7 saat ayakta Risale-i Nur anlattı-ÖZEL

7 saat ayakta Risale-i Nur anlattı-ÖZEL

"Nur’un Büyük Kumandanı Zübeyir Gündüzalp" kitabının yazarı İhsan Atasoy ile yaptığımız röportaj...

Röportaj: Abdurrahman Iraz/Nurettin Huyut - RisaleHaber

İhsan Atasoy
1949 yılında Trabzon’un Of ilçesinde dünyaya geldi. İlkokulu doğduğu yerde okuduktan sonra İstanbul İmam-Hatip Lisesini bitirdi. Ardından yüksek öğrenimini İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’nde yaparak, 1974 senesinde mezun oldu.
Öğrenim hayatı bitince basın hayatına intikal ederek, 1995-96 yıllarında gazetecilikten emekli oldu.
Moral Fm’de program yapmaktadır. Kur’an, Cevşen ve Risale-i Nur ekseninde çeşitli seslendirmeler yaptı. Son zamanlarda da Bediüzzaman Hazretlerinin yakın talebelerinin biyografileriyle ilgili kitapları yayınlandı.


Bediüzzaman’ın talebelerinin biyografilerini yazıyorsunuz. Kısa zaman önce Zübeyir Gündüzalp’in hayatını da kaleme aldınız. Onun hayatını yazma fikri nasıl gelişti?

Cenab-ı Hak insanın fıtri isteklerini, kalbinden geçen niyetlerini bazen dua olarak kabul ediyor. O niyetler bazen şiddetli arzuya dönerse Cenab-ı Hak daha çabuk veriyor. Ben de Bekir Ağabeyin destansı hayatını yazma fikrini kalbimin bir köşesinde yaşardım. Özellikle bu fedakâr insanı gelecek nesillere ulaştırmak lazım diye düşünürdüm her zaman. Ancak vefatından On sene sonra nasip oldu. Bütün anılarını derleyince, bildiğiniz gibi Bekir Berk Ağabeyin biyografisini anlatan o çalışma meydana geldi.

Sonra yakın arkadaşlarım bu çalışmayı beğenince, devam etmemi istediler. Diğer talebeleri, mesela Zübeyir Ağabeyi de yazmam gerektiğini söylediler. Bu talepler sanki benim kalbimdeki o çekirdek halindeki isteği çatlatıverdi ve tam zamanıdır diye düşündüm. Sanki o topu atmış bende tutmuşum gibi bir tetabuk oldu. Böylece Zübeyir Ağabey’in biyografisini hazırlamaya başladım.

Fakat bu çalışmayı yaparken sürekli kalbime şöyle bir his geliyordu: “Ya ben bu yüce insanı anlatırken bir sürçü lisan edersem? Ya da bu fedakâr insanın yaşamına bir gölge düşürürsem, yanlış aktarımda bulunursam?” diye hep düşünüyordum. O zaman Zübeyir Ağabey’in hatıraları arasında şöyle bir cümleye rastladım. Cümleyi kitabın ilk sayfasına da ekledim. Cümle şöyle başlıyordu: “İslam büyüklerinin hayatı ve hatıraları…” bitti. Bu noktada sanki hayattan koptum.
 
Çünkü benim kitabım iki bölümden oluşuyor. Biri hayatı, diğeri hatıraları… Sanki Zübeyir Ağabey benim kitabımın planını, projesini çizmiş. Önceden haber vermiş gibi.  Cümle şöyle devam ediyor.

“İslam büyüklerinin hayatı ve hatıraları, genç nesiller için en güzel rehberdir. Hayatın fırtınalı, dağdağalı hadiseleri içinde bu rehberler, ışıklı deniz fenerleri gibi aydınlık verirler. Hayatlarını vatan, millet ve din yolunda feda eden maneviyat önderleri, dünyada birer kutup yıldızı oldukları gibi, ukbada da günahkârların şefaatçisi olurlar.”

Bu cümlelerle kitabı nasıl hazırlayacağımı Zübeyir Ağabey sayesinde anlamış oldum. Ruhsatımı aldım. Ve hemen hazırlıklara başladım.

