Mehmet ERDOĞAN

Mehmet ERDOĞAN

Meşrutiyet ve Demokrasi (I)

Zaman zaman tartışılan bu konular, Risale-i Nur külliyatının ve içindeki mefhumların henüz yerli yerine oturmadığı, tam anlaşılmadığı veya yanlış anlaşıldığını göstermektedir. Öyle görünüyor ki, daha epeyce bir zaman irdelenecek ve müzakere edilecektir.

Mefhumlar ve ihtiva ettiği manalar anlaşılmadığı takdirde, bu tür sürtüşmelerin olması kaçınılmazdır. Önemli olan, gerçeğin ortaya çıkması ve konunun doğru olarak anlaşılmasıdır. İşin enteresan olan yönü; bu mefhumların, Risalelerde anlatıldığı şekilde anlama hususunda birbirine taban tabana zıt açıklamalar yapılmış olmasıdır. Hatta, bu hususta bağnaz bir grup, toptancı bir anlayışla, bu mefhumların savunulmasını, İslami açıdan sakıncalı görmekte işi tahkir ve tekfire kadar götürmektedirler. Bunu da, Risale-i Nurları ve Bediüzzaman’ı müdafaa adına yapmış olmaları, şayan-ı hayrettir. Çünkü Bediüzzaman, bu mefhumları onların anladığı gibi yorumlamıyor. Nitekim aşağıdaki beyanlarında bu husus açıkça görülecektir.

Meşrutiyet; (demokrasi) Bediüzzaman’ın, hakkında en çok açıklama yaptığı konulardan birisidir. Bu kadar çok açıklama yapılmasına rağmen, Risaleleri okuyanlar tarafından, ortak bir mutabakata varıldığı söylenemez. Tartışmaya meydan vermeyecek kadar açık olan bu konunun, cerbeze ile başka yönlere çekilip yorumlanması; “demokrasiyi savunmanın, Bediüzzaman’a yakıştırılamaması”, “Onun maksadı bu değildir” diyerek, tekellüflü te’viler yapılması, konunun  anlaşılmadığını göstermektedir.

Halbuki genel anlamda Bediüzzaman’ın ”meşrutiyet” ismi altında yaptığı açıklamalar tamamen “demokrasi” ile ilgilidir. Sadece isim farklılığı vardır. ”Tebeddül-ü esma ile hakaik tebeddül etmez.” Elbette ki Bediüzzaman, İslam Şeriatına aykırı olan bir şeyi savunmaz ve savunmamıştır. Ancak İslam’da olmayan veya gayr-i müslimlerden gelen herşeye de karşı çıkmamış, onların İslam’a uygun olan veya aykırı olmayan yönlerini almamız gerektiğini de, ısrarla beyan etmiştir.

”Avrupa dan mehasin-i medeniyetin iktibasına muhtacız. Halbuki, medeniyetin mehasiniyle beraber mesavisi de terakki ve en  garip ve aldatıcı bir surete girmiş... Bu seyyiatın en fenası ve medeniyetin muharribi ve bar-ı giranı  sefahet ve havayic-i gayr-ı zaruriyyede israfat ve maişetteki müthiş müsavatsızlıktır. Binaenaleyh, mehasiniyle beraber seyyiat da medeniyetimiz içine sokulmamak için bize öyle bir kanun-u hakim ve mümeyyiz lazım ki heva ve hevese galebe etsin.” (Asar-ı Bediiyye:498)

“Zahiren hariçten cereyan eden maarif-i cedidenin bir mecrası da, bir kısım ehl-i medrese olmalı. Tâ gıll ü gıştan tasaffi etsin. Zira bulanıklığıyla başka mecradan taaffün ede gelmiş ve atalet bataklığından neş’et eden ve istibdad semûmu ile teneffüs eden ve zulüm tazyiki ile ezilen efkâra bu müteaffin su, bazı aks-ül amel yaptığından, misfat-ı Şeriat ile süzdürmek zarurîdir.” (Asar-ı Bediiyye:517)

