Akıl-VI

Dün olduğu gibi bugün de, akıl ile ilgili iki dengesiz anlayışa şahit olmaktayız. Birincisi; aklı mutlaklaştıran, sorgusuz sualsiz ona teslim olan, şımarmasına belki de firavunlaşmasına sebep olan ifratkâr tavırdır. İkincisi; kendini tanıma seyahati başlatılmayan, ilim ve marifet cihetiyle aç bırakılan, taklidi kabullere kanaat ile tahkiki faaliyetleri durdurulan tefritkâr tavırdır.

Bu iki dengesiz tavır birbirinden farklı görünse de, ikisi de felaketi celbe medâr neticeleri doğurmaktadır. İ’tidali yani dengeyi ifade eden tavır ise, aklı ne mutlaklaştırıp şımartmak ne de vazifelerinden azledip onu âtıl bırakmaktır.

Evet kâinatın ve insanın yaratılış hikmetlerini anlatan vahiy ile irtibatı bulunmayan fikri cereyanlar, şecere-i hilkati, yani yaratılış ağacını akıl yürüterek her yönüyle anlayacaklarını sanan filozoflar, aklı tahkik ve tasdik cihazı olmaktan çıkarmakta, akla bilginin istihsal edildiği tek merkez olarak bakmakta, hayatı ve kâinatı indi görüşleri ile “tanımlamaya” kalkışmaktadır.

Yani felsefe şakirtleri aklı mütehakkim bir makama çıkararak firavunlaşıp azmasına zemin hazırlamaktadır. Felsefenin akla biçtiği rol ile İslam’ın akla çizdiği yol arasındaki mesafe, cennet ile cehennem kadar birbirinden uzak olduğu anlaşılmaktadır.

Demek ilahi vahye (Kur’an’a) muhatap olmak, kâinat Halık’ını isim ve sıfatları ile tanımak üzere ‘alet’ olarak yaratılan akla, tahkik ve tasdik gibi vazifeler haricinde verilen her salahiyet (yetki) onu şımartmakta, Halık-ı Âlem ile mübarezeye kalkışmakta, “ilahlık” taslayarak alçalmaktadır.

Nurlu eserlerde geçen; “..Şeytanlar, güya ene'nin gaga ve pençesiyle dinsiz feylesoflarının akıllarını havaya kaldırıp dalalet derelerine atıp dağıtmıştır.” (Sözler, 544) ile, “..Acaba akıllarına güvenen akılsız feylesoflar gibi, “aklımız bize yeter” deyip sana ittibadan istinkaf mı ederler. Hâlbuki akıl ise sana ittibaı emreder. Çünki bütün dediğin makuldür. Fakat akıl kendi başıyla ona yetişemez.” (Sözler, 386) gibi ifadelerden nübüvvet güneşine gözlerini kapayan, kulaklarını tıkayan akılların hilkate ve hakikate dair mutlak ve muhit manaları kuşatamadıkları, hakikate muhalif fikirlere saptıkları anlaşılmaktadır.

Bir ucu merkez ile kuvvetli bir münasebeti bulunan pergelin, harici dairelerde dolaşan diğer ucunun merkez hesabına çalışması misali, vahiy denilen ilahi bilgi hazinesi ile irtibata geçen akıllar; kâinat ve mevcudat adına müşahede ettikleri marifet nurları ile hakikat ziyaları, kemalat-ı insaniyeyi temine medâr olmaktadır. Yani vahiy ile fikri münasebetlerini sabit tutan akılların, afakta dolaşmaları, mütenevvi manalara ve nurlara ulaşmaları merkez hesabına sayılmaktadır.

Derûnî özelliklerini tanıyarak teşekkül eden, ilahi bilgi hazinesi vahiy ile irtibata geçen, fikrî bütünlüğe yani sırr-ı vahdete eren kâmil akılları kıymettar gören, “yâ ulûl elbâb” gibi ifadeler ile bu akıl sahiplerine hitap eden Rahman; Kur’an tarafından tarifleri yapılmış helal-haram, hayır-şer, hasenat-seyyiat gibi mefhumları tanıma, tefrik ve temyiz ile tasdikte bulunma, muhakeme ve mukayese ile tahkike ulaşma gibi vazifeleri akla bırakmaktadır.