“ZÜBEYİR AĞABEY’İ 4 KEZ RÜYADA GÖRDÜM”

Yani hayatını yazacağınız kişi size rehber oldu…

Evet. Rehber olmanın ötesinde daha güzel şeyler de yaşadım. Kitabı yazarken Zübeyir Ağabey’i dört kez rüyamda gördüm. Daha evvel hayatımda hiç görmemiştim. O kadar yakından alakadar ki neşriyat işiyle... Üstad Hazretleri de çok yakından ilgilenmiş. Çünkü neşriyat bugüne bakmıyor. Gelecek nesillere bakıyor. Külli bir hizmettir neşriyat.

Böylelikle kendimizi bu çalışmanın içinde bulduk. Ayrı bir konuya geçersek, benim şöyle bir hissiyatım vardı: İslami eğitim almış olmanın neticesi olarak, bir İslami kurumda çalışmam gerekirken, neden basın organlarında hayatımı tükettim diye kendi kendime sorar ve bunun ızdırabını içimde duyardım. Ve bunun cevabını da bir türlü bulamazdım. Kader sevk etti derdim, fakat yine de içimde bir burukluk olurdu. İnanın bu çalışmaları yaparken tüm sorularımın cevabını bulabildim. Eğer ben o gazetecilik kulvarından geçmeseydim, bu çalışmaları yapma becerisini, kabiliyetini elde edemezdim.

Çünkü o da bir ilimdir. Ancak yaşayarak, içinden geçilerek öğrenilirdi. Onu elde ettikten sonra, ben o gazetecilikteki birikimimin bu çalışmalara teknik olarak yansıdığını gördüm. Artık o dönemin sorgulamasını yapmıyorum. Üstad Hazretleri de diyor ya: “Benim hayatıma bir seyir verildi. Risale-i Nurları netice vermek üzere” diye. Aynen o dönemlerde bu çalışmalar birer hazırlık gibi geçti. Çok şükür çalışmalar başladı ve devam ediyor.

Zübeyir Ağabey de bu çalışmalar içinde çok özel bir yere sahip. Çünkü Üstad’dan sonra onun mesleğini, meşrebini, İsteklerini gerçekleştirerek Üstad’ın vefatından sonra ona bıraktığı vazifeyi on yıl boyunca en güzel şekilde yerine getirerek ahirete intikal etti.

Risale-i Nurları ilk defa ne zaman tanıdınız?

1968 yılında İmam-Hatip okulunda tanıdım.

O zamanki Zübeyir Gündüzalp’e olan bakış açınızla, kitabı yazdıktan sonraki bakış açınız arasında bir fark gözlemliyor musunuz? Yani fikirlerinizde ne gibi değişiklikler oldu?

Zübeyir Ağabeyle ilgili bildiğim bazı olaylar, daha çok netlik kazandı diyebilirim. Onu daha derinliğine, enginliğine tanımış oldum. Yoksa zaten Zübeyir Ağabey’in bu hizmetteki yerini o zamanlarda, mücmel olarak biliyorduk ama o hatıraları, o yaşantıyı tamamıyla göz önüne serince çok daha muhteşem bir tabloyla karşılaştım. İnsan onun karşısında büyük hayranlık duyuyor. Bazen de çok şaşırıyor.

Kitaba koymadığınız bilgi veya belge var mı?

Var. Üstad da bazı Risalelerde yazmıştır. “Bu mesele mahremdir” diye. Biz de umumun fehmine ve telakkisine uygun düşmeyecek şeyleri bu çalışma esnasında elde etsek bile, onları sunmadık.

Bu tür çalışmalar yine Risale-i Nur’u bilen bir heyetten geçiyor. Hani bir yemeği hazırlarsınız da tadını tuzunu bilemezsiniz. Bilen birilerinden onay beklersiniz. Üstad’ın da dediği gibi: “Ben Risale-i Nurların hak olduğu hakkında sizlerle görüşmüyorum. Fakat sizin kadar toplum içinde olmadığım için, milletin telakkisini sizin kadar bilemiyorum. Ne etki yapıyor üzerlerinde?”