“Hürriyetin başında bazı dindar mebuslar Eski Said’e dediler: “Sen her cihette  siyaset-i dine, şeriata alet ediyorsun ve dine hizmetkar yapıyorsun ve yalnız şeriat hesabına hürriyeti kabul ediyorsun. Hatta meşrutiyeti de, meşruiyyet suretinde beğeniyorsun. Demek hürriyet ve meşrutiyet şeriatsız olmaz. Eski Said onlara demiş ki; Evet millet-i İslamiye’nin sebeb-i saadeti  yalnız ve yalnız Hakaik-ı İslamiye ile olabilir. Ve hayat-ı içtimaiyyesi ve saadet-i dünyeviyesi, Şeriat-ı islamiyye ile olabilir. Yoksa, adalet mahvolur. Emniyet zir-ü zeber olur. Ahlaksızlık, pis hasletler galebe eder. İş yalancıların, dalkavukların elinde kalır.” (Asar-ı Bediiyye. Osmanlıca 1. Baskı:340) 

Bu şekildeki açıklamaları, onun bu konulardaki ölçüsünün, İslamiyet olduğunu zaten açıkça göstermektedir. Bu kayıtlı ve şartlı açıklamalar nazara alınmadan, toptancı bir zihniyetle “Bediüzzaman meşrutiyete (demokrasi)karşıdır“ demek, ona yapılan bir iftiradır. Çünkü hariçten gelen herşeyi bütünüyle reddetmek Bediüzzaman’ın görüşü değildir. Nitekim; “meşrutiyet (demokrasi)”, “hürriyet,” “cumhuriyet”, ”medeniyet” ve “fen ilimleri” gibi konular hakkında yaptığı açıklamalara baktığımızda, bu hususu gayet açık bir şekilde görebiliriz.

Meşrutiyet; “demokrasi” kelimesinin Osmanlıcadaki karşılığı olan bir kavramdır. İkisi de aynı manaları ihtiva etmektedir. Keza Cumhuriyet mefhumu da öyle... Meşrutiyet, ”Hükümdarla yönetilen bir ülkede, hükümdarın ya da bir başbakanın başkanlığı altında bir hükümetin ve yasaları yapan seçilmiş bir parlamentonun bulunduğu yönetim biçimi.” “Bir hükümdarın başkanlığı altında parlamento yönetimine dayanan yönetim” biçimine verilen isim.

Demokrasi: ”Siyasal denetimin, doğrudan doğruya halkın ya da düzenli aralıklarla halkın özgürce seçtiği temsilcilerin elinde bulunduğu, toplumsal ve ekonomik durumu ne olursa olsun, tüm yurttaşların eşit sayıldığı yönetim biçimi”ne verilen ad. Aynı anlamı ifade eden bu mefhumların, şeriata aykırı olduğunu söylemek, şeriatı ve mefhumların ihtiva ettiği manaları bilmemektir. Bediüzzaman; tarifi nasıl yapıyor? “Meşrutiyet hakimiyet-i millettir.” Hangi hususta? İdarecisini, yöneticisini seçme hususunda... Örnek: Hülefa-i Raşidin dönemi...

Ülkemizde bu mefhumlar daha çok ne zaman tartışılmış ve Bediüzzaman bu açıklamaları ne zaman yapmıştır?

20. yüzyılın başları...Yani meşrutiyetin ilan edilmesinden önce ve sonraki yıllar. Bediüzzaman’ın İstanbul’a gittiği 1907 tarihi ise bu tartışmaların en çok kızıştığı ve doruğa ulaştığı dönemdir. Gündemde olan bu konuya Bediüzzaman ilgisiz kalmamış, aksine müdahil olmuş ve konu ile ilgili çok çeşitli açıklamalarda bulunmuştur.