Teşekkülünü tamamlayan, deruni gerçeklerini anlayan bir akıl; insan olmanın ağır mesuliyetlerinin farkına varmakta, ortalama bir insan olarak kalamamakta, kabiliyetinin münteha noktasına çıkma adına “hel min mezid” hissiyatına ulaşmakta, asla ulaşma adına belirli bir usule sahip olmaya çalışmaktadır.

Aklı teşekkül ve tekemmülden alıkoyan, yani kemalata medâr hususiyetlerden uzaklaştıran, ehl-i dünyanın cazibedar süfli vaziyetlerine yakınlaştıran en mühim sebep, belli bir düşünce sistematiğinin olmaması, yani tefekkürde bilinen bir usulün bulunmamasıdır.

Acz ve fakrının, kusur ve naksının, yani sınırlarının farkına varan, tefekkürde belirli bir usule ulaşan bir akıl; kâinatın şehadetine istinaden, Sani’-i Ezeliyi tasdikte herhangi bir müşkilata kapılmamakta, inkâra medâr herhangi bir açık kapı bulamamakta, mutlak kemal ve cemal sahibi Rahman’ı isim ve sıfatları ile hakkalyakine yakın bir ilme’l yakin ile tanımak için sınırlarını zorlamaktadır.

Teşekküllerini tamamlayan, sınırlarının farkına varan akıllar; mütenevvi hakaika vukufiyetleri yanında, ilim ve marifet ile istidatlarını açma, kuvvede mukadder olan kemalatı fiiliyata çıkarma, bir cihetle cemali ve celali zıt sıfatları tek bir mahiyette toplama gibi yüksek hedeflere odaklanmaktadır.

Teşekkül ve tekemmül safhalarının derinliği ve keyfiyeti nispetinde, intizamsızlığı doğuran her türlü i’tidalsizliğe karşı çare bulmanın gayreti içinde olan bu akıllar; cemiyet hayatına nizam verecek, yani Adl isminin iktizalarını hayatın geniş dairelerinde tatbik ettirecek faaliyetlerin planları ile meşgul olmaktadır.

Dâhilde teşekkül, hariçte tefekkür silsilesinin devamı ve kemali, belli akli bir kapasitenin varlığını istemekle beraber, şiddetli bir merakı, yani tok olmamayı, en büyük ihtiyacının ‘hakikat’ olduğunun farkına varmayı da gerekli kılmaktadır. Bu yüzden bu kesafetli ve derin faaliyetler silsilesini kemaliyle devam ettirilebilmek, dünya meşgaleleri ile darlaşan, manevi mes’elelerde lakaytlığa alışan akıllar için imkân haricine çıkmaktadır.

Kemalat-ı insaniyenin tüm şube ve envaına medâr idraki faaliyetlerin ekser’ün nas tarafından ihmal edilmesi veya kemaliyle yerine getirilmemesi yahut evrad ve ezkâr gibi aklen zorlanmayı gerektirmeyen amellerin, gayet müşkilatlı tefekküri faaliyetlerin önüne geçirilmesinin en mühim sebebinin bu olduğu sanılmaktadır.

Düşünce seyri sığ ve mutad (sıradan) bir hâle dönüştüğünde, tefekkürde ‘müteâl ve muhit’ bir bakışa vuslat gerçekleşmediğinde akıl yeknesaklığa düşmekte, yeknesaklık gaflete sebep olmaktadır. Gafletin devamı sefahati ve dalaleti, yani sukutu doğurmaktadır.

Elhasıl; tarifi imkânsız lezzetli vazifeler ile âzim mesuliyetleri akla unutturan, hakikat arayışını durduran, dünyada ebedi kalacağı vehmine kapılan, merak duygusunu futbol, müzik ve teknoloji gibi lüzumsuz ve faydasız mes’eleler için kullanan akıllar; şehevi ve gadabi hislere yenilmekte, kıyametin kopmasına sebebiyet verecek kadar vahşetli ve dehşetli zulümleri işlemekte, her türlü sapkınlıklara yönelmekte, sukutlarını hızlandırmaktadır.

Kur'an aklı inşa, kalbi ihya eden semavi bir kitaptır. Vahyin ziyasından nasipsiz akıllar başa bela olmakta, Kur'ani hakikatlere sağır olan insanlar dünya muhabbetine kapılmakta manen felakete yuvarlanmaktadır...

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
6 Yorum