel dediler. Ben de “Kral çağırırsa gelirim” dedim. Bu sene Kral çağırdı, geldim. “Siz geldiğiniz için mi ben geldim, ben geldiğim için mi siz geldiniz? Orasını bilmiyorum. Böyle bir şey var” dedim. Herkes bu sözüme güldü tabii…

 

Sonrada geldik burada ikram ettiler. Ağırladılar. Yedik, içtik, okuduk, üfledik, yıkandık, yağlandık, gidiyoruz. “Şimdi arkadaşlar burada hepiniz birbirinden değerli Hattat arkadaşlarımızsınız. Yalnız bu işten para da kazanıyorsunuz bu da güzel ama bu şu manaya geliyor, “Biz bir şeairi İslamiyeyi ihya ediyoruz. Şeairi islamiye ne diye sorarsanız? Bir yerde İslamiyet’in var olduğunun, yaşandığının alameti. Bunların çoğu sünnet olmakla birlikte, farz kadar ehemmiyetlidir” dedim.

 

Mesela minareler, ezanlar, takke, başörtüsü, mevlitler... Bunlar şeairlerdir. Bunları görenler “Ha burada İslam yaşanıyor. Burada Müslümanlar var. Şimdi İslam yazısını ortadan kaldırmak istemişler. Birincisi biz İslam yazısını ihya ediyoruz. İkincisi bir farz-ı kifayeyi ifa ediyoruz. Şimdi Türkiye'de kaç tane Hattat var? İşte kırk tanesi burada. Diyelim yüz elli tane Hattat var. Nüfus ne kadar? Yetmiş beş milyon. Demek ki beş yüz bin kişiye bir hattat arkadaş düşüyor. Onun manevi ağırlığını üzerine alıyor. Her birimiz beş yüz bin kişiyi temsil ediyoruz. Biz olmasak memleketin başına taş yağar. Onun için bu meslekten kim ne kazanıyorsa, şöhretinden kim faydalanıyorsa faydalansın da, bir itirazımız yok. Ama böyle bir manayı temsil etsin.

 

Bir diğer meselede tezhip” dedim. Bunlar bir arada oluyor. Ama itibar yazıya. Bana sorarsanız yazıya da değil. Yazının manasına. Bir daha sorarsanız manaya da değil, mananın arkasındaki Kudsiyete (Allah’a). İtibar buna. Bu itibarla kimse ben bilmem ne yazdım diye övünmesin. Yazı da bir şey değil” dedim. “Allah tarafından Peygamber Efendimize nasıl inmiş bunun kudsiyeti bu. Bunu yazarken düşünürseniz bir parça sevinirim. İyi olur. Saygılarımla” dedim. Bu tabi çok etki yapmış. Ali Hüsrevoğlu geldi dedi, “Ya ben seni unutamayacağım Üstad” dedi. Geldikten sonra Ahmet Yıldız'ın yanına gittim. Teşekkür babında İstanbul fatih'te ziyarete gittim. “Ya o konuşma neydi öyle. Üç dakikada duvar ettin milleti” dedi. Ben farkında değilim. Hiç kimse böyle konuşmaya cesaret edemiyor. Böyle oldu yani.

 

www.RisaleHaber.com