Bu ilginç bir tespittir. Aynı şekilde ben de bu yazıları, işin mutfağında hazırlarken, yazma heyecanıyla ortaya çıkan şeyleri tartma imkânım olmayabilir. Ama bu yazıları ilk defa okuyan birileri: “Bu parçalar yanlış anlamaya sebebiyet verebilir” dedikleri zaman biz de o parçaları ayıkladık, yayınlamadık.

Zübeyir Gündüzalp’in devlet ricaline yazdığı mektuplardan bahsedilir. Bununla ilgili söylemek istediğiniz şeyler var mı?

Zübeyir Ağabey’in devlet ricali, o zamanki Başbakan Süleyman Demirel’le ilgili tavrı, daha çok ona yön ve yollar gösterecek niteliktedir. Zaten talimatları önce Bekir Berk Ağabey’e veriyor. Onun aracılığıyla görüşüyor. Bunun yanında yazdıkları asla ona tarafgirlik mahiyetinde olmamış. Sadece İman, Kur’an hesabına bazı tavsiyelerde bulunmuş. Mesela der ki: “Demirel, Pamuk el… Öyle de olur, böyle de olur.” Siyasetin aslı bu zaten. Bugün ak dediğin şeye yarın kara dersin. Fakat din bunu kaldırmaz. Tüm bunların yanı sıra, benim bu mektuplarla ilgili fazla bir bilgim de yok. O konudaki araştırmaları, Sayın Ömer Çiçek Bey şu an yapmaktadır. İnşallah onun sayesinde bu bilgilere de hep beraber ulaşacağız.

“HER ŞEYİ DÜZENLERDİ”
 
 Zübeyir Gündüzalp’in sizi en çok etkileyen, en belirgin yönü neydi?

Bu konuda Fırıncı Ağabey’in bir hatırası var. Şöyle anlatıyor: Biz, O İstanbul’a gelmeden evvel hizmet ediyorduk. Ama biraz el yordamıyla gidiyorduk, dağınıktık. Zübeyir Ağabey geldi, üst kata yerleşti, biz alt katta kalıyorduk. Bir anda kendiliğinden bir düzen ortaya çıktı. Mesela biz yemek yeriz, gece kaplar yığılırdı. Yorgun argın yatardık. Sabah kalkınca bakardık ki, kaplar yıkanmış her taraf pırıl pırıl. Çay hazır, bardaklar hazır. Her şey yerinde…

Önce bunu anlayamadık, fakat bir gece baktık ki, Zübeyir Ağabey kalkmış etrafı düzenliyor. Meğer kardeşlerim hizmet ediyor, yoruluyor, onların işlerini hafifleteyim diye düşünerek her şeyi düzeltirmiş.

Yine gecelerin birinde kalktım ki bir tıkırtı var. Baktım ki, Zübeyir Ağabey sırtını dönmüş, tuvaleti temizliyor. Artık mahcubiyetten: “Ağabey dedim n’olur bırakın ben yapayım.” O zaman Zübeyir Ağabey dönüp: “Ne demek kardeşim? Bu benim asli vazifemdir”. deyince, ben daha hiçbir şey diyemedim. Çünkü o kadar içten söylüyordu ki, Üstad’ın birinci talebesinin bu düşünce de olması inanılmaz bir şeydi.”

İşte beni de en çok etkileyen yönü budur. Zaten ondan sonra da, herkes işin ehemmiyetini kavramış ve dershanede büyük bir düzen hâkim olmuş. Herkes canla başla hizmet etmeye koyulmuş.