Bediüzzaman’ın o dönemde meşrutiyet adı altında yaptığı açıklamalar, tamamen demokrasi ile ilgili açıklamalardır. Kimse meseleyi, tekellüflü yorumlarla başka yönlere çekmesin. Sadece isim farklıdır. Yani, demokrasi, Osmanlıcadaki karşılığı olan meşrutiyet ismiyle ifade edilmektedir o kadar...

Peki, Bediüzzaman meşrutiyeti niçin bu kadar hararetli bir şekilde savunuyor? Çünkü, artık ülkenin, babadan oğula intikal tarzındaki “Feodal yapı” yani tek adam tarafından idare edilmesinin zorlaştığı, hatta imkansız hale geldiği  açıkça görülmektedir. Devlet; artık Ortaçağ sistemleri ile yönetilemez haldedir:

Zaman-ı sâbıkta (salifde) revabıt-ı içtima’ ve levazım-ı taayyüş) ve fevaid-i medeniyet o kadar tekessür ve teşa’ub etmediğinden, bazı kalil adamların fikri, (Tek kişi tarafından idare) devletin idaresine yarı kâfi gibi idi. Amma bu zamanda revabıt-ı içtima’ o kadar tekessür ve levazım-ı taayyüş o derece taaddüd ve semerat-ı medeniyet o kadar tefennün etmiş ki, ancak yalnız kalb-i millet hükmünde olan meclis-i meb’usan ve fikr-i ümmet makamında olan meşveret-i şer’î ve seyf ve kuvvet-i medeniyet menzilinde bulunan hürriyet-i efkâr o devleti taşıyabilir. Ve idare ve terbiye edebilir.” (Asar-ı Bediiyye:344)

Mânen her bir zamanın bir hükmü ve hükümrânı vardır. Sizin ıstılahınızca o zamanın makinesini çeviren bir ağa lâzımdır. İşte zaman-ı istibdadın hâkim-i manevîsi kuvvet idi. Kimin kılıncı keskin, kalbi kâsî olsa idi, yükselirdi. Fakat zaman-ı meşrutiyetin zenbereği, ruhu, kuvveti, hâkimi, ağası haktır, akıldır, mârifettir, kanundur, efkâr-ı âmmedir... Kimin aklı keskin, kalbi parlak olursa yalnız o yükselecektir.” (Asar-ı Bediiyye: 238) şeklindeki beyanlarından bu açıkça anlaşılmaktadır.

Sadece bu da değil;

S- Meşrutiyeti pek çok i’zam ediyorsun. Eskide re’y-i vahid idi. Milletten sual yok idi. Şimdi meşverettir. Milletten sual edilir. Millet “ne için?” der. Ona “ne istersin?” denilir. İşte bu kadar... daha nedir, o kadar ilaveyi takıyorsun?!.

C- Zaten şu nokta bütün cevaplarımı tazammun etmiş. Zîrâ Meşrutiyet hükûmete düştüğü vakit; fikr-i hürriyet, meşrutiyeti her vecihle uyandırır. Her nev’de, her taifede onun sanatına ait bir nevi meşrutiyeti tevlid eder. Hatta ulemada, medarisde, talebede bir nev’i meşrutiyeti intac eder. Evet her taifeye ona mahsus bir meşrutiyet bir teceddüd ilham olunuyor.” (Asar-ı Bediiyye: 237)

Açıklamasında görüldüğü gibi, meşrutiyet; her fert ve kurum için son derece büyük önem arz etmektedir. Zira fert ve kurumların inkişafı, bu serbesti sistemine bağlıdır. Bunun için Bediüzzaman; Mutlakıyet (monarşi, saltanat) sistemine karşılık, bütün gücü ile, hatta medrese camiasına ve pek çok İslam Alimine rağmen meşrutiyeti savunmuştur. Bu sistem savunmasını, ne yazık ki bazı art niyetli kişiler, yanlış bir şekilde Sultan Abdulhamid’in şahsına karşı yapılan bir mücadele olarak yorumlamaktadırlar. (Bu konu geniş bir şekilde daha sonra müstakil bir makale halinde açıklanacaktır.)