O kadar çok vasfı var ki daha anlatılacak... Özetle, Üstad’ın bütün hallerinden birer hisse alarak kendine derç etmiş; Âlicenaplığı, şefkati, cesareti, şecaati, himmeti, tevazusu, ihlâsı, gayreti...” saymakla bitmez. Yani ders dinlerken bile oturup kalkışı öyle sıradan, öyle normal hallermiş ki, sanki Üstad’ın en yakın talebelerinden değilmiş gibi bir tevazu hali…

Âlicenaplığıyla ilgili - Allah rahmet etsin- Mustafa Türkmenoğlu bir hatıra anlatmıştı. Her ay yüzün üzerinde adrese, Lahika mektupları gönderirmiş Zübeyir Ağabey. O günkü şartlarda cemaati motive etmek için yaparmış bunu. Çünkü başka matbaa yok, muhaberat yok. Zamanın şartlarına uygun cevap olacak lahikaları seçerek insanların fehimlerini netleştirmeye çalışırmış.

Matbaada uzun saatler çalışan kardeşler eve gelince, Zübeyir Ağabey hasta haliyle de olsa mektupları zarflarına yerleştirirmiş. Gene bir gün mektupları zarflamışlar. Salonun ortasında yığılmış halde bırakmışlar. Zübeyir Ağabey gelip: “Kardeşim bunları görünmez bir yere bıraksanız daha iyi olur “ demiş ve odasına çekilmiş. Fakat tabi çok yorgun oldukları için, gecenin üçünde ne olacak ki? “Zübeyir Ağabeyinki de korkaklığa varan bir tedbir artık” diyerek uykuya dalmışlar.

Sabah olduğunda zil çalmış. O zaman tedbir olsun diye zili hafiften bozarlarmış. Ancak iki parmakla basınca çalabilecek bir şekle getirirlermiş. Tek parmakla basınca çalmaz. Gelen kişi cama vurur falan. Anlarlar ki gelen iki parmak kuralını bilmeyen, yabancı biri. Sabah zil çalınca sanılmış ki kardeşlerden biri geldi. Fakat kapıyı açar açmaz, içeri polisler doluşmuş. Diğer talebelerde büyük bir pişmanlık hâsıl olmuş tabii. Ortada yığılı duran zarflara el koyan bir polis: “Bunlar kimin?” diye sorunca, hiç kimse ses çıkmamış. Zübeyir Ağabey hemen doğrulup: “Burada ne görüyorsanız hepsi bana aittir” demiş. Yani korkak diye yargılanan Zübeyir Ağabey ne büyük bir cesaret göstermiş.

Polislerin baskını önemli değil de o zaman bazı önemli adreslere ulaşılmış. Bunlar bayağı zarar vermiş gidişata. Fakat en önemli hallerinden biri, bir günden bir güne yüzünü asla ekşitmez, niye bunu böyle yaptınız diye sormazmış. En ufak bir itap cümlesi bile olmazmış. Âlicenaplık işte…

Zübeyir Gündüzalp, Risale-i Nur’u anlama ve yaşama noktasında nasıl bir hal sergilerdi?

Zübeyir Ağabey Üstad’ın kopyası gibi yaşardı. Yani Üstad yemek yemezdi diye, o da yemek yemezdi mesela. Bana göre o noktada da Üstad’la birebirdi.

Kırkıncı Hoca anlatıyor:
“Konya’ya gittik. Kuzu pişirdiler. İkram ettiler. Kardeşim ben rahatsızım dedi. Bir yumurta haşladı yedi.” diyor. Tıpkı Üstad Hazretleri gibi...

Ama Üstad’a diğer ağabeyler, mesela Sungur Ağabey: “Üstadım tekâmül için riyazet yapmak lazım herhalde? diye sorduğunda Üstad şunu söylemiştir: “Kardeşim talebe-i ulumun uykusu bile ibadettir.” Yani riyazet gibi haller bu asra uygun değil. Bu asır riyazet asrı değil. Yani yiyeceksiniz, hizmet edeceksiniz manasında bir tavsiyede bulunmuştur, o ayrı mesele. Ama Zübeyir Ağabey’in o hususi hali, Üstad’la olan hali bambaşka bir boyut tabii.

Zübeyir Gündüzalp, bir gününü nasıl yaşardı?