Bu mukayese, (yani mutlakıyetle meşrutiyet arasındaki fark) tavazzuh etmediği takdirde, verilen mücadelenin önemi anlaşılamaz. Şöyle soralım: Bugünkü, herkesin hür bir şekilde, meşru düşünce ve fikirlerini ifade ettiği, hatta yönetimi ve yöneticileri de açıkça eleştirebildiği, meşruti (demokratik) bir ortamda; ülkenin seçilmemiş bir padişah tarafından idare edilmesini isteyen kaç kişi vardır? İnsanlar; bu meşruti ortamda, her türlü düşünce ve fikirlerini açıkça ifade ederken, saltanat (monarşi, mutlakıyet) sistemine dönmeyi hiç kimse aklından dahi geçirmezken, Bediüzzaman’ı; o dönemin baskıcı sistemine karşı, meşrutiyeti (demokrasiyi) savunduğu için kınayabilen insanların, akli yönden problemleri var demektir.

Herkesin, her türlü meşru kanaat ve düşünceni serbestçe ifade edilebildiği, inanç ve ibadetine müdahele edilmediği, meşruti ortamın güzelliğini kavramamak, meşrutiyeti (demokrasiyi) hiç anlamamak veya yanlış anlamaktır. Kanatimce meşrutiyet ve demokrasiye duyulan alerji ve tepki; meşrutiyet ve demokrasinin yanlış uygulanmasından ve meşrutiyet adı altında keyfi uygulamaların yapılmasından kaynaklanmaktadır.

Bir râfızî bir hadîse yanlış mânâ verse veya yanlış amel etse; acaba hadîsi inkâr etmek mi, yoksa o râfızîyi tahtie ile namus-u hadîsi muhafaza etmek mi lâzım gelir?” (Münazarat:57) 

Bediüzzaman’ın hürriyeti yanlış anlayan ve yanlış uygulayanlar hakkında söylediği bu ifade, meşrutiyet için de aynen geçerlidir.

Zira Bediüzzaman, gerçek anlamdaki meşrutiyet ve demokrasiyi savunmaktadır: “Meşrutiyet-i hakikiyenin müsemmasına ahd-ü peyman ettiğimden istibdat ne şekilde olursa olsun, isterse meşrutiyet libası giysin ve ismini taksın; rast gelsem sille vuracağım.” (Divan-ı Harb-i Örfi :33)

“Tebeddül-ü esma ile hakaik tebeddül etmez.” (Divan-ı Harb-i Örfi :33)

“Herkesin şevkini kıran, neşesini kaçıran, ağraz ve hiss-i taraftarlığı uyandıran, sebeb-i tefrika olan cem’iyyat-ı avamiyyenin teşkiline sebebiyet veren; meşrutiyeti’l-isim ve müstebidü’lmana olan  ve İttihat ve Terakki ismini de lekedar eden buradaki şube-i müstebidaneye muhalefet ettim.” (Divan-ı Harb-i Örfi :32)

“Eğer meşrutiyet bir şubenin istibdadından ibaret ise ve yalnız ona isim ise ve hilaf-ı şeriat hareket ise; ins ve cin şahit olsun ki ben mürteciyim. Zira yalanlar ile ittihat yalandır. Ve ifsadat üzerine müesses (kurulmuş) olan, ism-i meşrutiyet fasiddir. Müsemmay-ı meşrutiyet; hak, sıdk, muhabbet ve imtiyazsızlık üzerine beka bulacaktır.”  (Divan-ı Harb-i Örfi :34) 

Bu şekildeki beyanları; nasıl bir meşrutiyeti savunduğunu açıkça göstermektedir.

Devam edecek...

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
3 Yorum