Yirmi dört saati Risale-i Nur’du, Üstad idi... Gecesi gündüzü olmadığı gibi, uyku düzeni de yoktu. Fırıncı Ağabey anlatıyor:

“Bir gün bir mesele hakkında soru sormak için, gece yarısı odasına çıktım. O konuşmaya başladı. Ve şöyle söyledi:

“Kardeşim ben bu kafadaki fikri durduramıyorum. Daima Üstad, Said Nursi, Üstad Said Nursi ve Risale-i Nur… Bu hal bende fikr-i sabit olmuş. Engelleyemiyorum. Devamlı bunları düşünmekten uyuyamıyorum.” Sonra Fırıncı Ağabey gitmeye hazırlanınca kapı eşiğinde ayakta durur vaziyette tam yedi saat, ta sabah namazına kadar konuşmasına devam etmiş. Fırıncı Ağabey ara sıra Zübeyir Ağabey’e: “N’olur ağabey otur da öyle anlat” demesine rağmen, o hiç oralı bile olmadan ayakta durmaktan yorulmasına rağmen anlatmasına devam edermiş. “Kardeşim bu mesele şöyledir, şu mesele böyledir” diye. Demek ki beden tutmasa da onu ayakta tutan o manevi ruh capcanlı. Yani davasında fani bir şahsiyetti.

Bekir Berk’in hayatına baktığımızda onun bir dava adamı olduğunu görüyoruz. Fakat Zübeyir Gündüzalp dava adamından öte, sizin anlattıklarınıza göre davanın kendisiydi öyle değil mi?

Çok doğru. Dava ile adamlık arasında hiçbir şey kalmamış, kendisi davasıyla tamamen bütünleşmişti. Aslında o zaman için Zübeyir Ağabey Akşemsettin gibi, Bekir Ağabey Fatih gibi… Biri perdenin arkasında, diğeri önünde… Cemaatin derlenip toparlanması için çalışmışlar. On yıl boyunca bu fonksiyonu icra etmişler. Bu kanaati taşıyorum ben.

Çünkü o zaman atmış üç yılında, merhum Bayram Ağabey Karabük’de camcı dükkânında çalışıyor. Zübeyir ağabeyle Bekir Ağabey karar veriyorlar. Hacı Bayram’da dershane tutmuşlar. Bayram Ağabey Üstad’ın zaten hizmetkârı... Ama diyorlar, bunun hizmetlerde istihdam olması gerek. Bir araba tutuyorlar ve gidip Bayram Ağabey’e: “ Ey Üstad’ın hizmetkârı Bayram kardeş, Sen burada camcılık mı yapacaksın? Yapamazsın” diyor ve götürüyorlar. Ondan sonra Bayram Ağabey’in yaptığı hizmetleri bir düşünün.

Son olarak söylemek, anlatmak istediğiniz bir şeyler var mı?

Bir ehl-i Keşf insan, Zübeyir Ağabey’i uzaktan görmüş, onun nasıl bir insan olduğunu anlamış. Daha sonra başka bir zat bu ehl-i keşf insana sormuş: “Bediüzzaman hazretleri nasıl bir şahsiyetti. Nasıl bir insandı?” diye. Oda şöyle cevap vermiş: “Kardeşim onun bir veziri var ki, o veziri bile yan baksa dünyayı devirir.” Zübeyir Ağabey’den bahsediyor tabii.

Bizim aramızda Zübeyir Ağabey’in kendisini perdeleyerek, unutturarak, gizlediği şahsiyeti böyle. Yine başka bir kişi de: “ O, fenafillâh makamında bir evliyaydı. Anlayamadık O’nu” diyor. Fenafillâh makamında evliya ne demek? Yani, Rabbi’nin Mü’min kulunun tutan eli, yürüyen ayağı olma makamı… O böyle bir makamdaydı fakat kendisini kardeşlik perdesi altında, talebelik vasıflarıyla, tevazuyla örtmüşlerdi, gizlemişlerdi. Yani böyle insanlardı onlar. Allah bizi de onların yolundan, şefaatlerinden ayırmasın inşallah…